Dış politikayı en genel tabiri ile siyasal bağımsızlığa sahip olan devletlerin birbirleri ile kurdukları ilişkilerin bütünü olarak tanımlayabiliriz. Emperyalist kapitalist sistemde dünya bir avuç emperyalist devlet ile onlara bağımlı olan yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkeler temelinde bölünür. Emperyalist devletlerle yarı-sömürge devletlerin dış politikayı yapış ve ele alış biçimleri aynı olamaz. Zira yarı-sömürgeler komprador burjuvazinin zayıf sermaye birikimi nedeniyle emperyalist burjuvaziye ekonomik olarak göbekten bağımlı ülkelerdir. Bu ekonomik bağımlılık yarı-sömürgelerin “siyasal bağımsızlığında” kuşa çevirir. Unutmamak gerekir ki bir üst yapı kurumu olan siyaset ekonomik temel üzerinde yükselir. Dolayısı ile ekonomik alanda emperyalistlere en iyi hizmeti vermeye çalışırlar. Dış siyasette bir adım atabilmek için bağımlı bulunduğu emperyalizmin onayını ve desteğini alabilmek adına uşaklık yarışına girerler. Diğer taraftan emperyalistler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde yarı-sömürgelerin dış politikadaki manevra alanları “genişler.” Yarı-sömürgeler sanki bağımsızlaşıyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkar. Oysa bu büyük bir aldatmacadır. Gerçekte bu sözde denge politikası yarı-sömürgelerin bir bütün emperyalizme olan bağımlılığını derinleştirir. Zira yarı-sömürgeler şantaj siyasetlerini sürdürebilmek adına emperyalistlere daha çok tavizler vermeye başlarlar. Bunun sonucu olarak da daha fazla emperyalist devlete daha çok bağımlı hale gelmektedir. Ve nihai olarak bu özgün süreçlerde de yarı-sömürge ülkeler ancak emperyalistlerin desteğini ve onayını kazanabilirlerse, dış politikada belli oranda etkin olabilirler. Yani bu “özgün süreçlerin”, “normal dönemlerden” tek farkı yarı-sömürgelerin bağımlı bulunduğu esas emperyalist gücün yanında, öteki emperyalist güçlerle de ilişkisini geliştirmesi, dışarıda bir adım atabilmek adına farklı emperyalistlerinde desteğinin ve onayının peşinde koşabilmeleridir. Bu durum sarmal biçimde yarı-sömürge ilişkisini güçlendirir. Yani söylemde anti-emperyalist ama gerçekte emperyalizme daha sağlam bağlanma süreci yaşanır. Bu durum halka başarı gibi gösterilmeye çalışılsa da gerçekte iş birlikçi, uşaklık politikasıdır.
Türk devletinin ve Osmanlı’nın son dönemlerini incelediğimizde yarı-sömürgeliğin damga vurduğu bir dış politikalar zinciri görürüz. Türk hâkim sınıfları, Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştiği 18. yüzyılın ikinci yarısından bu yana her daim kapitalistlerin ve emperyalistlerin çizdiği sınırlar içerisinde dış politikalar uygulamışlardır. Zaman zaman emperyalistler arası çelişkilere oynayarak manevra alanlarını geliştirmeye çalışmışlarsa da, bu dönemlerde hep hüsrana uğramış, kaybeden taraf olmuşlar ve bir bütün emperyalistlere olan bağımlılıkları daha da artmıştır. Yine bu süreçte içeride iktidar olmaya çalışan her klik emperyalistlerin desteğinin peşinde koşmuş, en iyi uşağın kendisi olacağını ispatlamaya gayret etmiştir. Emperyalistlerin ve onların uzantısı olan komprador burjuvazinin istemediği birisi hükümet kuramaz!
