Srebrenitsa Çiçeği (Cvijet Srebrenice), Boşnakların 11 Temmuz 1995’te Srebrenica’da uğradığı soykırımın sembolüdür. Saraybosnalı kuyumcu ustalarının elinden çıkma bu çiçek on bir taç yapraktan, her taç yaprak da yedi bölümden oluşmaktadır. Çiçeğin merkezindeki yeşil taşın kıratı 8.372 filigrandır. Tüm bu ayrıntıların farklı anlamları vardır: on bir taç ayın on birini, her bir taç yapraktaki yedi bölüm de yedinci ayı temsil etmektedir. Yeşil taşın kıratı Srebrenica’da katledilen 8.372 kurbanı temsil etmektedir. 11 Temmuz 1995’te kente giren VRS (Bosna Sırp Ordusu) güçlerinin eline düşen 8.372 erkeğin (yetişkin ve çocuk) sırf Boşnak oldukları için katledildikleri gündür. Boşnaklar bu acı deneyimi unutmamak, kurbanları ölümsüzleştirmek ve soykırımı sembolize etmek için Srebrenitsa Çiçeği’ni yarattı. Srebrenitsa Çiçeği ne Bosna’da ne de dünyanın başka bir köşesinde açmasını istemeyeceğimiz türden bir çiçektir. O, kan pınarında açan bir çiçektir.
Her 11 Temmuz’da televizyonlarda yeni bulunan ya da kimlikleri yeni tespit edilen kurbanların cenazelerinin defin törenlerini izlemekteyiz. Beyaz yaşmaklı Boşnak kadınların ölen eşleri ya da çocuklarının ardından döktükleri gözyaşları ile hüzünlenmekteyiz. Sadece güçleri yetmediği için şu an birer soykırımcı olarak anılmaktan kurtulmuş yetkililerin iki yüzlü hamasi nutuklarını dinleyerek öfkelenmekteyiz ve sonra her şeyi unutmaktayız. Oysa Srebrenica Soykırımı çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış, tarihi haksızlık niteliği kazanmış, istenmeyen bir takım “nahoş olaylar” dizisinden biri olmanın ötesinde hepimizin gözü önünde gerçekleşmiş, güncelliğini koruyan bir olaydır. Yaraların sarılması, bir daha tekrarlanmaması için nedenleri üzerinde durulup çok yönlü bir biçimde düşünülmesi gerekmektedir.
SREBRENİCA’DA NE OLDU?
Srebrenica Doğu Bosna’da otuz bin nüfuslu stratejik öneme haiz küçük bir kenttir. Yugoslavya’da iç savaş Bosna-Hersek’e sıçradığında (1992) Sırpların ilk saldırdığı kentlerden biridir. Daha sonra benzer durumda birkaç kent ile birlikte BM tarafından güvenli bölge kapsamında koruma altına alınmıştır. Bu süreçte iç savaşın şiddetinden kaçmak ya da evlerini terk etmek zorunda bırakılan mültecilerin de sığındığı bir kent oldu. Nüfusu otuz binden yetmiş bine çıktı. Kente ayrıca dört yüz Hollanda askerinden oluşan bir BM birliği konuşlandırıldı. 1995’te iç savaşta ikinci etnik şiddet dalgası başladığında kent kapasitesinin çok üzerinde bir nüfusla, yetersiz alt yapının yarattığı sorunlarla boğuşan bir kent görünümündeydi. VRS, şehre girmeden önce yoğun bir bombardıman gerçekleştirdi. Bu bombardımanla halk şehri terk etmeye zorlandı. Ardından 11 Temmuz’da VRS kente girdi ve Boşnakları evlerinden çıkardı. Yaklaşık 23.000 kadın ve çocuk otobüsle şehri terk etmiştir. Binlerce erkek ormanların içinden geçip dağlara tırmanarak kaçmaya çalışmıştır. Ancak sayıları 7.000 ile 8.000 aralarında değişen ve hatta bazıları bir Hollanda üssünü terk etmeye zorlanan erkek ve çocuklar şehirden çıkamamıştır. Hayatta kalan bir avuç insan geri kalanların kitlesel katliamından, Bosna’nın doğusundaki tarlalarda vuku bulan infazlardan söz etmiştir. (Lieberman, 2016: 463)
Srebrenica’da yedi, sekiz bin civarı değil tam tamına 8.372 Boşnak erkek katledilmiştir. Bu soykırım ile birlikte Boşnakların doğu Bosna’da tutunma umutları ortadan kalkmıştır. İç savaştan önce bir Boşnak kenti olan Srebrenica bu özelliğini yitirmiştir. Srebrenica’da yaşananlar ne sınırın aşılmasıdır ne de yerel düşmanlıklar ile açıklanabilecek bir trajedidir. Her soykırımda olduğu gibi planlanmış, sistematik bir kıyımın soğukkanlılıkla gerçekleştirilmesidir. Elbette bu kıyımda dahli bulunan Hollanda askeri birliği de unutulmamıştır. Kenti ve üsse sığınan halkı cellatlarına teslim eden birlik ülkesine döndüğünde Yugoslavya’da toplumsal barışa yaptığı katkı için “üstün hizmet” madalyası ile taltif edilmiştir.
