Kitle pratiğinin önünü açmak dediğimiz şey egemen sınıfların kendi iktidarlarını korumak için aldıkları bütün önlemlere karşı bilinçlenmek ve bunların yıkılması için detaylı bir inceleme eşliğinde kapsamlı bir mücadeledir. Tarihsel bir bakışla şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki kitleler kendiliğinden bir şekilde bu önlemlerle mücadele ederler: bu önlemlere çarpar savrulurlar ya da bu önlemleri yıpratır ve kısmen aşarlar, bazen de bu önlemler karşısında arkadan dolanmayı tercih ederler vs. Bunların türlü biçimlerde gerçekleşmesi kitlelerin zengin ve derin çeşitliliğinden ve koşulların her zaman bir öncekinden farklı olmasından kaynaklanır. Her ne kadar idealizm tarihin tekerrürden ibaret olduğunu ileri sürmüşse de asla tam bir tekerrür söz konusu olmaz: nitelik benzerlikler vardır; ancak her koşul bir öncekinden veya bir diğerinden mutlaka farklıdır. Kitlelerin kendiliğinden bir şekilde önüne konmuş barikatlarla mücadele etmesi bu nedenle daima nitelik olarak benzer ama her zaman farklı olmuştur ve olmaktadır.
Yakın zamanda yaşanan Gezi Direnişi örneğin 15-16 Haziran Direnişi’ne nitelik olarak benzer; aralarındaki farklar ise kitlelerin ve koşulların zengin çeşitliliğinden ve koşulların mutlak olarak değişmiş olmasından kaynaklanmıştır. Biz Gezi Direnişi’nden dersler almaya yöneldiğimizde, dolayısıyla bu isyanı incelediğimizde İbrahim yoldaşın 15-16 Haziran derslerinin benzerlerine ulaştık. Şehirlerde ayaklanmanın eğer güçlü bir ordunuz, kır örgütlenmeniz, güçlü ve yetkin bir komünist partiniz yoksa yenilmeye mahkûm olduğunu her iki büyük direniş için de söyledik.
Bazıları “bu benzer sonuçları” dogmatizm olarak yorumlayabiliyorlar. Aynı sonuçları bulmak, ifade etmek bu anlamda bir tekrar yapmak kaba bir yorumla dogmatizme eşitlenebiliyor. Oysa dogmatizm ne tekrarlamış olmaya indirgenebilir ne de nitel değişimlerin olmadığı tespitine. Bilim bize bazı şeylerin her an değiştiğini, bazı şeylerin değişmesinin ise yıllar alacağını öğretir. Bilime yabancı bir kavrayışın ürünü olan dogmatizm “değişmezlik” iddiasıyla bilime karşı değildir; onun bilimle uzlaşmazlığı bilimin somut incelemeye ve incelemede doğru yöntemlere sahip olmasıdır. Dogmatizm somut incelemeye karşı çıkar, buna gerek olmadığına inanır ve bunun sonucu olarak da doğru yöntemlere sırtını döner.
Geçen sayımızda dogmatizmin nesnel şartlara bakmadan iddialarda bulunmak şeklinde göründüğünü belirtmiştik. Bir görüşün dogmatik olduğunu anlamanın en iyi yolu onun koşullar hakkında hemen hemen hiçbir şey söylememesi, koşulları incelediğine dair bir veri sunmaması olduğunu ifade etmiştik. Şimdi de dogmatizme eşitlenen “nitelik değişme olmadığı” görüşünün bilimle uyumlu bir görüş olabileceğini açıklayarak dogmatizmle mücadelenin asla gene dogmatizmle olamayacağını göstereceğiz. Elbette bunu kitle çizgisi anlayışı üzerinden ele alacağız.
Kitle çizgisinin veya kitlelerden kitlelere perspektifinin bilgi üretme yöntemi olduğunu bir kere daha hatırlatarak devam edelim. Bu belirleyici derecede önemli bir hatırlatmadır. Konumuzun öğrenmek olduğunu asla unutmamalıyız. Kitlelerden öğrenmek bir komünist hareketin niteliğidir: bunu başaramayan bir komünist partinin, daha özel belirtirsek bir komünistin komünist niteliğini koruması olasılıklı değildir.