Abdülhamit döneminde izlenen dış politika, yarı sömürgeliğin dış siyaseti nasıl şekillendirdiğini anlatan en iyi örneklerdendir. Abdülhamit hem tahtını korumak hem de Osmanlı’nın ömrünü uzatmak adına dönemin önde gelen emperyalistleri (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya) arasında her türlü ilkeden yoksun bir şantaj ve pazarlama politikası izlemiştir. Bir gün İngiltere’ye yanaşmış, ertesi gün Fransız uşağı kesilmiş beriki gün Rusya’nın peşine takılmış, Almanya’ya göz kırpmayı da ihmal etmemiştir. Desteklerini alabilmek adına hepsine taviz üstüne taviz vermiş, halkın yarattığı değerleri peşkeş çekmiştir. Abdülhamit’ten sonra iktidarı gasp eden İttihat ve Terakki Cemiyeti de emperyalistlere uşaklıkta sınır tanımamıştır. İmparatorluğu tekrardan genişletme hülyaları ile 1. Emperyalist paylaşım savaşında İngiltere- Fransa ittifakına katılmak için çırpınan İTC İngiltere’den “savaşta faydalı olmayacağı” gerekçesi ile ret yanıtı almıştır. Bunun üzerine İTC dümeni Alman emperyalizmine kırmış, savaşa bu emperyalist gücün yanında dahil olmuştur. Bu süreçte ekonomik ve askeri alanda Almanya’ya tam bir teslimiyet sergilenmiştir. Öyle ki ordunun ve bürokrasinin en kritik kademelerine dahi Alman kadrolar hakim olmuştur. Ancak sonuçta Alman emperyalizmi ile birlikte savaşı kaybedince Osmanlı devletinin varlığı da fiilen son bulmuştur. Yine resmî ideolojinin “bağımsızlık kahramanı” olarak sunduğu M. Kemal de işgal yıllarında kukla Osmanlı hükümetinde yer alabilmek adına İngiliz emperyalistlerine yanaşmaya, onları ikna etmeye çalışmıştır. Ancak mevki peşinde koşan Osmanlı paşaları ile uğraşmaktan bıkmış olan İngilizler, M. Kemal’in bu taleplerine kulak asmamıştır. TC’nin kuruluşu da emperyalistlerin onayı ve icazeti ile mümkün olmuştur. Resmi ideolojinin “büyük bir bağımsızlık savaşı” olarak yutturmaya çalıştığı “Kurtuluş Savaşı”nda emperyalistlere tek bir mermi bile sıkılmamıştır. Bu süreçte Türk hakim sınıfları Yunan, Ermeni, Rum ve Kürtlerle savaşırken, emperyalistlerle diplomatik pazarlıklarını sürdürmüşlerdir. Hakim sınıflar emperyalistlerle sürdürdükleri gizli görüşmelerde iyi bir uşak olacağının garantisini vermiş, bunun ispatı olarak da içeride komünistlere dışarıda da Sovyetlere karşı, her türlü düşmanca faaliyeti sürdürmüşlerdir. Başta Anadolu’ya ilişkin başka planları olan emperyalistler, Ekim devriminin ardından sosyalizmin yayılmasını önleyebilmek adına, anti-komünistliğini yaptığı saldırılarla ispatlamış Kemalistlere istediği onayı vermiş ve TC bu sayede kurulabilmiştir. Osmanlı’nın devamcısı olarak kurulan TC, yarı-sömürgeliğe seve seve razı olmuş, yıllar boyunca ülkenin zenginliklerini emperyalist sermayeye peşkeş çekmeyi sürdürmüştür. 2. Paylaşım Savaşı’na kadar önce İngiltere ve Fransa, ardından da Nazi Almanya’sının uşaklığını yapan hâkim sınıflar, savaşın ardından ise, ABD’ye hizmet edebilmek adına her türlü çabayı göstermiştir. Bu süreçte ABD emperyalizmin kanatları altına girebilmek adına gösterilen çaba ibretliktir. TC’nin NATO’ya girebilmesi, Kore savaşına binlerce asker göndermesi ile mümkün olmuştur. ABD’den sermaye akışını sağlayabilmek adına Türk hakim sınıfları yıllarca komünizme karşı sürdürülen “soğuk savaş” saldırısının gönüllü tetikçilerinin başını çekmiştir. O tarihten bu yana hakim sınıflar ABD yörüngesinden çıkmamış dış politikasını büyük oranda ABD ile uyumlu bir şekilde belirlemiştir.