EMPERYALİSTLER ETNİK ANLAŞMAZLIKLARI ÇÖZMEZLER…
Yugoslavya’nın parçalanmasında, iç savaşa sürüklenmesinde emperyalistlerin dahli vardır. Bu parçalanmayı arzu ettiklerini federasyondan ayrılan cumhuriyetleri hemen tanıyarak belli etmişlerdir. Sorunun bu derecede büyümesinde pay sahibi olanlar sorunun çözümünde yapıcı bir rol de üstlenmemişlerdir. Yugoslavya’da olan da budur. Emperyalistler, Yugoslavya’daki tarihi çelişkilerin, etnik, mezhepsel, inanç merkezli düşmanlıkların yaratıcısı değildir fakat var olan düşmanlıkları amaçlarına ulaşmak, Yugoslavya’nın parçalanmasını gerçekleştirmek için kullanmışlar ve iç savaşta yaşanan trajedilere doğrudan katkı sunmuşlardır. Balkanlar gibi önemli bir coğrafyada orta büyüklükte güçlü bir Yugoslav devletinin hüküm sürmesini engellemiş, Yugoslavya’dan altı küçük devlet çıkarmayı ve bölgedeki hakimiyetlerini güçlendirmeyi başarmışlardır. Ne zaman ki bu hedeflerine ulaştıklarına kani olmuşlar, o zaman bölgeye “barış” getirmeyi yeni misyonları olarak tanımlamışlardır. Bu amaçla, doğru ele alındıklarında işlevli olabilecek “Gerçek Komisyonları” ve “Savaş Suçlularının Yargılanması” için mahkeme kurulması gibi etkili araçları emperyal çıkarlarının basit birer aparatı olarak kullanmışlardır. YUCM (Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi) kurulmuş, savaş suçluları bireysel sorumluluk temelinde bu mahkemede yargılanmıştır. YUCM kapandıktan sonra elindeki dosyaları UCM’ye (Uluslararası Ceza Mahkemesi) devretmiştir. Son olarak UCM, haziran ayının başında Ratko Mladiç’in YUCM’nin hakkında vermiş olduğu müebbet hapis cezasına yaptığı temyiz başvurusunu reddetmiş ve cezayı onaylamıştır. VRS’nin başkomutanı ve Srebrenica’ya giren VRS birliklerinin komutanı olarak Ratko Mladiç, açıktır ki çok daha ağır bir cezayı hak etmiştir. Bu ceza ne soykırıma uğrayan Boşnakları tatmin etmiştir ne de Ratko Mladiç’i ulusal bir kahraman olarak gören milliyetçi Sırpları etkilemiştir. Emperyalistler aksini iddia etseler de “galiplerin adaleti”ni gerçekleştirmekten öteye geçmemişlerdir.
