[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]
Erdoğan ve AKP cenahının son yıllarda TCMB (Merkez Bankası) üzerinden yapılan müdahalelere kılıf uydurmak adına “faiz sebep enflasyon sonuçtur” diyerek teorileştirdiği, Nas göndermeli, düşük faizli ekonomi politikasından keskin bir dönüş yaşandı. Bu keskin dönüş şu an için, yüzde 8,5 olan politika faizini tek seferde yüzde 15’e çıkarma hamlesi ile somutlaştırıldı. Bu artışın yeni ekonomik yönelimin ilk adımı olarak okunması gerektiğine dair beyanlar da peşi sıra geldi.
Bunca “faiz sebep, enflasyon sonuçtur”, “Nas’a göre faiz haramdır” söylemlerine rağmen mevcut hükümetin seçimin hemen ardından bu yönlü bir dönüşüme girmesi, TC’nin talan ve sömürü söz konusu olduğunda ne derecede pervasızlaşabildiğinin bir kez daha kanıtı olmuştur.
MEKANİK BİR ORAN-ORANTI İLİŞKİSİ Mİ?
Kapitalizm, doğası gereği bir krizler sistemidir. Ekonomik görünümde kısa aralıklarla yaşanan bozulmanın sebepleri esasta yapısaldır. İçinden geçtiğimiz süreçte dünya çapında sıklıkla pike yapan krizi besleyen en önemli faktör ise yer yer sertleşme eğilimi de gösteren emperyalist çekişmedir. Söz konusu bu çekişme pandemi sürecinde ve sonrasında ekonomik alanda sert sürtüşmeler halinde belirmiş, emperyalistlerin ekonomi politikaları da bu çekişmeye göre dizayn edilmiştir. Çin sosyal emperyalizminin pandemi sürecinde tüm dünyaya arz şoku yaşatacak derecede tedarik zincirlerinde kısılmaya gitmesi, Rus emperyalizminin Ukrayna işgaliyle birlikte tahıl merkezli gıda ve enerji tedarikinde yaşanan zorluklar ile birleşmiştir. Bir yanda doların rezerv para olmaktan çıkması tartışmaları diğer yanda Ukrayna savaşı krizi derinleştirmiştir. AB ülkelerinin Ukrayna sebebiyle Rusya’ya ve güçlü bir hegemonik güç alternatifi oluşturmasından kaynaklı Rusya’ya silah sağladığı gerekçesiyle Çin’e uygulanan ambargolar krizin geniş bir alana yayıldığını göstermiştir…
Akabinde ABD emperyalizminin para politikaları ve AB’li emperyalist devletler ile birlikte Çin ve Rus emperyalizmine uyguladığı ekonomik yaptırımlar geniş kriz halini derinleştiren olgulardır.
Bu olguların her biri, özellikle de tedarik zincirindeki ve enerji hatlarındaki aksaklıklar nihayetinde üretimin lokomotif sektörlerinde olumsuzluklara neden oldu. Artan hammadde maliyetleri ve üretimde yaşanan zorluklar satın alma gücünde erimeye, istihdamda azalmaya yol açmakta, tüm bu çekişmenin maliyetleri dünya halklarına fatura edilmektedir. Enflasyonun dünya çapında gündem olmasının, hiper enflasyon ve geniş bir alana yayılmış ekonomik resesyon beklentisinin temelinde de bu olgular yatmaktadır. Yani enflasyonun ve halkın satın alma gücünün erimesinin başlıca sorumlusu kapitalizmdir, emperyalist çekişmenin kendisidir. Meta ve hizmet fiyatlarındaki keskin artışlara rağmen iş gücü değerinin, ücretlerin bu artışın çok gerisinde kalıyor oluşu, emperyalist çekişmenin dünya halklarına iki yönlü fatura çıkarmasının sonucudur.
Politika faizi kapitalizmin ekonomi politikalarına yön vermekte kullandığı araçlardan biridir. Merkez bankaları tarafından uygulanan faiz rejimleri o ülkeye ait para biriminin ne biçimde kullanılacağına, ne amaçla piyasaya sürüleceğine, ne kadar değerleneceğine, borçlanma değerine ve kredibilite limitlerine etki etmektedir. Dolayısıyla her ülkedeki ekonomik koşullara göre, devletlerin o dönemki temel ihtiyaçlarına göre faiz rejimi özelleşebilmektedir. Ortodoks politikalar denen politikalar da sonuç olarak belli koşullara göre biçimlenmektedir. Fed (Amerikan Merkez Bankası) politikaları, dünya rezerv para birimi olan ABD dolarının “patronu” oluşu sebebi ile dünya çapında ciddi sonuçlara ve yaptırım gücüne sahipken, yarı feodal, yarı sömürge bir ülkenin faiz politikalarının aynı sonuçlar üretmesini beklemek mümkün değildir.
