[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Seçim sürecinin sonlanmasından itibaren sonuçların yarattığı “hayal kırıklığı” ve umutsuzluk birçok tartışmayı, beklentiyi belirlemeye devam ediyor. Egemen sınıfların bir kanadının yenilmesiyle kendini yenilmiş hisseden azımsanmayacak bir devrimci-demokrat kesimin varlığı açıktır ki devrim hareketinin gelişimi bakımından iyi değildir. Devrim hareketinin zayıflığının bir ürünü olarak da görülmesi gereken bir gerçekliktir bu. Dolayısıyla bu gerçeklikle uğraşmak, bunu anlamak bizi devrim hareketinin çözüm bekleyen sorunlarıyla da yüzleştirecektir. Elbette sözünü ettiğimiz hayal kırıklığının ve umutsuzluğun kaynağı olan burjuva bakış açılarıyla da bir hesaplaşma zorunludur. Sadece somut gerçekliği kavramakla ilgilenmek; ama subjektif alandaki yanlış anlayışları göz ardı etmek devrimci hareketin açmazlarını aşmak bakımından zayıf bir yaklaşım anlamına gelir. Yüzleşmeyi de hesaplaşmayı da hakkıyla yerine getirmek gerekir.
DEVRİM NESNEL İHTİYAÇTIR
Geniş kitlelerin de bu yüzleşme ve hesaplaşmaya olumlu karşılık vereceğine inanmak gerekir. Çünkü bu aynı zamanda onların nesnel gerçekliklerinin bilince çıkarılmasını gerektiren bir yaklaşımdır. Kendini o biçimde göstermese de umut kesilmiş ya da hiç oluşmamış gözükse de beklentiler söz konusudur. Devrim kitleler için nesnel bir ihtiyaçtır dediğimizde kitlelerin devrimi kendiliğinden ifade etmediğini; ama onların doğal eğiliminin, nesnel hareketinin bunu içerdiğini söylemiş oluyoruz…
Beklentiler nelerdir? Kitlelerden kitlelere çizgisini izleyerek devrimi ilerletmenin önündeki engelleri nasıl aşacağımız üzerinde durmak bugün biraz daha gerekli görünmektedir. Boykot tavrı ile bu hayal kırıklığıyla ve umutsuzlukla aramıza derin bir uçurum açmış görünsek de gerçeklik önemli ölçüde öyle değil. Çünkü boykot tavrımızın halk içindeki karşılığı ve bizim bu süreçteki genel çalışmalarımız henüz kendiliğindenlik kapsamındadır. Kendini teorik düzlemde göstermese de pratik düzlemde bir gerilik ve gerileme içinde olduğumuz inkâr edilemez. Yüzleşmenin ve hesaplaşmanın bizim için kesintisiz bir süreç olduğunu es geçmeden; bununla birlikte bunun şimdiki gerekliliğinin de altını çizerek yol almalıyız.
Hiç şüphe duymadan şunu ifade edelim: Boykot tavrı dayatılan düzen içi çatışmaya düzen dışından geliştirilmiş bir devrimci politik tavırdır. Genel olarak komünist hareketin örgüt gücünü sınama ve kitlelerle geniş düzlemde bağlar geliştirme aracı olarak değerlendirdiği parlamento seçimleri bizde çeşitli faşist yasalar ve yönetim biçimiyle tamamen daralmış bir politik sahnedir. Bu sahnede sergilenen oyun hangi efendinin kahramanlığında yeni bir oyuna başlanacağı hakkındadır. Devrimci ve demokrat hareketin sahnede herhangi bir rol alması hem sahnenin darlığından genellikle olanaksızdır hem de daha baştan bir senaryo çizildiği ve bunun çerçevesi dışına çıkmak “suç” sayıldığı için… Seçimlerin hem gerçekleşme biçimi hem de sonucu bu tanımların yerinde olduğunu ispatladı.
Seçimlerin sonlanmasıyla birlikte tüm toplumsal sorunlar kitlelerin çözümüne, yani devrime muhtaç bir şekilde toplumun üzerine yığılmış durumda. Parti ve devrim bilincimizin, devrimin nesnel gerekliliğinin tekrardan elden geçirilmesi gerektiği açıktır.