YUCM birçok savaş suçlusunu bireysel sorumluluk ilkesi uyarınca ya aklamış ya da gerçek sorumlulukların gerektirdiği cezaların çok altında cezalar vererek yakalarını kurtarmalarına göz yummuştur. Yine de emperyalistler bölgede oluşan dengeleri istikrarlı tutabilmek adına bazı adımları atmak zorunda kalmıştır. Bu kapsamda YUCM de hareket geçmiş, Krstiç kararında ve ilişkili yürüttü birçok davada Srebrenica Soykırımını ayrıntılı bir biçimde kayda geçirmiştir.
Savaş sonrası uluslararası sisteme yeniden dahil olmak için bölge egemenleri emperyalistlerin istekleri çerçevesinde iç savaşta yaşanan “nahoş olaylar” ve Srebrenica Soykırımı için özür dilemişlerdir. İlk adımı iyice köşeye sıkışan RS (Bosna Sırp Yönetimi) atmış, 2004 yılında Srebrenica’da Boşnaklara soykırım yapıldığını kabul etmiş ve mağdurlardan özür dilemiştir. RS’nin bu adımını UAD’ın (Uluslararası Adalet Divanı) 2007 tarihli, Srebrenica Soykırımı’ndan Sırbistan’ı da sorumlu tutan kararı izlemiştir. Bu kararın bir gereği olarak Sırbistan parlamentosu 2010 yılında yayınladığı deklarasyon ile Srebrenica’daki soykırımı kınamış ve engelleyemediği için Boşnaklardan özür dilemiştir.
Bu özürler yerel egemenlerin iç savaştan çıkardığı derslerin ardından gelmemiştir. Hatta emperyalistler yerel egemenleri “teşvik” edebilmek için bu ülkelerin duyarlı kamuoyunu harekete geçirecek adımların atılmasına da ön ayak olmuştur. Yerel egemenlerin pervasızlıklarında katliam haberlerinin kendi halkları tarafından emperyalistlerin anti-propagandası olarak algılanmasının da payı bulunmaktaydı. Bu algıyı yıkabilmek için daha önce Miloseviç davasına savcılık tarafından sunulmuş ve mahkemece delil olarak kabul edilmemiş 5 dakikalık bir video kaydının 2005 yılında basına sızdırılması gerekti. Kayıtta Sırbistan İçişleri Bakanlığına bağlı özel bir polis birliği olan Skorpioni (Akrepler) mensupları Srebrenica yakınlarında altı Boşnak sivili öldürürken görülüyordu. Bu görüntüler kamuoyunda büyük bir infial yarattı ve Sırbistan’ın Srebrenica Soykırımı’ndaki rolüne dair tartışmaları alevlendirdi. (Erözden, 2017:190) Bu görüntü, hepimizin izlediği, Srebrenica konu edildiğinde ekranlarda dönen meşhur görüntüdür. Böylece içeriden ve dışarıdan baskı altına alınan egemenler bu baskıları hafifletebilmek için özür dilemiştir. Özür dilemek iç savaşın sona ermesinden sonra değişen hükümetlerin de işine gelmiştir. Geçmişin kanlı mirası ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Ancak gerçekle yüzleşememişlerdir. Verilen cezalara, dilenen özürlere bakarak eski Yugoslavya coğrafyasında halklar arasındaki husumetin aşıldığını düşünmek büyük hatadır. Soykırımın failleri görüntüyü kurtarmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan Boşnak egemenleri de soykırımın sadece Srebrenica ile sınırlı tanınmasına karşı çıkmaktadırlar. Yaşanan mağduriyeti sömürerek Srebrenica Soykırımı’nı etnik-dini düşmanlığın çimentosu yapmak, bu mağduriyet üzerinden komşularından korkan, nefret eden en gerici temelde bir ulus inşa etmek istemektedirler. Boşnak ulusunu dünya gericiliğinin bir parçası yapmak için çabalamaktadırlar.