Fed’in faizi yükseltme politikasına enflasyon gerekçe olarak gösterilmekte, böylece enflasyon ile politika faizi arasında mekanik bir oran-orantı tablosu çizilmektedir. Ayrıca Erdoğan’ın faiz-enflasyon arasındaki neden sonuç ilişkisini en kaba biçimde çarpıtmış olması da bu algıyı geliştirmiştir. Politika faizinin piyasaya ne yönlü etki edeceği hangi enstrümanlar ile birlikte kullanıldığına göre değişmektedir. Faizde düşüşe gidilmesi ile birlikte finans alanının tek yönlü şişirilmesinin reel sektörde, reel büyümede bir karşılığı yoktur. Bu sadece “ekonomik reform” olarak lanse edilen denetim ve farklı araçlar ile desteklenmesi ile birlikte kredibiliteyi artırmakta, borç ödemeyi kolaylaştırmakta, bu vesileyle bağımlı sektörlerde üretimde görece korunmayı sağlamakta ve esas olarak parasal düzlemde ekonomik büyümeye yol açmaktadır. İthalata dayalı üretim, bu üretimin düşük katma değerli ürünlere dayanması Türkiye’de faiz politikasının anlaşılmasında temel olmalıdır. Bu temelin ihmal edilmesi durumunda düşük faiz politikasının karşılıksızlığı kavranamaz. Bu politikaya reel sektörden ciddi bir itirazın olmaması veya bu alanda sıkışmanın sürdürülebilir olması düzenin yarı feodal-yarı sömürge karakteriyle bağlantılıdır.
TC’nin son dönemde izlediği düşük faiz politikasının talebi artırarak iç piyasayı canlandırmayı, tasarruftan kaçınılmasını hedefleyen bir yönü bulunmaktadır. Ancak bu, tek başına faiz düşürmekle yakalanacak bir hedef değildir. İlk olarak yarı feodal-yarı sömürge niteliği ve bağımlı yapısı sebebi ile kırılgan ve güvensiz bir ekonomidir. Tasarruf istenen düzeyde gerçekleşmez ve sürekli risk mevcuttur. Bununla birlikte yapısal reformlar, kaynakları çok daha fazla yabancı sermayeye bağlamayı, özelleştirmeyi, parçalamayı içeren adımlar pas geçildiği için esas hedefin belirli çevreleri palazlandırmak olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu koşullarda politika faizinin içerideki iktidar yanlısı, aynı zamanda emperyalist sermayeye bağımlı sermaye için bir politika olduğu da açığa çıkmaktadır. Politika faizinin yabancı sermayeye ya da yaygın söylemle faiz lobisine karşı bir politika olduğu iddiası bu anlamda bomboş bir söylemdir. İktidar yanlısı sermayeye ciddi bir para transferi sağlayan bu politikadan dolayısıyla yabancı sermaye de faydalanmaktadır. Zira “yerli sermaye” yabancı sermayeye krediler yoluyla bağlıdır ve bunlar arasında sürekli bir borç ödeme ilişkisi söz konusudur.
Bununla birlikte piyasada geçerli olan faiz MB’nin faiz politikasına rağmen üst seviyelerde kalmıştır. Dünya çapında yaşanan arz yönlü gerilimler piyasa faizinin de yüksek olması ile birlikte üretime olumsuz yansımaktadır. Yüksek kur farkı da borç yükünün durduk yerde artırmakta ve yüksek bir maliyet oluşturmaktadır. Bu sebeple TC’nin düşük faiz politikası da açıklandığı biçimde çalışmamaktadır. Piyasa faizi borçlanmaya olanak vermeyecek seviyelerdedir. Politika faizinden tamamen bankalar ve iktidar yanlısı sermaye yararlanmaktadır. Dolayısıyla MB’nin faiz politikasındaki aşağı yönlü müdahalenin derin bir etkisi de olmamıştır. Enflasyonun sebepleri bile tek başına Merkez Bankasının müdahalelerini boşa düşürmektedir. Yani TCMB faiz politikaları ve enflasyon arasında doğrudan mekanik bir ilişki kurmak mümkün değildir. Bugün Merkez Bankasının izlediği faiz artışları da enflasyonu ciddi biçimde frenleyemeyecektir ki ilk veriler de bunu göstermektedir. Politika faizinin, PMI (Satın alma Müdürleri Endeksi) verilerine göre, reel faiz karşısında pozitif görünüm elde edebilmesi için yüzde 40 dolayında veya üzerinde olmasının beklendiği belirtilmiş, yüzde 15 bandının bu beklentinin çok altında olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Ayrıca tek seferde yapılan 650 baz puanlık artış, enflasyonu frenleyememiş, temmuz ayı enflasyon beklentisi de yukarı yönlü olmuştur. Politika faizinde uygulanan artış ile birlikte dolar 26 TL düzeyine ulaşırken, avro ise 28 TL seviyelerine dayanmıştır. Enflasyonda beklenti de halen yükseleceği biçimindedir.