SEÇİM, GERÇEK EĞİLİMİ GÖSTERMEZ
Ülkedeki genel toplumsal sorunların, sınıfların zıtlıklarının, ezilen kesimlerin ihtiyaçlarının ve taleplerinin yarattığı çelişkilerin üzerinde yoğunlaşmış bir pratik hattın yaratılması görevi önümüzde durmaya devam ediyor. Esas olarak halk kitlelerini düzene tabi kılmaya hizmet eden, düzen dışı arayışları demokrasi dışı arayışlar olarak reddetmeyi meşrulaştıran, bununla egemen sınıf klikleri arasındaki mücadelenin bir tür arenası olan seçimin ardından yapılan tartışmaları izlemek, değerlendirmek kuşkusuz gereklidir ve öğretici olacaktır. Halk kitlelerinin düzenle, düzen partileri ile ilişkilerinin onların beklentileriyle, çıkarlarıyla ne derecede ve nasıl ilgili olduğu kadar devrimci hareketin bu beklenti ve çıkarları ne derecede kavradığı da tartışılmalıdır. Sorun elbette bu tartışmanın doğru bir bakış açısıyla ve doğru argümanlarla yapılmasıdır. Bizim için bu tartışmanın esas önemi önümüzdeki mücadele sürecinde önümüze ışık tutacak bilgileri içerecek bir tartışma, değerlendirme yapmaktır. Halkı devrim için örgütlemek onun eğilimlerini, bağlılıklarını, hatta bağımlılıklarını değiştirmeyi gerektirdiği için bu böyledir.
Devrimci ve demokratik kesimde ve en geniş muhalif kanatta egemen kanı halkın eğiliminin iktidarı değiştirmek yönünde olduğuydu. Seçim sonuçları ise bu kanının sonuç olarak doğru olmadığını “ispatladı.” İktidar partisinin etrafında kümelenen ittifak hem mecliste çoğunluk sağladı hem de cumhurbaşkanlığını kazandı. Ciddi boyutlardaki yoksullaşmaya ve geçim sorununun çok boyutlu yaşanmaya başladığı koşullarda bu sonuç söz konusu kesim için en azından beklenmedikti. Halkın gerçek eğilimini seçim sonuçlarıyla açıklamak bahtsızlığına düşmeden bu konuyu bir ölçüde de olsa açıklığa çıkartmaya ihtiyaç vardır.
Hemen şunu hatırlatmak gerekir ki halkın bu seçimlerden beklentisi hiçbir zaman gerçek sorunlarının çözülmesi, kurtuluş olanağına yaklaşmak olmamıştır. Halk kitleleri dün gibi bugün de birçok devrimci-demokrat kesimin aksine esas olarak egemen yapının içinde bir seçim yaptığının farkında olmuştur. Türkiye halkının Türkiye’deki demokrasi konusunda önemli ölçüde tecrübeli olduğunu, seçimlerin hiçbir zaman kendi lehlerine sonuç vermediğini defalarca deneyimlediklerini bilmek gerekir. Bu gerçekliği hemen her doğru sohbette görmek mümkündür. Onlar ehven-i şere oy verdiklerini tekrar edip durmuşlardır. Dolayısıyla seçimin sonuçlarının halkın gerçek eğilimini gösterdiği görüşü yüzeysel bir bakıştan mustariptir. Gerçekliği anlamak için ona daha derinden bakmak gerekir. Bunun anlamı kitlelerin, dahası genel toplumsal koşulların objektif durumu ile kitlelerin görünürdeki eğilimlerinin uyumsuz olabileceğidir.
Kitlelerin görünürdeki eğilimleri yönlendirmelere, kendi gerçekliklerine rağmen, dolayısıyla dışarıdan belirlenen yaklaşımlara tabidir. Seçim süreçleri bu bakımdan özellikle subjektiftir ve temel alınmaları yanlış sonuçlar doğurur. Oysa kitleler kendi gerçeklikleri hakkında konuştuklarında seçim gibi subjektif alanlarda somutlaşan eğilimleriyle çelişirler. Seçim sonuçları değerlendirilirken bu özel noktanın ihmal edilmemesi gerekir.