Yeni Srebrenicalar yaşanmamasının yolu ne emperyalistlerin zoru ile dilenen samimiyetsiz özürlerden ne de mağduriyet, kin ve intikam üzerine kurulu gerici farklılıkları kalıcılaştıran bir milliyetçilik inşasından geçmektedir. Yeni Srebrenicaların yaşanmasını engellemenin yolu kendisiyle, komşularıyla barışık, dünya gericiliğine mesafeli ulusların demokratik değerlerde birleşmesinden geçmektedir. Emperyalist gericilik şartlarında ve ona bağlı yerli gericiliklerin hâkimiyeti altında bu eşit ve demokratik ilişkinin ancak devrimlere bağlı olduğu açıktır.
Mağdurların acılarını önemsizleştirmeden, kurbanları değersizleştirmeden, failleri aklamadan ama mağdurları geleceğin faillerine dönüştürmeden Bosna Hersek’te ve özelde Srebrenica’da yaşananları sadece Balkan halklarının hafızasında değil dünya halklarının da hafızasında yerleşmesi için çalışmak zorundayız. Soykırımları yeni düşmanlıklar üretmek için değil halkların kardeşliğini daha sağlam temelde yeniden kurabilmek için hatırlamalıyız. Geçmişin, bugünü ve geleceği esir alması için değil hatalardan ders çıkarabilmek, daha iyi bir gelecek kurabilmek için hatırlamanın gücünü kullanmalıyız. Bu görevi ne emperyalistler ne de yerel egemenler yerine getirebilir. Sorunun yaratıcısı olanlardan çözüm beklemek ham hayaldir. Sorunu ancak başta bölge halkları olmak üzere dünya halkları ve onların siyasi temsilcileri; komünistler bir çözüme kavuşturabilirler.
BİR DAHA ASLA!..
İç savaş sürecinde Yugoslavya’da iki ana akım siyasi çizgi öne çıkmıştır. İlki milliyetçilik ile silahlanmış egemen sınıfların ve her türden gericiliğin savunduğu parçalanma yanlısı siyasi çizgidir. İkinci ise halkın demokratik ilerici unsurlarının savunduğu birlik yanlısı siyasi çizgidir. Bu iki çizgi arasındaki mücadelelerin ilk raundunu iç savaş çıkararak ve parçalanmayı gerçekleştirerek birinci çizgi kazanmıştır. Bu başarı eksiksiz değildir. Yugoslavya’nın birliğini savunan çizgi parçalanmayı engelleyememiş fakat milliyetçilerin tüm ayrıştırma çabalarına karşın Saraybosna, Tuzla, Bihaç gibi kentlerdeki çok kültürlü yapıyı korumayı başarmış ve küçümsenemeyecek bir savaş karşıtı hareket yaratmıştır. Bu yönüyle iç savaş tüm trajedisine karşın egemenler için hedefine tam olarak ulaşmamıştır. Bu da her ulustan egemenin iç savaş sırasında “yarım” kalan işi tamamlama fırsatı doğması halinde harekete geçme ihtimalinin yakın bir tehdit olarak tanımlanmasını gerektirmektedir. Nitekim daha birkaç ay evvel Slovenya başbakanının Bosna-Hersek’i etnik gruplara göre bölen bir haritası basına “sızdı.” Haritanın halktan yoğun tepki görmesi, halkın birlikte yaşama iradesinin gücünü göstermesi bakımından anlamlı olduğu kadar egemenlerin niyetlerini açığa vurması ve fırsat kolladıklarını göstermesi bakımından da anlamlıdır. Yugoslav halkının birlik siyasetinin başarısızlığında önemli bir etken de her türden gericiliğin bayrağı altında ordular oluşturulurken proletaryanın kızıl bayrağını dalgalandıramamasında, düzen içi barışçıl siyaset sınırlarını aşamamasındadır.
Yugoslavya’yı iç savaşa götüren süreçte; revizyonist yönetimin özyönetimler vs. üzerinden burjuvazinin gelişimine göz yumması sonucu yükselen milliyetçilik, buna bağlı gelişen ‘Büyük Sırbistan’ politikası, uluslararası uygun konjonktür ve emperyalistlerin Yugoslavya’yı parçalama politikası etkili olmuştur. Milliyetçi partilerin bütün cumhuriyetlerde iktidara gelmesi fitili ateşleyen kıvılcım işlevi görmüştür.
Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti kurulduğunda gömleğin ilk düğmesi baştan yanlış iliklenmişti. Federasyonu oluşturan cumhuriyetlerden sadece Bosna Hersek teritoryal (ülkesel) özellikleri dikkate alınarak oluşturulmuştu. Bosna-Hersek tarihi boyunca çok dinli etnik bir yapıya sahipti. Cumhuriyetin etnik yapısı, Sırp, Hırvat, Boşnak ve Yahudilerden oluşuyordu. Yahudiler dini azınlık konumundaydı. Sırp, Hırvat ve Boşnak uluslarından hiçbiri cumhuriyetin baskın unsurunu oluşturmuyordu. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin teritoryal temelde kurulması Bosna’nın tarihten getirdiği bu çoklu kimliğin korunmasını sağlamıştı fakat tam da bu çoklu yapı Bosna-Hersek üzerinde Sırp ve Hırvat milliyetçilerin hak iddialarını korumasına olanak tanıyordu. Halk Cumhuriyeti’nin kurulması milliyetçi iddiaları bastırmış ama tamamen ortadan kaldırmamıştı. Bu milliyetçi iddiaların güncelliğini korumasında en büyük etken Boşnakların ayrı bir ulus olarak tanımlanmamasıydı. Boşnaklar, Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti’nde “M” harfiyle, Müslümanlar olarak bir dini cemaat olarak tanımlandı. Bunda Boşnakların ulusal kimliklerini din üzerinden inşa etmeleri, geç uluslaşmaları gibi Boşnaklardan kaynaklanan faktörler bulunmakla birlikte Sırp ve Hırvat milliyetçiliğine verilmiş ideolojik tavizler de etkili olmuştur. Boşnakların kendilerini Müslümanlar olarak tanımlamaları Yugoslavya’nın diğer ulusları ile ortak etnik kimliğe yapılan bir göndermedir ve farklılaşmanın da kaynağını göstermektedir.
Yugoslavya’yı oluşturan ulusların hepsi ortak etnik kökenden gelmektedir. Ulusal farklılaşmayı oluşturan tarihi farklılaşma inanç merkezli gelişmiştir. Hırvatlar ve Slovenler Katolik; Sırplar, Karadağlılar ve Makedonlar Ortodoks; Boşnaklar ve Kosovalı Arnavutların büyük kısmı Müslümandır. Farklı etnik kökene sahip Arnavutları dışarıda tutarsak yukarıda sınıflandırdığımız tüm uluslar 9. yüzyılda bölgeye yerleşmiş Slav kavimlerinin devamcılarıdır. Roma’nın nüfus alanında kalanlar Katolik, Bizans’ın nüfus alanında kalanlar Ortodoks mezhebini benimsemiş, Osmanlı’nın bölgeye yerleşmesi ile de bir kısmı Müslümanlaşmıştır. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak Sırp ve Hırvatlarda ulusal bilinç diğerlerine göre daha erken gelişmiştir. Bu da bu iki ulusun hem arasında çelişmeye hem de diğerleri üzerinde hak iddia etmesine yol açmıştır. Boşnakların geç uluslaştıkları bir gerçektir. Boşnak ismi dahi iç savaştan sonra yaygınlaşmıştır. Öncesinde Boşnak ismi, Osmanlı tarafından bölgedeki Müslümanları tanımlamak için kullanılıyordu. Daha sonra bölgeden Türkiye’ye göç eden Müslümanlar için kullanılmıştır ve bu isim esasta Türkiye’de yaygındı. Ancak Boşnakların kendilerini Müslüman olarak tanımlaması ulus olmadıklarının kanıtı değil ulusal kimliklerinin baskın öğesine yaptıkları göndermenin kanıtıdır. Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti’nde Boşnakların “M” harfi ile dini bir cemaat-azınlık olarak tanımlanmaları kolektif haklarını sınırladığı gibi Sırp ve Hırvat milliyetçiliğinin Boşnaklar ve dolayısıyla toprakları üzerindeki hak iddialarını da meşrulaştırmıştır. Bu gerçeklik, Yugoslavya’nın parçalanması aktüel hale geldiğinde Bosna-Hersek’in ve Boşnakların trajedilerinin de kaynağını oluşturmuştur.
