İlkel insan sınıfların ortaya çıkacağı ana kadar, emeğin rolüyle bütünsel bir dünya yaratılabileceğini fark etmişti ve toplumsal şekillenişin ilk biçimi olan komünal sistem Marks’ın deyimiyle “tecrit edilmişliğin” zoruyla örgütlenmişti. Toplumsal diyalektiğin ilk evresi olan bu örgütlenme, doğaya karşı verilen var olabilme mücadelesinin zorunluluğuydu. İnsan bu mücadelede başarı sağlamasını “emek”e borçludur.
Diyalektik Materyalizm, emeğin tarihsel-toplumsal dönüştürücülüğünün dünyayı bütünleştiren olgu olduğunu söyler. Her nerede olursa olsun insan emeği bütünsel bir dünya yaratır kendine. Bu zorunluluktur da. Avlanırken, tarım uğraşında vs. bütünsel bir dünyayı inşa eder. Bu oldukça özel bir ilişki biçimi de yaratır. Bu ilişkiyi özel kılan, toplumsal örgütlenme ve ihtiyaçların belirleyici etkisidir. Sınıfların ortaya çıkmasından sonra da bu bütünsel toplumsal ilişki değişmemiş, her toplumsal örgütlenme ilişkiyi eskisinden farklı biçimlere (yeni biçimlere) sokmuştur. Elbette bu ilişkiyi ilk kurmayı başarabilen ilkel komünal sistemi örgütleyen ilkel insan olmuştur. Ortaklaşa üretim ve ortaklaşa tüketim toplumsalın yasasıyken, vazgeçilemeyen şeylerden biri olarak imge, üretimin her alanında etkin bir rol oynamıştır.
İlkel insanda imge ile gerçeklik arasındaki ayrım çok siliktir. Oklar, baltalar, barınaklar onları, nasıl dış – doğal- tehditlerden koruyorsa imgeler de, doğal güçler kadar “gerçek” olan öteki güçlerden koruyordu. Bunun işe yaramadığını kim söyleyebilir? Mağara duvarına yapılan resimlerde av hayvanına ok-mızrak saplanması, insanın hayvandan daha büyük çizilmesi, bir yandan coşku ve motivasyonu artırır, bir yandan olması istenen seyrin imgenin de gücüyle olabileceğine inanılır. Çok mu mantıksız ya da ilkel görünmektedir? O halde kendinize şöyle bir soru sorun, çok sevdiğiniz birinin fotoğrafını neden duvarınıza asarsınız ya da cüzdanınızda taşırsınız? Ya o resim bir gün kaybolursa ne hissedersiniz? Belki tanrının sizi cezalandıracağını ya da kötü ruhlara davetiye olacağını düşünmezsiniz ama resmin kayboluşuna duyduğunuz üzüntü ve sıkıcı durumu, moral bozukluğunu neyle açıklarsınız?
Mağara duvarlarına çizilen resimler, elbette bizim hissettiğimizden daha farklı şeyler sunuyordu o dönem insanına. O resimler büyüsel bir amaçla yararlılık (toplumsal çıkar) fikrine hizmet ediyordu.
Sanat, toplumsal hareketin parçasıdır. Sanat, insanlığın tarihsel gelişiminin her döneminde ama özellikle de toplumsal hareketlerin öne çıktığı dönemlerde ona koşut (ondan kopuk değil) ve onun bir parçası olarak önemli belirleyicilerinden biri olmuştur. Bu konuda hepimizin ilk aklına gelen Rönesans (kapitalizmin feodalizme karşı zafer süreci) Sovyet, Çin devrim süreçlerindeki işlevleridir. Sınıflar ortaya çıktığından beri karşıt güçler arasındaki her zıtlık sanat alanında da belirmiş, ezen egemenlerin sanatıyla ezilen halkların sanatı (tıpkı toplumsal faaliyetin her alanında olduğu gibi) çatışma haline geçmiştir. Sanat faaliyetinde ortaya çıkan bu çatışma hali sınıfsal bir karakter taşır, sınıflar olduğu müddetçe de kaçınılmaz zorunluluktur. Karşıt iki kutup arasındaki bu çatışmada bazı dönemlerde sanatın öne çıktığı da görülmüştür. Her iki kutbun da amacı kitlelerdir:
Biri kitleleri ileriye doğru taşımak için gerçeğe işaret eder, diğeri gerçeği gizlemek için yalana, korkuya işaret eder. Her ikisinin karşılaştığı alan -savaş arenası- kitlelerin bilincidir.
