Erkek egemen devlet kadın ve LGBTİ+lara yönelik parçalı saldırılarını bir yeni bir vizyon ve eylem planıyla taçlandırmayı hedefliyor. Cumhurbaşkanlığı genelgeleri, vizyon ve eylem planları yayımlanırken kadına yönelik şiddet, cinayetler, ayrımcılık artmaya, ekonomik krizin yükü ağırlaşmaya devam ediyor.
9. Yargı Paketindeki soyadı düzenlemesi de devletin aile vizyonunun bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Devlet yine bir AYM kararını tanımadı. Eğer taslak Meclis’ten geçerse kadınlar evlendikten sonra “bekarlık” soyadlarını tek başına kullanamayacaklar. Bu düzenleme erkeğin “aile reisi” konumunu ve kadının ikincil cins konumunu pekiştirmektedir.
Her sene Onur Haftasına doğru giderken erkek egemen devlet halkın önüne yeni görevler koyuyor. Halktaki LGBTİ+lara dönük fobi ve kadın düşmanlığı çeşitli politikalarla derinleştirilmeye, bu düşmanlığın kökü sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz senelerde “Büyük Aile Buluşması” denilen nefret yürüyüşleri organize edilirken bu sene aileyi koruma ve güçlendirme amacıyla LGBTİ+ların ailenin ve toplumun dışına itme planı işletiliyor.
Devleti bu kadar paniğe sokan şey neydi? Mayıs ayı içinde yayımlanan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”ndan aktaralım: “Aile açısından yaşanan bu toplumsal değişimin sonuçları, tek kişilik hanelerin çoğalması, evlilik akdi sona erenlerin sayısının artması, ilk evlenme yaşının ötelenmesi, evlilik oranlarının ve sahip olunan çocuk sayısının azalması şeklinde tezahür edebilmektedir.”
Doğumların azalması, boşanmaların artması, LGBTİ+ların uluslararası ölçekteki mücadelesinin gelişimi, kadın ve erkeklerin erken yaşta evliliği tercih etmemeleri gibi sistemin kutsallaştırdığı aile tanımına uygun olmayan yeni durumlar gelişmiştir. Bunlar da en az üç kişilik ailelerin oluşturulmasının önünde engel olarak görülmektedir.
2011 yılında, ilgili bakanlıktan “kadın” kelimesi çıkarılmıştı. Erdoğan o gün “Bizim için aile önemli” demişti. Devlet şimdi yine “Bakanlık olarak politikalarımızın odağına her zaman ‘aile’yi koymak en öncelikli hedefimizdir.” diyerek kadının aile ve toplumdaki ezilmişliğiyle ilgilenmediklerini bir kez daha ilan ediyor!
Yeni eylem planıyla Kuran kurslarıyla ve camilerde verilen vaazlarla “ailenin önemi ve değerleri”ni yayma, boşanmaların en yüksek olduğu üç ilde ve üreme hızının en yavaş olduğu üç ilde pilot uygulamalar, üniversitelerde “aile enstitüleri” kurma gibi bir dizi uygulama hayata geçirilmek isteniyor. Aile içi şiddetin nedenlerinin inceleneceği belirtilen eylem planında kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin herhangi bir uygulamadan söz edilmiyor.
Bakanlığın sitesinde yayımlanan e-bültenlerin kapağına bile baksak onlar için kadının ne anlama geldiğini görebiliriz! Bir kadın kafası tasarlanmış ve bu kafanın içinde kalpler içinde hane, çocuklu aile, hamilelik, yaşlı insan çizimleri var. Kadın ne üretimde ne toplumda ne de kendinde!
