Devrime Bedel Veren Ailelerimizin Örgütlü Gücüyle Faşizmin Korkusunu Büyütelim!

“Dursun, 

Dursun yas esvaplarınız.  

Yığın derleyin,  

Gözyaşlarınızı;  

Bir metal oluncaya kadar:  

Bununla vuracağız,  

Gündüz gece;  

Bununla çiğneyeceğiz,  

Gündüz gece;  

Bununla tüküreceğiz  

Gündüz gece  

Kin kapılarını,  

Kırıncaya kadar”

Pablo Neruda

Ülkemiz toprakları, bütün tarihler boyunca sayısız katliam, işkence ve her türlü zulme olduğu kadar faşizme karşı mücadele ve direnişlere de çokça tanıklık etmiştir. Şeyh Bedreddinlerden, Baba İshaklardan, Pir Sultan Abdallardan devralınan isyan ve mücadele geleneği, faşizmin tüm unutturma, tarihi çarpıtma, yok etme çabalarına rağmen günümüze kadar bayrak devriyle elden ele taşınmıştır. Bu direniş ve mücadele geleneğini halkın toplumsal hafızasından silmek, yok etmek için her yola başvuran faşist TC devleti, tarihi çarpıtarak yeniden yazmaya, tek tip insan modeli yaratmaya çalışsa da bu geleneğin her seferinde daha da büyümesini engelleyemeyecektir.

Faşizm, her türlü olanağını kullanarak mücadele ve direniş tarihimizi bize unutturmak istiyor. Bizlerin görevi ise yaşadığımız, parçası olduğumuz tarihimizi unutmak değil onu daha da büyütmek olmalıdır. Nasıl ki Victor Hügo’nun dediği gibi: “Çocuğunu kaybeden bir anne için hergün ilk gündür” ve “bu ıstırap ihtiyarlamaz”sa bizler için de kanımızla beslediğimiz bu mücadelenin her anı; yaşayan, faşizme karşı direnen, hesap soran yanımızdır, unutulmaz, unutulmamalıdır.

Yıllar sonra HPG gerillası Agit İpek’in kemiklerini plastik bir kutuda teslim alan annesi bu acıyı nasıl unutabilir? Özgür ve Asmin’in başları kesilen gövdelerini, operasyon alanında bulunan boynu kanlı montu biz nasıl unutabiliriz? Öpmeye kıyamadığı kızının yolunmuş saçlarını bulan bir ana, yoldaşlarının bombalarla dağılan parçalarını toplamak zorunda bırakılan bir devrimci, bu devrime kanla bağlı olduğunu unutabilir mi? Kanla yaratılan bu değerler ancak kanla savunulabilir. Tıpkı Çiğdem ve Nergiz yoldaşların, operasyonun daha fazla genişlemesini durdurmak için bedenleriyle barikat olup son mermilerine kadar dövüştükleri gibi…

Yıldız Çiçek, Ekin Wan, Hacı Lokman Birlik’in cenazelerine yapılan işkenceler; faşist baskılara karşı bedenlerini ölüme yatıran Helin Bölek, İbrahim Gökçek ve Ebru Timtik’in direnişi unutulabilir mi? ‘Bu halkı bırakabilir misin?’ diyen Atakan Mahir’i, ömrü dağlarda mücadeleyle geçmiş İsmail Sürgeç’i nasıl unutabiliriz.

Adlarını burada sayamayacağımız yüzlerce, binlerce, milyonlarca devrimcinin kanla yazdığı bu tarih, her gün yeni öznelerle yazılmaya devam ediyor.

Faşist Kemalist diktatörlük komünistlere, devrimcilere, yurtseverlere, ilericilere, muhaliflere, kısacası faşist politikalarını uygulamasının önünde engel olabilecek her şeye, herkese topyekûn saldırıyor. Bu saldırılar karşısında gelişen mücadele de yaşamın olduğu her alanda kıyasıya sürüyor. Bize ait olan yaşama sahip çıkmanın bile çok ağır bedel ödemeyi gerektirdiği bu süreçte öfke, her geçen gün birikiyor.