RTE-AKP’nin 2002 yılında iktidara gelişi de ABD’nin icazeti ile mümkün olmuştur. Erdoğan, daha seçime girmeden önce Washington’a gidip ABD Başkanı Bush’la görüşmüş ona biat yemini ettikten ve onay aldıktan sonra iktidara gelebilmiştir. O dönemde ABD AKP’ye Ortadoğu’yu ABD açısından dikensiz gül bahçesine dönüştürme projesi olan BOP eş başkanlığı görevini vermişti. AKP liderliğindeki TC bölgedeki diğer ülkelere model olarak gösterilmiş, ona benzemeleri istenmiştir. AKP bu süreçte ABD adına bölgedeki Sünni ülkelere liderlik yapmaya soyunmuş, bölge ülkelerini ABD’nin istediği neoliberal dönüşümleri gerçekleştirmeye ikna etmek adına yoğun bir çaba sarf etmiştir. Yine ABD’nin “Arap İsyanları”nın başlamasının ardından bölgede kendisi ile uyumlu olmayan rejimleri devirmek adına harekete geçtiği süreçte AKP kritik roller üstlenmiştir. ABD bu dönemde bir çok ülkede Müslüman Kardeşleri iktidara taşıyarak istediği dönüşümü gerçekleştirmeye çalışmıştır. AKP’de bu süreçte Müslüman Kardeşler’le yakın bir iş birliğine girişmiş, her türlü desteği sunmuştur. AKP Suriye iç savaşında’ da ABD’nin görevlendirmesi ile cihatçıların lojistikçiliğini yapmıştır. Ancak Suriye’de Esad rejiminin bir türlü devrilememesi ve diğer ülkelerde iktidara taşınan Müslüman Kardeşler’in beklenen dönüşümleri gerçekleştirememesi ile ABD BOP’u rafa kaldırmıştır. Bu tarih aynı zamanda AKP ile ABD arasındaki sıcak ilişkilerinde sonunun başlangıcı olmuştur. AKP’nin Suriye’de rejim değişikliğinde ısrar etmesi ve Müslüman Kardeşlere desteğini sürdürmesi ABD’nin tepkisini çekmiştir. ABD’nin desteğini çekmesi ile AKP dış politikada adım atamaz hale gelmiştir. Bu durum özellikle 2016 darbe girişiminin ardından AKP hem iktidarını korumak hem de Ortadoğu’da kendine alan açabilmek adına Rusya ve Çin’e yakınlaşmaya emperyalistler arası çelişkilere oynamaya başlamıştır. Türk hakim sınıfları bu süreçte Rusya ve Çin’e yakınlaşmaya şantajı ile ABD’den de taviz koparmaya çalışmıştır. Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirebilmek adına da bu emperyalistlere S-400 alımı nükleer santral ihaleleri dahil bir çok tavizde verilmiştir. Bu tavizlerle birlikte TC, Rusya’dan Suriye’de bir takım operasyon gerçekleştirme iznini alabilmişti. Ancak bu politikanın TC’yi Rusya’ya birçok alanda bağımlı hale getirmesi, ABD ile ilişkilerini daha da germiştir. Nihayetinde ABD’den Bıden’ın başa geçmesinin ardından AKP’nin bu “denge politikasını sürdürme imkanı da ortadan kalkmıştır. Zira Bıden’ın göreve başlamasının ardından ilk işi yarı-sömürgelerini hizaya çekmek adına baskıyı arttırmak olmuştur. AKP’de bu baskıyı göğüsleyemeyeceğini çok iyi bildiğinden dümeni yeniden ABD’ye kırmak istemiştir. ABD ile ilişkileri toparlamak adına AKP bir dizi taviz de vermiştir. D. Akdeniz’den gemilerin çekilmesi İsrail, Mısır, BAE gibi bölge devletleriyle yeniden ilişkilenmek gibi atılan kimi adımlar bu kapsamda okunmalıdır. Ancak AKP’nin daha önce Rusya’ya verdiği tavizler nedeniyle ABD’nin istediği kimi adımları atabilmesini engellemiştir. Örneğin ABD S-400’lerin çöpe atılmasını, Rusya ile ilişkilerin büyük oranda kesilmesini istemektedir. Ancak bu adımları atması halinde Rusya’nın ödeteceği bedellerden çekinen Erdoğan, ABD’nin bu artık onun üstünü çizmesine neden olmuştur. Bu sebeple de