KADININ GÜÇLENMESİ YALANI
İkiyüzlü bakanlığın 8 Mart’ta yayımlandığı “Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı” incelendiğinde “olumlu” düşünceler de oluşabilir. Kadının toplumsal üretime katılımından sağlığa erişimine kadar birçok konuya değinilen eylem planının uygulanmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Unutmayın, bu eylem planından yalnızca iki ay sonra ailenin korunmasını önceleyeceklerini açıkladılar! Bu uğurda kadından vazgeçmek gerekiyorsa yapacaklar! Kadını aşağı gören bu anlayış kadının özgürleşme yolunda atacağı her adımı denetlemek istiyor. Kadının üretime katılması ailedeki konumunu doğrudan etkileyecektir. Ev işlerinden, aile üyelerinin bakımından uzaklaşan ve toplumsal üretime katılan kadının sınıf bilincinde ileriye doğru bir gelişim olacaktır. Tam bu noktada dahiyane(!) bir fikir ortaya atıldı ve devlet kadının ev ekonomisine “katkı” sunması için kolları sıvadı. Kadın ve erkeğin aynı oranda üretime katılması için koşullar uygun değildir. Tam da bu nedenle eylem planı içinde yer alan ve daha önce Göktaş tarafından da “müjdelenen” esnek çalışma modeli ortaya atılmıştır. Eylem planında bu “İş ve aile yaşamının uyumlaştırılması, kadın istihdamının artırılması ve dinamik nüfus yapısının korunması için kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör iş birliği içinde çalışma saatleri, alternatif çalışma yöntemlerini de kapsayacak ikincil mevzuat çalışmaları yapılacaktır.” olarak ifade ediliyor. Yani kadın ev işlerinin angaryasıyla uğraşmak şartıyla bir işte çalışabilecek ve “dinamik nüfus yapısının korunması için” de çocuk yapmaya devam edecek. Peki bu ülkemiz kadınları için yeni bir çalışma modeli mi?
Kadınların ülkemizin yarı sömürge, yarı feodal sosyoekonomik yapısı nedeniyle toplumsal üretime katılımı ve ülke ekonomisine katkısı oldukça sınırlıdır. Burjuva devrimlerini tamamlamış ve kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu ülkelerde görece bu sorun aşılmıştır. “Görece” diyoruz çünkü kapitalist ülkelerde de kadınların ekonomik, siyasal ve sosyal hakları cinsiyet eşitliği ilkesine uygun değildir. Nihayetinde cinsiyet eşitliği ancak özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir. Engels kadının toplumsal üretime katılım sürecini şöyle anlatıyor: “Ev yönetimi kamusal niteliğini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor. O bir ‘özel hizmet’ haline geldi, toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın bir başhizmetçi oldu. Toplumsal üretim yolunu kadına -ama yalnız proleter kadına- yeniden açan, günümüzün büyük sanayii olmuştur; ama bu yol, öylesine koşullar içinde açılmıştır ki kadın eğer ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirmek isterse toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz ve eğer toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse ailevi görevlerini yerine getirmekten uzak kalır. Fabrikadan, doktorluk ve avukatlığa kadar, kadın için tüm iş kollarında durum budur.” (Engels; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)
Bu çalışma modelinde kadınlara hangi iş kollarında istihdam sağlanacağı açıklanmamıştır. Karmaşık üretim ilişkileri içinde kadınların üretimdeki rolü de sınırlıdır. Ülkemizde kadınların proleterleşmesi için büyük ölçekli üretim alanlarına girmesi lazım; fakat sanayi, tarım gibi alanlarda öncelik erkek işçilere verilmiştir. Ayrıca artan yoksulluğa rağmen çalışma hakkı mücadelesi maalesef çok zayıftır.
Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi kadının çalışma hakkı mücadelesine yoğunlaşmak, elbette bununla sınırlanmayacak bir mücadele anlayışıyla önceliğimiz olmalıdır. Kadının sınıf bilinci ve yıkıcı gücü ancak ev işlerinin angaryasından kurtuldukça, toplumsal üretime katıldıkça gelişebilir. Böylece bu yıkıcı güç onu aşağı, ikincil cins olarak gören anlayışı gerçekten alt etme yoluna girebilir. Proleter kadınlar ait oldukları sınıfın objektif olarak en ilerici sınıf olmasından dolayı ezilen tüm kadınlar için bu görev omuzlarda hissedilmelidir. İşçi ve emekçi kadınların birliğini sağlamak tam da bu nedenden ötürü ertelenemez görevlerimizdendir. Kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelesinde işçi sınıfı hareketinin başarısı belirleyicidir; bununla birlikte, bu mücadele ona bağımlı olmadan gelişebilirdir. Bu ilişkiyi doğru biçimde kavramak onunla ilişkimizdeki sorunları anlamakta ve çözmekte bize yardımcı olacaktır. Kadınların cinsiyet eşitliğini amaçlayan mücadelesine yakınlığımız sınıfsaldır. Aksi tutum sınıfsal niteliğimizdeki burjuvalıkla malul değerlendirilmelidir.