Dogmatizm eleştirilerinin neredeyse tarihi boyunca Marksizmin başından eksik olmadığını söyleyelim. Hemen her durumda Marksizm, tabii ki gelişimi boyunca ulaştığı Leninizm ve Maoizm de yeni koşullarda ve kitlelerin zengin çeşitliliğinde teorisini sürekli olarak geliştirdiği, değişimleri en hızlı ve doğru biçimde kavrayabildiği halde ona takılmak istenen dogmatizm yaftası eksik olmamıştır. Buradaki temel problem “değişim”den kastın her zaman farklı olmasıdır. Kuşkusuz burada da belirleyici olan sınıf tavrıdır; yani hangi sınıfın çıkarları açısından baktığımız gördüklerimizin bizdeki imajını değiştirir. Örneğin ekonomik alandaki emperyalizm güdümlü değişimleri, borçlanmaya, ithalata, talana dayalı büyümeleri sanayileşme olarak kavramak ya da aynı sınıflara hizmet edenlerin koşullardan kaynaklanan farklı yönetme biçimlerini “devrim” kavramıyla açıklamak proleter sınıf bakış açısının değil, devrimden anladığı “aydınlanmanın sınırlarına dayanan” değişimler olan çeşitli türden burjuva bakış açılarının ürünüdür.
Kitlelerden kitlelere perspektifinin öğrettiği şey kitlelerin içinde bulunduğu koşulları, onların taleplerini ve eğilimlerini proleter sınıfın çıkarları bakımından değerlendirmek ve bu çıkarlar bakımından kitlelerin olağan hareketini değiştirmektir. Bunu Mao yoldaş kitle pratiğinin önünü açmak olarak tarif ediyor. Aynı anlama gelmek üzere kitle potansiyelinin dile gelmesini sağlamak ve bunun için savaşmayı başarmaktan söz ediyoruz.
Günümüzün en çok serzenişlerinden biri bunca yoksullaşmaya, baskıya, çürümüşlüğe rağmen kitlelerin neden olağan bir şekilde yaşamaya devam ettikleridir. Gezi Direnişi kitlelerin durağan, sürekli rıza gösteren, korkan, çekingen olmadığını, koşulları oluştuğunda atılgan, cesur ve hatta yer yer hesapsız olduğunu günümüz insanlarına açık biçimde gösterdi. Bugün her ne kadar iktidar sembolleştirdiği belirli insanlara büyük cezalar vererek Gezi Direnişi’nin kitlelerin bir eylemi olarak görülmemesini, kavranmamasını sağlamak istese de herkes içinde de oldukları bu büyük eylemin kitlelerin hareketi olduğunu biliyor. Mahkemelerce cezalandırılan insanların elbette Gezi Direnişiyle ilgileri vardır, ne var ki bu direniş bu insanların eylemi değildir ve asla böyle kavranmamalıdır. Cezalandırılanlar kitle eyleminin yüzeysel süreçlerinde yer alanlardan ibarettir. Bu direnişin bir sentezin başka bir ifadeyle bir stratejinin sunumu ile gerçekleşmediğini hatırlamalıyız ve cezalandırmaların bir amacının da bunu inkâr etmek olduğunu kavramalıyız.