Köylüler topraklarına sahip çıkmak için dayak yiyor, yerlerde sürükleniyor, gözaltına alınıyor. İşçiler hakları olanı almak için yollara düşüyor, saldırıya uğruyor ama yine de yılmadan aylarca direniyor.  Kadınlar “artık yeter, ölmek istemiyoruz” çığlıkları atarak başkaldırıyor, “korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”, diyerek barikatlara yükleniyor. Bu güç onları yıllarca yaşamlarını karartanları ifşa etmeye, boğulmaya çalışılan seslerini çıkartmaya yöneltiyor ve artık yargılanan değil yargılayan oluyorlar. Burjuva feodal medyanın tek bir merkezden empoze edilen yalanlarına hayır diyen, bedel ödemeyi göze alarak seslerini çıkartan aydın ve sanatçılar, karanlığın en koyu anının şafağa en yakın olduğu an olduğunun bilinciyle halkın büyüyen bu isyanına ortak oluyor.

Biriken, günden güne büyüyen bu öfke, faşist TC devletinin korkusunu daha da büyütüyor. Zindanlar dolup taşıyor. Yeni hapishane ihaleleriyle Türkiye’nin her yeri hapishaneye çevriliyor. Faşist devlet, saldırganlığını en kanlı savaş yöntemleriyle sürdürerek gerilla alanlarına her türlü teknoloji ve teknik kullanarak binlerce operasyon düzenliyor. Gerilla cenazelerine işkence yaparak kafalarını kesiyor. Cenazeleri aylarca, yıllarca ailelere teslim etmeyerek, kimsesizler mezarlıklarına gömerek onlara da ayrı bir işkence yapıyor. Yaralı bir hayvan gibi vahşice yaşama dair ne varsa her şeye saldırıyor. Ancak “bittiler”, “sonları geldi” dedikleri yerde gerçekleşen gerilla eylemleri, işçilerin, köylülerin, kadınların biriken öfkesinin sokağa yansıyan sesleri, ezenler var olduğu sürece bu mücadelenin bitmeyeceğini bir kez daha gösteriyor.

MÜCADELEMİZİ BESLEYECEK OLAN ŞEHİT VE TUTSAK AİLELERİNİN HAKLI ÖFKESİDİR

Büyüyen bu direnişin içinde, evlatlarını mücadelede kaybeden yada onların zindanlardaki direniş seslerini dışarıya taşıyan şehit ve tutsak aileleri, önemli bir mücadele mevzisi olarak varlığını sürdürmektedir.

Esas olarak toplumu teslim almanın bir aracına dönüştürülen hapishanelerde katliamlara, baskı ve sindirme politikalarına direnişleriyle, bedenleriyle barikat olan tutsaklar açlık grevleri, ölüm oruçları, fiili direnişlerle buraları birer mücadele mevzisi haline getirmişlerdir. Direniş ve mücadelenin kesintisiz bir biçimde sürdüğü hapishanelerde tutsak yakınlarının evlatlarının sesini sokağa taşıması, örgütlenerek büyüyüp gelişmesi, esasta 12 Eylül AFC’siyle daha görünür hale gelmiştir. Ve zaman zaman güç kaybetse de toplumsal muhalefetin en dinamik güçlerinden biri olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. İşkencehanelerin, hapishanelerin, Adli Tıp Kurumlarının önü ilk olarak ailelerin direnişlerine tanıklık etmektedir. Galatasaray Lisesi’nin bir mücadele ve direniş mevzisi haline gelmesi, kayıp ve tutsak yakınlarının yıllardır kararlı mücadeleleri sonucunda olmuştur. Tek kişi de kalsa bu mevziyi terk etmeyen aileler, burada umutlarını birleştirmiş, kaybedilen çocuklarının hesabını burada sormuşlardır. Bir gün gelir umuduyla kapıyı açık bırakarak yaşamını bu mücadele içinde kaybeden Berfo Ana, kayıp yakınlarının sembolleşen ismi olarak bütün mücadele eden annelerin yüreğinde yaşamaya devam etmektedir.

Proletarya Partisi’nin 48 yıllık tarihi, şehit ve tutsak ailelerinin mücadele deneyimleriyle doludur. Zindan kapılarında örgütlenen mücadelede, şehit cenazeleri ve anmalarında büyüyen öfkede ilk onların sesi duyulmuştur. Kendilerini evlatlarına siper eden, “hücrelere izin vermeyeceğiz” diyen tutsak aileleri, gerektiğinde kendileri de hücrelere atılma pahasına evlatlarının düşüncelerini savunmuştur.