Ezilenlerin sanatı tarihin hemen her döneminde ezenlerin yasaklamalarıyla karşılaşmıştır. Kitaplar toplatılıp yakılmış, türküleri ve dansları yasaklanmış, sayısız sanatçı uzun yıllar hapse atılmış, idam edilmiştir. Tüm bunlara karşın ortada olan gerçek sanat hep var olmuş, işlevini daha güçlendirerek de var olacağıdır.
Egemenler ezilenlerin sanatını yok sayıp yasaklamakla yetinmiyor, aynı araçla karşıt saldırıda da bulunuyor ve bu saldırılar toplumsalın diğer alanlarından kopuk olmuyor. Kitlelerin bilincini, kendi sömürü iktidarlarının ömrünü uzatmak için şekillendiriyorlar. Ne tür bir iktidar olursa olsun ömrü, kitlelerin taleplerinin karşılanıp karşılanmadığıyla doğru orantılıdır. Bunun farkında olarak kitlelerin taleplerini minimize etmek, gerçeklikle bağını zayıflatmak, kültürü sığlaştırıp yozlaştırmak vb. için bilinç bulanıklığı yaratmaya çalışmaktadır. Bütün bunları yapabilecek en etkili silah olaraksa sanatı görmektedir. Bundan dolayıdır ki gerici iktidarlarla halklar arasında özü sınıf çelişkisi olan daimi, amansız savaş, sanat (ve edebiyat) üzerinden de yürütülür. Toplumsal alanda hiçbir şeyin sınıflar üstü olmadığı gibi sanat ve edebiyat da sınıflar-üstü olmadığından bu alanın bizi ilgilendirmeyeceğini, sınıf mücadelemizden bağımsız olacağını, onun kendi başına var olduğunu düşünmek sınıf savaşımını anlamayanların mümkünüdür. Ya da burjuvaziye hizmet edenlerin yalanlarıdır.
Bilimin hala cevap olamadığı çok soru ve karşılayamadığı ihtiyaçlar teker teker aşılacaktır ama bugün büyüyü, efsaneleri, masalları vd. sadece tarih kitaplarında bulmuyorsak, hala gündelik yaşamımızda çokça, bir yerlerden okuyor, birilerinden duyuyor, tanık oluyorsak bu bize insanların bilinç şekillenmesi hakkında bilgi vermelidir. Nesnel dayanaklardan yoksun bu hikayeler (masallar-efsaneler) bireyin toplumsal yaşam içerisinde davranış, düşünüş sınır ve biçimlerini belirler. Toplumsal ahlak kurallarına göre de üretilen mitoslar bir nevi “terbiye etme” araçları olarak kullanılır. Bir kültür yaratır ve bunda da oldukça etkilidir. Hemen aklımıza gelebildiği gibi bu, egemenlerin asla görmezden gelemeyeceği, sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyeceği güçlü bir silah olmuştur. Bizler devrime önder olan proletaryanın safındayız-yanındayız. O proletarya, kurduğu araç olan Komünist Partisi çatısı altında özgürlüğe yürüyüşü gerçekleştirmektedir. Proletaryanın sadece kendisi için değil bütün ezilenler için başlattığı devrim yürüyüşünde çıkarı olan köylüler, küçük burjuvazi ve diğer ezilen emekçiler, yoksullar da proletaryanın müttefikidirler. Hepsinin ortak amacı kendilerini sömüren gerici iktidarı ortadan kaldırıp kendilerinin sahibi olacağı bir iktidarı kurmaktır. Söylemeye gerek yok ki, yıkmak ve yapmak kavramları, msele toplumsal bir devrimse, söylendiği kadar ve söylendiği biçimiyle mutlak başarıyı getirecek ölçüde basit değildir. Tarihsel pratikler göstermiştir ki on yıllara, yüzyıllara yayılan, can alan ve can veren nesnelliğe uygun düşen strateji ve onun ekseni içinde çokça taktiği barındıran, yarını bugünden planlayıp kuran, toplumsalın her alanında sürekli ve kesintisiz olarak eskiyi yıkan ve yeniyi o yıkıntılar arasında –tıpkı bataklıkta yeşeren nilüfer misali- hayat veren bir meseledir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi gazetesinin 39. sayısından alınmıştır.