Bugün tekrar aynı trajedilerin yaşanmaması için atılması gereken ilk adım Boşnakların bir ulus olarak tanınmasıdır. Bu, ‘birleşmek için ayrılma’nın ilk ve gerekli adımıdır. Bu tanıma, Sırp ve Hırvat milliyetçiliğinin Boşnaklar üzerindeki etnik ve teritoryal iddialarının dayanaklarını ortadan kaldıracaktır. Yanı sıra emperyalizmin bölgeyi istikrarsızlaştırmada kullandığı ulusal çelişkilerden biri işlevsiz hale gelecektir. En önemlisi ise bölgede birleşmek için ayrılmak zorunluluğunun doğru tanımlanmasını sağlayarak daha güçlü birleşmelerin temelini atacaktır.
Bu politik görevi, bölge halklarının demokratik, ilerici kültürlerinin geliştirilmesi için gerekli adımların atılması, bu yönde politikaların oluşturulması izlemek zorundadır. Aksi taktirde kışkırtılmış milliyetçiliklerin nifak tohumları, yeşerecek verimli bir bataklık bulacaktır. Emperyalistlerin ve yerel egemenlerin halkları bölme çabasına karşın iç savaşın en kanlı günlerinde dahi bölge halkının savaş karşıtı harekete önemli bir destek vermesi ve Saraybosna, Tuzla ve Bihaç gibi şehirlerdeki çok etnili-kültürlü toplumsal dokuyu korumak için gösterdiği çaba, bölge halkının birlikte yaşama iradesinin kanıtıdır. Halkın birlikte yaşama iradesi iç savaş gibi büyük ve yıkıcı bir deneyim karşısında örselenmiş, yıpranmış ama savaş sonrasını görmeyi, ayakta kalmayı başarmıştır. Bu iradeyi bilinçli ve sistematik bir çaba ile güçlendirmek gerekmektedir. Bunun yolu da feodalizmden devralınan çok kültürlülüğün sürdürülmesi değil halkın demokratik, ilerici, yüzü aydınlığa dönük kültürünün güçlendirilmesinden geçmektedir.
Emperyalistler ve liberal ideologlar bölgedeki varlıklarını bu çok kültürlülüğü koruma gerekliliğine dayandırmakta, halkın birlikte yaşama iradesini çok kültürlülük savunusuna tahvil ederek durumu mevcut biçimiyle sürdürmek istemektedirler. Elbette halkın bağrındaki çok kültürlülüğün gelişip senteze ulaşması komünistlerin arzu edeceği bir gelişmedir. Emperyalistler ve liberal ideologlar ise çok kültürlülüğü feodalizmden devralınan parçalı yapının ebed müddet sürdürülmesi biçiminde savunmakta, bu arzularını çok renklilik gibi söylemlerle temellendirmektedirler. Senteze ulaşmayan, var olanın korunması üzerine kurulmuş, ilerici-gerici ayrımı yapmayan çok kültürcülük savunusu ve siyaseti gerici bir siyasettir ve esasta egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir.
Komünistlerin çok kültürcülük savunusu bu ulusal kültürlerde demokratik, ilerici olan ne varsa onların bir arada gelişimini ve proletaryanın kültürü içinde sentezlenmesini kapsamaktadır. Yugoslavya’nın yeniden birleşmesinin yolu bu ulusların demokratik, ilerici kültürlerinin teşvik edilmesi, gelişimlerinin önündeki engellerin kaldırılmasından geçmektedir.