Bu önemli midir? Tartışmasız bir şekilde önemlidir. Kitlelerin hareketi devrimi içerir, devrimin gerçekleşmesini gerektirir; ama kendiliğinden devrime dönüşmez. Kendiliğinden kitle hareketinin bir sentezin ürünü olduğu iddiası iktidarın bu hareketin içerdiği devrim talebini, kitlelerin devrim gereksinimini bir nesnel olgu olarak inkâr etmesini amaçlar. Onlara göre kitlelerin böyle bir eğilimi, gereksinimi olamaz. “Olamaz” kavramının temelinde ise “olmamalıdır” gerici anlayışı vardır. Bu nedenle devrimi çağrıştıran, hissettiren, kitlelerin savaşkanlığını belirgin hale getiren gelişmeleri olabildiğince bundan arındırarak kavratmaya, anlatmaya çalışırlar. 1917 Ekim Devriminin bir darbeden ibaret olduğu iddiasının gerisinde örneğin tam olarak bu anlayış vardır. İktidarlar kitlelerin her büyük eylemine böyle yaklaşmışlardır. Bu nedenle özellikle Gezi Direnişi özgülündeki cezalandırmaları cezalandırılanların uğradığı haksızlık olarak, iktidarın bu insanlardan korkması olarak kavramak çok yüzeysel, kitle hareketinin içeriği bakımından ise kavrayışsız bir yaklaşım olur. Genel eğilimin böyle olmadığını görmek umut verici olsa da, Gezi Direnişinden yeterli derslerin çıkarıldığını ileri süremeyiz. Şimdilik söylenebilen, söyleyebileceğimiz şudur: Gezi bir halk hareketidir; cezalandırılanların değil halkın bir eylemidir… Burada eylemden kastımızın geniş anlamlı olduğu: önderliğinden örgütlenmesine ve sonuçlanmasına kadar kitlelerin belirlediği bir eylem kavramından söz ettiğimiz bilinmeli. Bunu ısrarla söylemeli ve daha da önemlisi bunu kavramalıyız. Kavramak ne anlama geliyor? Kitlelerin kendi deneyimlerinin sentezini oluşturmak ve bu sentezi kitle pratiğinin özü olarak hayata geçirmek komünistlerin temel işlevidir. Komünistlerin fikirleri, politikaları, eylemleri kitlelerin içinde olduğu koşulların kitleler üzerindeki etkileriyle birlikte incelenmesinden, bütün bir insanlık tarihini ve insanın toplumsal bilincini yaratan, oluşturan maddi koşulların çelişkilerini ve gelişim özelliklerinin bilimsel analizinden meydana geldiğini biliyoruz. Bir Marksist-Leninist-Maoist teori yoktur ki toplumsal koşulların içerdiği çelişkilerden birçoğunun veya belli birkaçının analizine dayanmasın. Elbette MLM bunu başlangıçta, Marks tarafından ortaya konan bütünlüklü bir tarih anlayışıyla yapar. Her bir teori bu temele de dayanır. Şöyle de denebilir: MLM olan her teori ya bu temelden ileri gelir ya da bu temeli doğrular… Kitlelerden öğreneceklerimiz onların üretim koşullarını, üretim araçları karşısındaki konumlarını, bu konumların ürünü olarak birbirleriyle ve yönetenlerle, koşulların devamından yana olanlarla kurdukları her türlü ilişkiyi içerir. Toplumsal hareketi, toplumun gelişim şartlarını ve özelliklerini, biçimlenişini, kültürünü, olası her toplumsal çatışmayı anlamaya olanak verecek yegane şey budur. Sadece “kurtuluş” bilincine dayanan bir toplumsal hareket nasıl ki olanaksızsa sadece kurtuluş inancını kitlelere yaymakla sınırlı bir “devrimci hareket” de o kadar olanaksızdır. Böyle bir hareket “devrimci” görünmekle beraber, özverili ve coşkulu, bu bakımlardan üretken olsa bile kitlelerin devrimci eylemini yaratmakta başarılı olamaz. Komünist hareketin özel ve özgün tarafını bu oluşturur. Bu nedenle komünist hareket ile oportünizm arasında teorik olarak hiçbir benzerlik olmaz. Pratik süreçlerde bir araya gelmeler olsa da oportünizm kitlelerin deneyimine dayanan bir harekete dayanmayı reddettiğinden, kendi bilincini maddi koşullarla ilişki içinde oluşturmadığından önünde sonunda bir araya gelmek olanaksızlaşır. İki kuvvetin bazen çakışmakla beraber esasen ayrı yollarda seyretmesi gibi…