Bu noktanın üzerinde durmak devrimci hareket için belirleyici derecede önemlidir. Halihazırda kitlelerin seçimlerde açığa çıkan eğilimi hakkında olumsuz birçok yargı söz konusudur. Bu yargıların “bu halktan bir şey olmaz” sonucuna kadar götürülebildiğine çoğumuz tanıklık ediyor olmalıyız. Kabaca bakıldığında “haksız” denemeyecek bu çıkarım özellikle devrimci bir hareketin var oluşuyla çelişkilidir. Bu çelişki çıkarımın sahibi her devrimciyi bunalıma sokacak denli çetindir, dolayısıyla söz konusu devrimci için bu bir gerileme kaynağıdır.
ÖZEL VE ÖZGÜN KOŞULLAR
Bunalıma girmenin ve gerilemenin bir süreç olduğunu bilmek gerek. Bu sürecin başlangıç biçimlerinden biri ve aslında en etkilisi temel tezlerden, ilkelerden, tarihsel yasalardan uzaklaşmaya, kopmaya varacak yeni ve kuşkusuz onu ileri sürecek olan için orijinal tez arayışıdır. Belli bir gerçekliğe dayanan bu arayışın sonuçlardan hareketle devrim ile kitle ilişkisini sorgulaması açıktır ki toplumsal ve tarihsel gerçeklikle örtüşmez. Bu ilişkiyi kendiliğindenlik zemininde aramak o bilindik idealist sentezi tekrarlamak olur. Buna göre “her şey” kendi döngüsünü tamamlamak üzere hareket eder. Döngü tamamlandığında baştan bilinen de öğrenilmiş olacaktır. Oysa gerçeklik böyle ilerlemez. Devrim dediğimiz olgu toplumsal hareketin kendi döngüsünü tamamlaması değil, döngünün alt edilmesi, yeni ve bambaşka bir döngünün başlamasıdır. Önümüzdeki döngüsel süreçlerin tasarlanmış süreçler olmadığını, her sürecin öznesinin özel ve özgün olarak oluştuğunu, toplumsal süreçleri yaratan insanların çatışmasız bir bütün değil, çatışmalı bir bütün olduğunu unutmamak gerekir.
Somut olarak seçim sürecine dönersek bu konuda söylenmesi gereken şudur: Seçim sürecine kitlelerin hareketi değil egemenlerin hareketi damga vurmuştur. Kitlelerin çıkarlarıyla uyumsuz gerçekleşen bu sürecin kitlelerin hareketiyle çelişkili olması gayet mantıklıdır. Kitleler kendi kaderlerini belirleyemedikleri her durumda egemenlerin onların kaderini belirleyeceğini ileri sürmek bir kehanet değil; olağan olanın tespitidir… Kitleler kendiliğinden bir şekilde kendi gerçekliklerine, kendilerinin tarihsel ve toplumsal rollerine erişemezler. Çünkü onları bundan alıkoyan bir sistem içindedirler. Politik ve ekonomik yapının sahipleri ideolojik olarak belirleyen konumda olduklarından ve kitleler yaşamak için bu düzenin çarkları arasında ezilmeye mahkûm edildiklerinden kitleler için kendiliğindenliğin bilgisi ezilen olma bilgisinin ötesine geçemez. Bu bilginin ötesine geçmek için düzenin bütün bilgisinin keşfedilmesi gerekir. Marksizm’in veya genel olarak bilimsel bakış açısının ayırt edici özelliği buradadır. Marksizm kapitalist toplumsal düzeni bir bütün olarak tahlil ederek işçi sınıfının tarihsel rolünü açığa çıkarmıştır. Hiç şüphesiz kitlelerin tarihsel rolü hakkında ondan önce de belli bir kanıdan söz etmek mümkündür. Ne var ki bu, tanımın kendisinden anlaşılacağı üzere “kanı” düzeyindedir ve “ezilen son sınıf” olarak işçi sınıfının sınıfsız toplumu yaratacak özne olduğu bilgisinden yoksundu. Zira bütünün bilgisi olmadan parçasının bilgisi eksiktir ve parçadan hareketle bütünün anlaşılacağını sanmak bir yanılgıdır. Kitlelerin kendiliğinden bilgisinin parça bilgisi olduğunu ve bu kendiliğinden bilginin aynı döngü içinde sıkışmış bilgi olduğunu özellikle ihmal etmemek gerekir.
