[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Faşist diktatörlük için hapishaneler her dönem önemli ve önemli olduğu kadar da tehlikeli mekânlar olmuştur. Faşist diktatörlük için hapishaneler onun bekasını devam ettirmesi açısından kendisine muhalif olanları cezalandırdığı, faaliyetlerini engellediği ve “ıslah” ederek kendisi için tehlikesiz bir hale soktuğu alanlardır.
Onlar için tehlikeli yanı ise; özellikle devrimci ve yurtseverlerin bu tecrit, ıslah etme ve ehlileştirme politikalarını bertaraf ederek hapishaneleri birer “okul”, mücadelenin bir alanı olarak görüp buna göre kendilerini konumlandırmalarından gelmektedir. Toplumun en dinamik kesimlerinin (devrimci-demokrat-ilerici tutsaklar) bulunduğu bu alan, en zor dönemlerde bile direngen, mücadeleci ve kısıtlı imkânlarıyla düşmanla her an irade savaşı veren yapısıyla topluma örnek olmaktadır. En zor zamanlarda mücadelenin önemine yapılan vurguyla toplumun değişik katmanlarında bir direnç kaynağı olma yeteneği göstermektedir.
Bu nedenlerden kaynaklı faşist diktatörlük hapishaneleri sürekli kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. “Hapishaneler sorununu çözmeden geleceğe güvenle bakamayız” diyen Ecevit, bu konunun sistem açısından önemine vurgu yapıyordu aslında. Politikadan uzaklaştırılmaya, sorunlarına, sıkıntılarına duyarsızlaştırılmaya çalışılan topluma gerçeği anlatan, öncülük yapan devrimciler ve komünistler, sistemin özel gündemi olmayı hak edecek kadar “tehlikeli”dir faşist diktatörlük için.
TESLİMİYETE KARŞI ÇEKİLEN BAYRAK
12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntası sonrası hapishanelere konan on binlerce devrimci ve yurtsever faşist diktatörlüğün “özel” uygulamalarıyla sindirilmeye çalışıldı. Bu sindirme hareketiyle dışarıdaki mücadelenin de kontrol altına alınacağı, yok edileceği düşünüldü. Metris Hapishanesinden, Sağmalcılara, Toptaşı Hapishanesinden Mamak Hapishanesine, ülkenin birçok hapishanesinde işkenceler, baskılar, katliamlar alabildiğine bir vahşilikle gerçekleşirken bu vahşete karşı silah olarak bedenlerinden başka araca sahip olmayan devrimciler, direniş destanları yazıyorlardı. Elbette 12 Eylül AFC’sini tek başına yüz binlerce insanın işkenceden geçirildiği, idamların, infazların yaşandığı bir karanlık çağ olarak tanımlamak yetersiz olacaktır. Aynı zamanda solun, emek mücadelesinin ezilmeye çalışıldığı, Kürt Ulusal Mücadelesinin yok edilmek istendiği, neoliberal politikaların, “yeşil kuşak” yönelimlerin hayata geçirildiği bir karanlık dönemdir.
Bu politikalara karşı çıkacak, oyunu bozacak önemli bir kesim vardı: devrimciler. Onları hapishanelerde baskı altında tutmak, efendilerin önlerine koyduğu görevle adım adım teslim almak genel politikaların da yavaş yavaş hayata geçirilmesini sağlayacaktı. Diğer taraftan Kürt Ulusal Mücadelesinin tasfiyesine dönük de çok kapsamlı bir hareket de söz konusuydu. Bu noktada Diyarbakır 5 Nolu Askeri Hapishanesi, uygulanan vahşi işkencelerle, onur kırıcı birçok uygulamalarla gerçekleşmeye yüz tutan teslimiyetle ün kazanıyordu. İleride dünya basınında “dünyanın en kötü şöhretli 10 hapishanesi” olarak yankı bulacak işkence tezgâhları hazırlandı. Kürtleri kontrol altına almak için özel olarak atanmış işkenceci katil Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran yönetiminde faşist diktatörlüğün yüzü güldürülmek isteniyordu.
Diyarbakır 5 Nolu Hapishanesini düşman açısından önemli kılan özelliklerinden biri gerilla mücadelesinin neferi olmuş ulusal hareketin ve devrimci-komünist hareketin öncü kadrolarının birçoğunun burada olmasıydı. Bu nedenle baskının, vahşetin boyutu her geçen gün artarak devam ediyordu. Dışarının büyük oranda “kontrol” altına alındığı bir dönemde, içerinin de itaat etmesi gerekiyordu. Hapishanede teslimiyeti dayatan insanlık dışı uygulamalara karşı direniş, PKK’nin öncü kadrolarından Mazlum Doğan’ın 1982 yılı Newrozu’nda üç kibrit çöpüyle bedenini ateşe vermesiyle başladı. Fitilini Mazlum Doğan’ın ateşlediği bu direniş, “Dörtler” olarak bilinen Ferhat Kurtay, Eşref Anyik, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’in 17 Mayıs 1982’de bedenlerini ateşe vermeleriyle büyüdü. Ancak işkence ve baskı o kadar boyutluydu ki birçok tutsak bu uygulamalara dayanamamış ve teslim olmuştu. Bu teslimiyeti bir yerden kırmak, direnişi örgütlemek gerekiyordu. Bu noktada; PKK’nin öncü kadrolarından Kemal Pir ve Mehmet Hayri Durmuş öncülüğünde yoldaşları Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in de katılımıyla 14 Temmuz 1982’de başlattığı ölüm orucu eylemi, teslimiyeti direnişe, yılgınlığı umuda çevirdi. Ölüm orucunun 53’üncü gününde Kemal Pir, 61’inci gününde Hayri Durmuş, 63’üncü gününde Akif Yılmaz ve 65’inci gününde ise Ali Çiçek yaşamlarını yitirdiler. Hapishanedeki insanlık dışı işkence uygulamalarının son bulmasını sağlayan eylem, Kürt Ulusal Mücadelesi için de yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
DİRENİŞİN ÖZÜ
Teslimiyetin onurlu duruşa, pasifizmin direnişe çevrildiği 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi Kürt Ulusal Hareketinin mücadele hattı üzerinde milat sayılacak bir öneme sahiptir. 12 Eylül AFC’sinin içeride ve dışarıda nefes aldırmadığı, katliamlarla, tutuklamalarla, örgütlenme önündeki her yolu kapatan yasaklarla azgınlaştığı bir dönemde, bu baskı ve zora karşı bir direniş ateşinin yakılması, gerek kitlelerde, gerekse de Kürt Ulusal Hareketinin kendisinde rotanın mücadeleye, direnişe çevrilmesine yol açmıştır.