Bu nedenle herhangi bir süreçte komünistlerin tavrını belirleyecek esas şeyin kendi partisi de dahil olmak üzere “devrimci güçlerin, örgüt veya partilerin genel durumu” olmadığını bilmeliyiz. Burada belirleyici şey kitlelerin, kendilerine ait, kendi eylemlerinden ibaret devrim süreci ile kurdukları ilişkidir. Bu ilişkinin analizi komünistlerin tavrının ana malzemesidir. Ancak bundan sonra diğer etmenler dikkate değer olur. Örneğin İbrahim’in devrimde kırların esas, şehirlerin tali olduğuna dair tespiti halkın iktidarı için kitle inisiyatifinin kırda gelişebilecek olmasını içerir. Aksi yorumu uygularsak burada, devrimci hareketin çoğunlukla devrimci akımların ilk elden etkilediği ve geliştiği yerler olarak şehirde yoğunlaşması devrimin de esas olarak burada gelişeceği fikrini gerektirirdi! Devrimci fikirlerden en çok ve en hızlı etkilenen kesimin çoğunlukla şehirlerde olması halkın iktidarının kurulması olarak devrimin de en çok ve en hızlı şekilde buralarda gelişeceğinin bir ispatı olamaz. Bunun toplumun yapısı, devrimin niteliği, egemenlerle ezilenlerin ilişkisi ve -devrimden çıkarı olan kesimler anlamında- halkın kendi pratiğini iktidar doğrultusunda geliştirebilmesi ile ilgili olduğunun unutulmaması gerekir. Yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerde şehirler devrimin nihai yerleri olmakla birlikte gelişebileceği esas yerler olmamıştır. Bunu belirleyen özellik bu gibi ülkelerde kitlelerin iktidar doğrultusunda gelişecek pratiğinin kırlık alanlarda olanaklı olmasıdır. Komünistler için temel unsur her zaman bu olmuştur. Kitlelerin devrimdeki belirleyici rolünü reddedenler veya bunu kavramayanlar için ise temel unsur kendilerinin dar inisiyatifidir…
Bu inkârın idealist bir yaklaşım olarak, dogmatizmi eleştirir gözükse de onunla buluştuğu yer değişimi kitlelerin eylemi olarak açıklamamasıdır. “Türkiye’de hiç mi değişim olmadı” cümlesi yer yer karşılaştığımız bir cümledir. Bu soru ile bize çoğunlukla devrimin yolu hakkında “yeni” şeyler söylemeyişimizin hesabı sorulur. Devrimi geliştirememeye denk gelen bir yetmezlik taşıdığımızın kabulü bir yana bu sorunun içerdiği dogmatizm özellikle görülmelidir. Türkiye’yi ve aslında her toplumsal yapıyı nitelik olarak değiştirecek olan şeyin devrimci bir unsur olacağını bu soruyu soranlar ısrarla görmezden geliyorlar. Egemen olanın neden olacağı değişimlerin nihayet egemen yapının gelişmesinden ibaret olacağını, daha güçlü bir komprador burjuvazi, daha donanımlı bir feodal karakter, emperyalizmle daha güçlü ve dinamik bağlar kurmuş bir bürokratik devlet yapılanması nitelik değişim anlamına gelmez. Lenin bu türden bir tartışmayı emperyalizm bağlamında Kautsky ile yapmıştır. Devrimin bir zor gerektirdiğine dair genel Marksist kavrayış da bu tartışmanın bir tarafı olarak aynı görüşü içerir… Tarihsel olarak da kendi dar tarihimiz de bize bu temel ilkeden uzak her “devrimci pratiğin” kısa dönemli olumlu etkileri de olsa yenildiğini, gelişim göstermediğini öğretir. Şehirlerde hem kitlesel eylemlerin hem de dar grup eylemlerinin büyük kahramanlıklarla gerçekleştiği sayısız örnek vardır. Yukarıda örnek aldığımız Gezi Direnişi bunlardan biridir. Bunların temel zayıflığı şehirlerde olmalarıdır. Saldırılara karşı savaşı kendi belirlediği alanlara çekme olanağı olmayan bir gücün ilerleme şansı, toparlanmak üzere çekilme şansı yoktur. Kendi taktik zenginliğini yaratmayan, içermeyen bir stratejinin egemen olan stratejiyi alt etme olanağı olamaz. Ne kadar kitlesel olursa olsun zengin taktik birikim ve olanak, dolayısıyla savaşkan bir kitle yoksa iktidar için mücadele etmek mümkün değildir.