Dolayısıyla “ezilenlerin seçimi”nden bahisle halkın “bir kesimi” bakımından devrim ihtiyacını sorgulamak veya devrimci durumun varlığını bu boyutta bile olsa reddetmek bilimsel bir değerlendirme değildir. Böyle bir değerlendirme kendiliğindenciliğin “orijinal olmayan” bir biçimidir. Bu tür kendiliğindencilik başka bir zaman diliminde, örneğin kitle isyanlarından devrim bekleyedurur! Devrimci hareketi de bu isyanları “küçümsemek”le eleştirir. Oysa böylesi durumlarda eleştirel mızrağın sivri ucu bütünü kavramakta gösterilen yetersizlikte aranmalıdır. Bütün nasıl kavranmalıdır sorusuna yoğunlaşılmalıdır.
Bütünün kavranması elbette sıradan bir olay değildir. Bununla birlikte sıkı bir çalışma, daha fazla örgütlü davranma, bilimsel bakış açısıyla toplumu analiz etme ve özellikle Marksizm’in öğrettiği gibi toplumsal gelişmeyi işçi sınıfının çıkarları açısından incelemek zorunludur.
Özel, ayrıntı gibi dursa da dikkat çeken bir nokta olarak yoksul, emekçi, esas olarak köylü karakterine sahip kitlelerin iktidar partisiyle/iktidar gücüyle ya da “muhafazakâr” kanatla ilişkisini de bu gözle yorumlamak gerekir.
EGEMENLERİN TERCİHİ, YANLIŞ ELE ALIŞLAR
Hiç tartışmasız bu ilişkinin anlaşılması gerekir ve bu özellik nedeniyle oluşan kafa karışıklığı da bu yolla giderilmelidir. Öteden beri devam eden bu ilişkinin kaçınılmazlık içerdiği söylenebilir ve kaçınılmazlık söz konusuysa eğer karşımızda toplumsal ve tarihsel bir problemin bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Yoksul, emekçi ve köylü karakterine sahip geniş bir kesim faşizmin “muhafazakâr” kanadı ile uzun yıllara dayanan ve devam edegelen bir ilişki içindedir. Bu ilişkinin son seçimle gündeme gelmesi ve sorunsallaşması kuşkusuz subjektif bir yaklaşım içeriyor. Hem devrimci-demokrat kesimlerde açık bir hal alan ve yaygın olan “seçimle iktidarın değişeceği” düşüncesi buna yol açmıştır hem de muhafazakârlığın ezilenlerin gerçekliğiyle çeliştiği yorumu… Seçimlerde kitlelerin nesnel çıkarlarının sonuçlara yansıyacağı beklentisinin yanlış olduğunu defalarca deneyimlediğimizi hatırlatalım. Bununla birlikte bu seçimlerde de egemen sınıfların esas kısmının kendi çıkarlarına en uygun iktidar için özel bir çaba harcadıklarını, devlet kurumlarını bu amaca uygun kullandıklarını da buna ekleyelim. Sadece buradan bakıldığında da söz konusu ilişkinin seçim sonuçlarına “iktidar yanlısı” bir ilişki olarak yansıması anormal bir gelişme değildir. İktidardaki düzen partilerini benimseyenlerin neden muhalafetteki düzen partilerini benimsemediklerini sorgularken bunun esasta egemen sınıfların bir tercihi olduğunu unutmamak gerekir. Şöyle de ifade edebiliriz bunu: kitlelerden önce iktidar partilerini (Cumhur İttifakı’nı oluşturan partiler) egemen sınıfların esas güçleri benimsediler ve tüm olanaklarını kitleleri yönlendirmekte kullandılar; bununla kalmadılar başka yollarla da bu sonucu almak için çalıştılar. Yukarıda değindiğimiz ilişkinin değerlendirilmesi, kavranması bir ihtiyaçken bunu özel olarak seçim sonuçları bakımından sorunsallaştırmak yanılgılar içeren bir yaklaşıma işaret eder. Dolayısıyla konu hakkındaki değinilerimizin seçim sonuçlarından ibaret bir yorum