ENFLASYON DÜŞECEK Mİ?
TC ekonomisi için özellikle turizm ve tarım ürünlerinin ihracatının arttığı yaz ayları, önceki mevsimlere göre “iyi bir ekonomi” görünümü şansı yaratmaktadır. Bu durum da sıklıkla “ekonomide iyi gidişat” olarak servis edilmektedir, mevsimsel faktörler göz ardı edilmektedir. 2023 yaz mevsimi için ise önceki yıllara göre mevsimsel avantajların daha etkisiz olacağı öngörülmektedir. Ayrıca ücretlere yapılacağı açıklanan zamlara rağmen piyasa tüketicileri anketine göre haziran ayı TÜFE (Tüketici Enflasyonu) beklentisi yüzde 38’in altına düşmemektedir. Mevsimsel avantajlara rağmen var olan olumsuz görünümün, sonbahar ve kış ayları ile birlikte nasıl bir seyir izleyeceği de sürpriz içermemektedir.
Bu aşamada, ihtiyaç olan sıcak para akışında da ciddi bir artış yoktur. Bunun en önemli Türkiye’ye özel sebepleri de yine reel piyasa faizinin henüz çok yüksek oluşu, kur oynaklığının sürüyor oluşu ve riskli görünüm olmaktadır. Öngörülebilir bir sürecin olmayışı, yabancı yatırımın mart ayından bu yana rekor denilebilecek seviyede düşük olmasına sebep olmaktadır.
Enflasyonun dünya çapındaki gerekçeleri devam etmektedir. Fed’in yüksek faizi politikası da halen geçerlidir. Avrupa Merkez Bankası ve İngiltere Merkez Bankası da yüksek faiz politikasında ısrarcıdır ve parasal sıkılaştırmaya dayalı bir ekonomi düzenine dayanacaklarını ortaya koyuyorlar. TC de bu koşullarda, enflasyona rağmen talan politikalarına demir atmıştır. MB’nin faiz politikalarından bağımsız bir şekilde enflasyon yukarı yönlü ivmelenmeye devam etmektedir. Kur Korumalı Mevduat’tan (KKM) elde edilen faizin dahi enflasyondan düşük oluşu, bu alanda var olan heyecan ve hareketliliğin de yerini durgunluğa bırakmasına yol açmıştır. KKM sürecinin başından itibaren TC, kur oynaklığını dizginleyebilmek adına tüm kaynaklarını seferber etmiş, son kaynaklarını da seçim öncesinde kullanarak MB rezervlerini eritmiştir. Öyle ki, haziran itibari ile MB net rezervi eksi 5.7 milyar dolar ile tarihinin en düşük seviyesine gerilemiştir. Bu aşamada politika faizindeki değişimin sihirli değnek etkisi göstermeyeceği de tüm çevrelerce kabul görmektedir.
AKP iktidarı ve Erdoğan’ın “enflasyonu faizi düşürerek yeneceğiz”, “yeni ekonomi modeli” iddialarının yine kendilerince üzerinden çok da zaman geçmeden terk edildiği görülmüştür. Bu dönüşümün halka fayda getirmek bir yana, ilk verilere göre halkın yaşamına ağır faturalar yüklemeye devam ettiği açıktır. TC yandaş çevresini palazlandırmaya, sömürü ve talanı artırmaya çalışmaktadır. Bu çaba içerisinde, dümenini tüm iddialı çıkışlarına rağmen rahatlıkla kırabilmiş ve aylarca gündemden düşmeyen Nas’ı ise rafa kaldırmıştır.
Bu derecede rahat bir şekilde Nas’ın, Allah’ın kelamı dedikleri kutsal sözün rafa kaldırılması halkımızı bilincinde bir ışığa dönüşür m? Halk iktidarın bu iradesizliğine, çapsızlığına uyanıp kendi korkunç iradesine güvenmeye yönelir mi? Kuşkusuz bunlar genellikle kendiliğinden gerçekleşebilir olgular değildir. Buna rağmen halkın iradesinin büyük kalkışması için koşullar vardır. Kendisi yüzyıllık tozlara boğulmuş Nas’ı rafa kaldıranların da tarihin tozlu raflarındaki yeri hazırdır. Yeter ki halkın nihayet yenilmez olan iradesi için gerekli devrimci yol yürünmeye devam etsin…