Bütün bu durum kitlelerden kitlelere perspektifinin nihayet devrimci savaşla da ilgili olduğunu hatırlatmalıdır. Eğer devrimi tartışıyorsak, devrimin olanaklarını inceliyorsak, bulunduğumuz herhangi bir alanda devrimin gelişmesi için görevleri ele alıyorsak her bir eylemi, bununla bağlantılı politikayı da kitlelerden kitlelere perspektifiyle yapmalıyız. Devrimi başarmanın koşulu kitlelerden öğrenerek ilerlemek; doğru politikayı kitlelerin devrime duydukları ihtiyaç ve bu ihtiyacın örgütlenmesi bakımından oluşturmaktır. Dogmatizm ve her türden oportünizmle mücadelenin de, bunların üzerimizdeki etkilerini gidermenin de ancak bu yöntemle başarılacağını bilmeliyiz.
Peru’da halk savaşının kırlık alanlarda gelişmekle beraber şehirlerde ne yapılacağının birçok kesim için belirsiz olduğu bir dönemde Başkan Gonzalo sorulan soruya cevabında şöyle demektedir: “Yapmamız gereken kitlelerin, halkın kendi deneyimlerinin sentezini sunmak, onların örgütsel biçimlerini, mücadele biçimlerini geliştirmelerine yardım etmektir ki şehirlerde daha da gelişmiş ve genişleyen mücadele biçimlerini kendi ellerine alabilsinler. Onlar bu şekilde eğitileceklerdir.” Başkan Gonzalo’nun bu sözleri kitlelerden kitlelere perspektifinin kısa bir açılımıdır. Mao’nun öğrettiği nihayet budur.
Gonzalo “daha da gelişmiş ve genişleyen mücadele biçimlerini kitlelerin kendi ellerine alabilmesi”nden söz etmektedir. Buradaki vurgunun özel olduğunu görmeliyiz. Şehirlerde özellikle devrimci akımların ve kitle hareketinin türlü biçimlerinin kırlık alanlarla kıyaslandığında çok daha boyutlu ve gelişkin olduğunu biliyoruz. Bununla bağlantılı olarak karşı devrimin de buralarda çok boyutlu ve gelişkin yöntemlerle saldırdığını, kendini geliştirdiğini söylemek gerek. Gonzalo bu duruma işaret etmekle birlikte esas olan şeyin proletaryanın savaş stratejisine dayanan bir anlayışla hareket etmek olduğunu savunur. Proletaryanın savaş stratejisinde kitlelerden kitlelere anlayışı temeldir. Doğru politikaların, doğru taktiklerin, çekilme ve ilerlemelere karar vermenin, kendiliğinden hareketlerle en doğru biçimde ilişkilenmenin yolu bu perspektifi uygulamaktır. Gezi Direnişini ilk aşamasında ve hatta sonrasında da bizim bu harekete katılımda gösterdiğimiz kimi ikircikli yaklaşımların özünde kendiliğindencilik hakkındaki kavrayış sorunlarımız olduğunu hatırlayalım. Kendiliğindencilik nihayetinde yanlış bir konumlanmadır ve asla savunulmamalıdır.
Kuşkusuz doğru bir sonuçtur bu. Ne var ki problem kitlelerin kendiliğinden eyleminde taşıdığı stratejimizin somutlaşmasına uygun özelliklerinin tarafımızdan değerlendirilmesidir. Kendiliğindencilik bunun reddidir; bununla beraber dogmatizm de bunu reddeder. Kendi bilgisini, yeteneklerini kitlelerin eyleminden üstün görmek bir dogmatizm hastalığıdır. Komünistler için kendi bilgileri kitlelerin eyleminden gelen ve nihayet ona dönecek olan bilgidir. Komünistlerin bilgisini devrimci kılan esas özellik budur…
Kitlelerden kitlelere perspektifinin sadece kitleye dönük çalışmaların bir yöntemi olduğu anlayışından kopmalıyız. Elbette o aynı zamanda budur; ama o aynı zamanda dogmatizme ve her türden oportünizme karşı mücadelenin de yöntemidir; o aynı zamanda proleter devrimci savaşın, iktidar için savaşın da olmazsa olmaz yöntemidir. Bütün bilgimizi bu yöntemle elden geçirelim ve devrim doğrultusunda kitlelerden öğrenmeyi asla inkâr etmeyelim…