olmaması veya böyle değerlendirilmemesi gerekir. Kitlelerin egemen sınıflarla, düzenle kurdukları ilişkilerin dikkate değer olduğu, ilgilenmemiz gereken sorunlar içerdiği reddedilemez. Aynı şekilde gene söz konusu ilişkinin tarafı olan ezilen, emekçi ve köylü karakterli kitlelerin nesnel çıkarlarının devrimle uyumlu olduğu gerçeği bizi onlarla ilişkilenmek göreviyle yükümlendirir. Buna dikkat çekmek, bu kitlelerin “farklı” dünyalarının, inanışlarının, kültürlerinin, hatta yaşadıkları bölgelerin örgütlenme çalışmalarımızda çözülmesi gereken sorunlar içerdiğini vurgulamak kesinlikle doğrudur. Kitlelerle kitlelerden kaynaklı uyuşmazlık yaşamak en nihayetinde devrimci hareketin kitleleri tanımaması, kavrayamaması ile ilgilidir. Onların nesnel koşullarının devrime olan ihtiyacı gösterdiğini, devrime “inancımızın” bu koşulların objektif bir değerlendirmesinden geldiğini asla unutmamak gerekir. Kitlelerin kendiliğinden gelen ilişkileri, inançları, eğilimleri hiçbir biçimde devrimci hareketin kendi yolundan çıkmasını gerektirmez; ne var ki aynı şeyler devrimci hareketin yolunun kapsamı ve biçimi hakkında çok şeyi değiştirir ve değiştirmelidir de.
Özet olarak, seçimlere yansıyan söz konusu ilişki devam ederken kitlelerle egemen sınıflar arasındaki giderilemez uzlaşmazlık da sürmektedir. Kitlelerin seçim sürecine aktif katılımı nasıl ki kitlelerin düzenden memnun olduklarını göstermiyorsa söz konusu ilişkinin öznesi olan kitlelerin de düzenden memnun olduklarını göstermez. Önümüzdeki süreçte sınıflar arası uzlaşmazlık ve derin uçurum tüm boyutlarıyla ve çok çeşitli biçimlerde, hemen her alanda kendini gösterecektir. Devrimin akıbetini belirleyecek olan da nihayet bu uzlaşmazlık olacaktır.
ADI KONAMAYAN BİR DEVRİM YÜRÜTÜLEMEZ
Seçimlerde kitlelerin kendi nesnel çıkarlarıyla uyuşmayan tavırlar aldıklarını, azınlık bir kesimin oy vermeme tutumunun ise esas olarak boykot tavrı olarak değerlendirilemeyeceğini, bu tutumun önemli ölçüde umutsuzluk veya umarsızlık içerdiğini kabul etmek gerekir. Boykotla birlikte bir alternatif sunmadıkça, iktidar için mücadele edilmedikçe veya iktidar talep edilmedikçe seçimleri reddetmenin adı boykot olamaz. Bütün süreçteki temel problemimiz kitlelerin nesnel ihtiyaçlarına uyan devrim programının güncelleştirilememesi ve gündeme getirilememesidir. Bunun ideolojik ve politik olmakla birlikte aynı zamanda örgütsel bir problem olduğu ortadadır. Somut sorunlara ve ihtiyaçlara yönelen bir boykot pratiğinin gerçekleşememesi kitleleri belirsiz bir sürece “çağırmak”la eş anlamlıdır. Tarih boyunca geniş kitlelerin genellikle belirsiz süreçlere ilgisiz kaldıkları görülür. Çünkü kitleler en nihayetinde ve geniş anlamda rasyonel davranan kalabalıklardır. Akıllı komutanların kazanamayacakları bir savaşa girmeyecekleri söylenir. Kitleler de akıllı komutanlardır. Kazanamayacakları bir savaşa girmekte aşırı ketum davranırlar veya net bir biçimde karşı durur ya da çekinirler. Dolayısıyla devrimin kitleler için açık, anlaşılır ve somut bir gerçekliğe dönüşmesi gerekir. Bu olmadan, örneğin kitlelerle düzen arasında ya da düzen partileriyle kitleler arasındaki ilişkinin büyük oranda parçalanması beklenemez.