Bu düzeni değiştirmek için silah elde savaşan çocuklarıyla gurur duyan, onların düşüncelerini her fırsatta savunan ailelerin varlığı, bu mücadelenin asla bitirilemeyeceğinin de en önemli kanıtlarından biri olmuştur. Hasan Ataş (Şerzan) yoldaşın annesinin söylediği; “Onurumdur, gururumdur, ben onun, yoldaşlarının arkasındayım. Asla oğlumun düşüncelerinden vazgeçmem. Onun kocaman yüreği vardı. Bir parçası da annesinde vardır. Ben korkmam” sözleri, mücadeleci anaların yürekleriyle evlatlarının yüreklerini birleştirmiştir. Erol Volkan İldem’in babasının, Ali Kemal Yılmaz’ın tabutunu öpmesi, Ali Kemal Yılmaz’ın babasının Erol Volkan İldem’in tabutunu taşıması, ailelerimizin, analarımızın, babalarımızın, evlatlarının mücadelelerine sahip çıkmasının en güzel örneklerinden biridir!

Ümit San’ın annesi Gül Ana ve Özgür Karabulut’un annesi Sultan Ana’nın ne zaman bir TC askeri görse; “evladımı katlettiniz” diye öfkesini dile getirmesi, bir ananın evladını katledenlere olan öfkesinin hiç dinmediğinin, dinmeyeceğinin en yalın ifadesidir. Bizi diri tutacak, mücadelemizi besleyecek olan da işte bu öfkenin örgütlenmesidir.

ŞEHİT VE TUTSAK AİLELERİNİN ÖRGÜTLENME DÜZEYİ VE YAŞANAN SORUNLAR

Şehit ve tutsak aileleri, sınıf mücadelesinin orta yerinde faşist devletten bu kadar alacaklıyken, onlara ulaşmak, acıların ortaklaştırdığı bu insanları bir araya getirip örgütlü bir güce dönüştürmek, bu alanda yıllardır mücadele yürüten bizlerin esas sorumluluğudur.

48 yıllık mücadele tarihimizde ölümsüzleşen yüzlerce yoldaşımızın ve bu mücadele içinde faşizme tutsak düşen yoldaşlarımızın aileleri bizleri evlatları aracılığıyla tanımaktadır. Bu tanıma ve bedel verme durumu onları potansiyel olarak faşizme karşı örgütlenmeye yatkınlaştırmaktadır. Çünkü onlar, en yakınları aracılığıyla ve faşizmin saldırılarıyla devrimin, devrimci mücadelenin potansiyel destekçisi durumundadır. Çoğu ailelerimiz faşizmi tanımak için sıranın kendisine gelmesini beklemiş olsa da onları kolektifimizin birer parçası haline getirmek, Gorki’nin Ana romanında olduğu gibi savundukları çocuklarının bir süre sonra düşüncelerini de savunup onun için mücadele eder duruma getirmek önce onlarla nasıl ilişkilendiğimize bağlıdır.

F tipi eylemleri sırasında bir tutsak yoldaşımızın babası bu durumu kendi sözleriyle şöyle ifade etmiştir: “Bizim bulunduğumuz ilçede böyle şeyler olmazdı. Ben esnaftım. Bir gün yürüyüş yapan insanlar gördüm. Bizlere bakarak “susma sustukça sıra sana gelecek” diyorlardı. Biz güldük. “Niye bize sıra gelsin. Biz kimseye karışmıyoruz. İşimizde gücümüzde insanlarız” dedik. Sonra bir gün oğlumu gözaltına alıp haksız yere tutukladılar. Şimdi ölüm orucuna girdi. Onun peşinden buralara kadar geldim. Demek bu şekilde geliyormuş sıra…”

Bu örnekte olduğu gibi faşizmin sürekli olduğu ülkemizde hep bedel ödeyenler ve faşizme karşı mücadele edenler çıkacaktır. Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri örgütlülüğü de bu mücadele içinde azımsanmayacak bir deneyim ve güce ulaşmış, kimsenin ses çıkaramadığı kimi dönemlerde sokaklara çıkarak mücadelenin en dinamik gücünü oluşturmuştur. Basın açıklaması için bir araya dahi gelmenin suç sayıldığı bu dönemlerde tek başına da kalsa her türlü bedeli göze alarak mücadele mevzilerini terk etmemiş, tecride karşı yapılan eylemlerde tutsakların dışardaki sesi olmuş, ailelerin de birbirlerinden yalıtılmak istenmesine karşı dayanışmayı örgütlemiştir.