Bıden, RTE’nin tüm çırpınışlarına verdiği tavizlere rağmen onunla görüşmekten dahi geri durmaktadır. Rusya ile ilişkilerde de benzer bir tablo vardır. Rusya en baştan bu yönü Erdoğan ve AKP’ye hiçbir şekilde güvenmemiş, ancak ondan faydalanmaktan da geri durmamıştır. Suriye’de TC’ye kendi denetimine halel getirmeden ufak bir alan açmasının karşılığında AKP’den bir çok tavizde koparabilmiştir. Ancak Bıden’ın göreve başlamasının ardından AKP’nin dümeni yeniden ABD’ye kırdığını gören Rusya da RTE’nin üzerini çizmiş gibi görünmektedir. AKP’nin Bıden’dan yüz bulamamasının ardından ABD’ye şantaj yapabilmek adına kendisine yanaşmaya çalıştığını gören Rusya artık RTE’ye prim vermemektedir. Nitekim Soçi’de gerçekleşen zirvede Erdoğan’ın birçok tavizi vermeyi taahhüt etmesine rağmen Putin’in TC’nin İdlib’ten çekilmesini istemeye devam etmesi bunun net bir göstergesi olmuştur. Özcesi AKP şahsında Türk hakim sınıfları ABD ve Rusya arasında sıkışmış durumdadır. RTE ne ABD’ye ne Rusya’ya yaranabilmekte, bu iki emperyalist gücünde karşısına geçmesi nedeni ile dış politikada istediği hiçbir adımı atamamaktadır. Bu süreç aynı zamanda TC’nin Suriye, Libya gibi bölgelerden çekilmesi, D. Akdeniz’de kendisine dayatılana razı olması ile sonuçlanacaktır. Ayrıca Erdoğan hem ABD’nin hem Rusya’nın desteğinden mahrum olmasının içerideki iktidarını da kaybetmesine yol açacağını çok iyi bilmektedir.
Kuşkusuz Erdoğan’ın temsil olduğu klik emperyalistlerin yeniden gözüne girebilmek adına önümüzdeki süreçte her türlü tavizi vermeyi göze alacaktır. Bu tavizlerin maliyeti de halkın sırtına yıkılacak, halkın yarattığı değerler emperyalistlere daha fazla peşkeş çekilecektir. Yani bu durum halka yeni zamlar, açlık ve yoksulluk olarak yansıyacaktır. Yarı-sömürge, yarı-feodal yapı tasfiye edilmediği müddetçe hakim sınıfların iktidarlarını korumak adına ülkenin kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekmesi de önlenemez.
Türk hakim sınıfları “aktif dış politika”nın sonuçlarını görmüştür. Komprador burjuvazinin emperyalist tekellerin taşeronu olarak bazı Ortadoğu ülkelerine yaptıkları ticaretle yok düzeyine inmiştir. Bu politik bir tercihten çok sosyo-ekonomik yapının doğal sonucudur. Fakat hakim sınıflar bu sürecin tüm faturasını bir dönemin kadrolarına çıkarıp, onları tasfiye ederek iktidara yeni kadroları getirip bu hasarları onlarla onarmaya çalışacaktır. Tehlike, halka bu dış politika ve ekonomik krizin var olan sistemle ve onunla ilişkili sosyo-ekonomik yapı kaynaklı olduğu söylenmemektedir. Hakim sınıflar adına bir dönem için halkı soymakla görevlendirilen hükümetlerin yanlış politikaları kaynaklı olduğu yalanı söyleniyor. Bu sosyo-ekonomik yapı tasfiye edilmeden bu sorunlar hep yaşanacak ve tüm faturayı da emekçi halk çekecektir, çekmiştir. Bu sistemin tasfiyesi de ancak Demokratik Halk Devrimi ile mümkündür. Demokratik Halk Devrimi bu sistemi, sosyo-ekonomik yapıyı tasfiye etmediği sürece aktörler değişse de aynı sorunlar yaşanmaya devam edecektir. Nerede ise 200 yıldır bu böyle olagelmektedir.
Türk hâkim sınıflarının dış politikaları sınıfsal karakterlerini yansıtması bakımından devrimcileri ve komünistleri şaşırtmaz iken, komünist ve devrimcilerin görevi bu sınıfsal karakteri doğru tespit edip buna uygun mücadele yöntemi belirlemektir.