Seçimlerde kitleler kendilerine ait olmayan partiler için, kendi çıkarlarıyla örtüşmeyen bir düzenin devamı için oy kullandılar. Sonuçları onları pişman edecek olsa da bu sürece düzen partilerinin borazanlığı eşliğinde katıldılar. Bu katılımın belli nedenlerle daha az coşkulu olması ve yıllara dayanan tecrübeler nedeniyle düşük beklentili bir sürecin yaşanması katılımın küçümsenmesini gerektirmez. Kitleler neredeyse bile bile egemen sınıfların çıkarları çerçevesinde ve onların kendi aralarındaki iktidar yarışına katıldılar. Egemenlerin kazanması için bir mücadele verdiler… Seçim gibi pratiklerdeki bu özelliğin en önemli sebebi kitlelerin kendi çıkarlarına uygun şekilde örgütlenememesidir veya örgütsüz bırakılmasıdır. Kitleler örgütlü olmadıklarında kendileri için değil daha çok egemenler için mücadele ederler. Faşizmin en güçlü, en belirgin özelliği de bunu zor yoluyla, yasalar aracılığıyla, devlet merkezli örgütlenmelerle gerçekleştirmesidir. Kitlelerin kendi çıkarları için legal veya yasaların izin verdiği biçimde örgütlenmeleri bu yönetim biçiminde genel olarak zor ve hatta olanaksızdır. Örgütlenme hakkı kadar kitlelerin eylem ve kendini özgürce ifade etme hakları da bu yönetim biçiminde sürekli bir baskı altındadır. Bu koşullarda kitlelerin kendiliğinden harekete geçerek çıkarları uğruna mücadele etmeleri seyrek rastlanan bir gelişmedir. Düzen içinde kaldıkça da bu derin belirsizlik ve olanaksızlık varlığını koruyacaktır.
Oysa kitleler adı konmamış bir devrime katılamazlar. Onlar için devrimin somut bir görünüme kavuşması gerekir. Herhangi bir düzen partisinin kendileri için kurtuluş getirmeyeceğini kitleler çok iyi bilirler. Onlar seçime, kanatları altına girdikleri düzen partilerinden biri kazansın diye girdiler… Seçim sürecinde de ondan önce de kitlelerin çıkarlarıyla somutlaştırılmış bir devrim mücadelesiyle, devrim programıyla karşılaşmadıklarının altını çizmek gerekir. “Oy verme devrime katıl” çağrısının kitleler nezdinde anlam bulmasının ilk koşulu devrimin güncel sorunlarla tam olarak örtüşmesidir. Toprak sorunu ve ülkenin yabancı güçlere bağlılığı sorunu tüm gelişmenin önündeki temel engeller olmaya devam ediyor. Tarımın zayıflaması, köylülerin gelir getirmediği için ekimden vazgeçer olması, büyük toprak ağalığı rejiminin görece çözülmüş olması, köylerdeki genel nüfus seyrelmesi bazıları için toprak devriminin geçersizleşmesi olarak yorumlanıyor. Oysa kitleler tam da bu noktalarda umutsuzluk içindeler. Kendi ellerinde olmayan üretim süreçleri karşısında, emperyalizmin dayattığı sömürü ve talan zinciri içinde çaresizlik yaşamaktalar. Bu nedenle onları gerçekten başarılabilir, gerçekleştirilebilir olana, bağımsızlığa ve özü toprak devrimi olan demokratik devrime kazandırmalıyız. Devrimin adı ve amaçları net olduğunda, mücadele bayrağı görünür kılındığında kitleler çaresizlikten kahramanlığa evrilen bir yola girerler. Bu tarihsel bir olgudur, kaçınılmazdır…