Hapishane kapılarında, cenaze törenlerinde bir araya gelen aileler, zamanla toplumsal eylemlerde de yan yana durmayı öğrenmiştir. Bütün bunlar bir birikim, bir mücadele deneyimi oluşturmuştur. Bu deneyime sahip çıkmak, en başta kendi emeğimize sahip çıkmakla olacaktır. Sistemin bizleri tecrit etme saldırısına karşı daha fazla bir araya gelmek, tutsak ve şehit ailelerinin sayısının değil, esas olarak örgütlü ailelerin ve onların yanlarındaki gücün artmasını sağlamak, aile örgütlülüğümüzün temel görevlerinden biri olmalıdır. Ancak saldırıların bu kadar yoğunlaştığı ve ödenen bedellerin çoğaldığı bu süreçte ailelerimizle olan bağımızın bu kadar zayıf olması kabul edilemez.

Son süreçte zayıflayan bağlarımızı güçlendirmek için kısa vadedeki görevimiz, en başta onlarla daha fazla ilişkilenmek olacaktır. Devrim için canını ortaya koyan yoldaşlarımız ve onların aileleriyle ilgili bugüne kadar eksik bıraktığımız, yerine getiremediğimiz görevlerimizi tamamlamak da bu ilişkinin güçlenmesiyle olacaktır. Bu ilişkilenmeyle; öncelikle yoldaşlarımızı, çocukluklarının, gençliklerinin ilk çelişkilerine ve mücadelelerine tanıklık eden ailelerinden dinleyecek, onları daha yakından tanıyacağız. Yoldaşlarımıza dair bilgi ve belgelerin toplanması, arşivlenmesi ve ailelerine ulaştırılmasından, mezarlarının yapılması, onarılmasına kadar yapılacak her çalışma, ailelerle ilişkimizi ve bağlarımızı daha da güçlendirecektir. Örgütlenmede kitle çizgimizin gereği olarak yoldaşlarımızın ailelerini, bulundukları semtlerde, çalıştıkları işyerlerinde, okudukları okullarda mücadelenin birer parçası haline getirmek, ihtiyaçlarıyla ilgilenip sorunlarına çözüm üretmek, önümüzde duran öncelikli görevlerimiz arasındadır.

Aile örgütlülüğümüzü işlevli kılacak, kurumsallaştıracak olan çalışma tarzı budur. Proletarya Partisinin 1. Kongre yöneliminde ortaya koyduğu gibi: “Yetersizlikleriyle yüzleşebilen, bunları aşma iradesi gösterebilen bir kolektif çalışma tarzı, işleyiş ve mekanizmayı hızla inşa etme sorumluluğu omuzlarımızdadır. Bu noktada kendimizi incelemekle, yakından incelemekle başlayacağız. Doğruları dile getiren ve ona yaslanarak “tembellik” yapan durumdan hızla sıyrılmamız gerekmektedir. Doğru olan çizgimizin mücadele içinde yetkinleştirilmeye, donatılmaya, zenginleştirilmeye, somut çelişkiler karşısında çözüm gücü olmasına ihtiyacımız vardır.”

Son beş yıl içinde çok ağır kayıplar verdik. Ölümsüzlüğe uğurladığımız 32 yoldaşımız savaşın en ön cephesinde düşmanla çarpışırken ölümsüzleşti. Bu aynı zamanda faşizme karşı mücadelede hiç kapanmayacak 32 yaranın daha açılması demektir. Hiç tükenmeyecek olan 32 ayrı öfke daha demektir. Bu öfkenin bir araya getirilip örgütlenmesi, devrim mücadelemizde bizim en büyük silahlarımızdan biri olacaktır. Çünkü faşizmi döktüğü kanda boğacak olan, bu anaların öfkesidir.

*Bu yazı 2021 Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri Bülteni’nden alınmıştır.