Bu ulusların demokratik, ilerici kültürlerinin gelişimi, ortak özelliklerinin pekişmesi için ulusal farklılaşmada temel rol oynayan inanç merkezli ulusal kimlik inşası politikaları terk edilmelidir. Ulusal ve inançsal bakımdan eşitlik tesis edilmeli, siyasi iktidar nezdinde etnik ve dini kimliklere karşı negatif bir tutum geliştirilmelidir. Negatif tutum, bu kimliklerin inkâr edilmesi, baskı altına alınması anlamına gelmemektedir. Bu kimliklerin kamu desteğinden yoksun bırakılması, özellikle inanç temelli kimliklerin kamusal alana taşınmasının engellenmesi, bireysel hak ve özgürlükler temelinde yaşanmasına izin verilmesidir.
Bosna-Hersek özelinde bu çok kültürlüğün gelişimi için öncelikle Boşnakların ulus olarak tanınması ve demokratik, ilerici kültürlerinin önündeki engellerin kaldırılması gerekmektedir. Bu gelişimin sağlanabilmesi için uygun siyasi ortam ise bağımsız bir Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin kurulması, mevcut sömürge siyasi yapının tasfiyesi ile mümkündür. Boşnakların çoğunlukta oldukları toprakları kapsayacak bu cumhuriyet demokratik merkeziyetçilik temelinde örgütlenmelidir. Bu ilke çerçevesinde sınırları içinde kalacak azınlıkların tüm siyasi haklarını tanımalıdır. Cumhuriyet dışında kalacak Boşnakların da o ülkelerdeki siyasi hakları tanınmalıdır. Bunun için bölge ülkeleri de demokratik merkeziyetçiliği temel örgütlenme biçimi olarak benimsemelidir. Ancak bu biçimde, yeniden örgütlenecek bölge ülkeleri ekonomik ve siyasi örgütlenmelerini güçlendirecek bir “konfederasyon” çatısı altında örgütlenebilir, kanla lekelenmiş geçmişlerini daha sağlam bir biçimde yeniden kurabilmek için ilerleyebilirler.
Eski Yugoslavya düşünü kuranlar, halkçı yönetimin, birinci Yugoslavya’nın üniter, büyük Sırbistan merkezli yapısına dönüştürülmek istendiği için parçalandığını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu sebepten yüzlerini geçmişe değil geleceğe dönmelidirler. Halkçı (revizyonist) Yugoslavya’nın özyönetimler dahil sosyalizmi geliştirmek için attığı adımların yetersizliklerinden, özyönetimlerin sosyalizm anlamına gelmediği gerçeğinden gerekli dersleri çıkarmayı da bilmelidirler. Burjuva ideolojisine, milliyetçilik ve onun bir aparatına dönüşen inanç kimliğine yönelik tutarlı bir mücadele geliştirmeden yeni ve demokratik, eskinin hatalarından arındırılmış bir Yugoslavya inşa etmek mümkün değildir. Böyle bir Yugoslavya’yı inşa edebilecek yegâne güç ise proletaryadır. Unutmamak gerekir ki Yugoslavya sosyalizme sadık kaldığı, onu sonuna kadar geliştirdiği için yıkılmadı. Burjuvaziye, onun ideolojisi olan milliyetçiliğe karşı tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütmediği için kanlı bir hesaplaşmanın içinde boğuldu.
Geçmişin hatalarından öğrenmiş, demokratik merkeziyetçilik temelinde örgütlenmiş bir Yugoslavya mümkündür ve Yugoslavya uluslarının geleceği buradadır. Yugoslavya’nın tüm demokratik, ilerici, devrimci güçleri bu hedefe ulaşmak, yeni Srebrenicaların yaşanmasını ve kan pınarında yeni çiçeklerin açmasını engellemek için birleşmelidir. Kurtuluş proletaryanın denenmiş bayrağının altındadır.
KAYNAKÇA
1- Benjamin Lieberman, 2016; Korkunç Kader, Heretik Yayınları, 1. Baskı
2- Ozan Erözden, 2017; Geçmişle Yüzleşme ve Ceza Adaleti: Yugoslavya Deneyimi, Birinci Baskı, Dost Kitabevi
3- Tanıl Bora, 2018; Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası-Bosna Hersek, İletişim Yayınları, 2.Baskın