Kürt Ulusal Hareketinin kendi tarihsel sürecine yönelik değerlendirmelerinde özel bir vurgu yaptıkları 14 Temmuz, PKK’nin direngen mücadele sürecinin de temellerinin atılmasına vesile olmuştur. 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi sadece Diyarbakır Zindanında yapılan ağır işkencelere karşı bir zafer değildir. Burada esas olan düşmanın politik olarak yenilgiye uğratılmasıdır. Kürtçe konuşmanın yasak olduğu, İstiklal Marşı’nın söylenmesinin zorunluluk olduğu, teslimiyeti kabul eden tutsakların diğer tutsaklara işkenceye zorlandığı, insanlık onurunu ayaklar altına alacak her türlü zulmün yapıldığı, Kürt ulusal değerlerinin adeta baskıyla sindirilmeye çalışıldığı koşullarda ya teslim olunup kendi değerleri düşmana teslim edilecekti ya da direnerek düşman bozguna uğratılacaktı. İkincisi seçildi ve bu direniş dalga dalga yayılarak bir ulusun yeniden ayakları üzerinde doğrulmasını sağladı.
Koşulların iyice kötüleştiği günlerde Mehmet Hayri Durmuş’un Kemal Pir’e , “Ne yapalım Kemal?” demesi üzerine Kemal Pir’in, “Kanımızı dökmeliyiz, kanımızı” yanıtı teslimiyete karşı direnişin sembolü oldu. Bu pratik de Kürt Ulusal Hareketinin üzerinde ısrarla durduğu “feda ruhu”, mücadele hattının gelişiminin önemli dinamiği olmuştur.
Mehmet Hayri Durmuş mahkemedeki konuşmasında, “Kurtuluş̧ saflarında Kürdistan halkının ulusal kurtuluş̧ mücadelesi için yıllarca mücadele verdim. Kişisel hiçbir beklentim ve hesabım olmadı. Daha fazlasını yapamadığım için mezar taşıma, ‘bu adam halkına borçlu gitti’ diye yazın” demiştir. Yine mahkeme ifadesinde kendisine, “Halk ordusunu kurdunuz” diyen hâkime Kemal Pir, “Biz Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusunu kurmayı çok istedik ama bunu başaramadık; eğer halk ordusunu kurmuş olsaydık burada sayımız daha az ama sesimiz daha gür olurdu” demiştir. Bu söylem ve yaklaşım mücadele rotasının nereye çevrilmesi gerektiğini göstermektedir. Hareket, 15 Ağustos çıkışını bu yönelim ve duruştan aldığı ilhamla gerçekleştiğini ifade etmektedir.
DEVRİMCİ TUTSAKLARLA DAYANIŞMAYI BÜYÜTELİM
14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişinin yapıldığı süreçte tutsaklar maalesef dışarıdan yeteri kadar destek alamamış, ellerindeki tek silah olan bedenlerini ölüme yatırarak başarıya ulaşmışlardır. Aradan geçen 41 yıllık süreçte de devrimci ve yurtsever hareket birçok birikim, kazanım, yengi ve yenilgi yaşamıştır. Bugün de hapishanelerde yüzlerce hasta tutsak tedavileri engellenerek ölüme terkedilmiş durumda. Görüş yasakları, yayın yasakları, infaz yakmalar, sürgün sevkler, arama bahanesi adı altında yapılan hücre baskınları sürekli bir baskı mekanizması olarak işletilmektedir.
Bu saldırılara karşı devrimci, demokrat, yurtsever ve komünist tutsaklar direnmeye devam ediyorlar. Bu direnişi dışarının mücadele hattıyla bütünleştirmek, direniş ruhunu mücadelenin alanlarında yükseltmek önemlidir. Direnmekten başka çaresi olmayanlar direnerek meydan okumaya devam ediyorlar. Sanmayalım ki bizim de direnmekten başka bir çözümümüz vardır. 14 Temmuz direnişi son kertede alınmış bir kararın sonucudur ve olanaksızlıklar içinde dahi kazanmanın bir olasılık olduğunu göstermektedir. Kazanma ruhuyla hareket ettiğimizde ve çoğunluk olan halka yüzümüzü döndüğümüzde kazanmak her zaman mümkündür. Hapishaneler direnmeye devam ediyor. Kazanacaklarına inanmış olarak direniyorlar.