Kapitalizmin temel işleyiş mantığı; kendini var edebilmek için sürekli yayılmak, genişlemek, yeni kaynaklara ve pazarlara ulaşmak, kapitalist olmayan üretim tarzlarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek zorunda olan bir sistem olmasıdır.
Kapitalizmde devlet aygıtı da bu ihtiyaca göre şekillendirilir; kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazinin çıkarlarını koruyacak devlet aygıtı oluşturulur. Kapitalizmin, en üst aşaması olan emperyalizme ulaşmasıyla birlikte burjuva devlet; emperyalizmin krizlerine, bu krizleri aşmak için devreye koyduğu dönemsel politikalarına ve bu politikaların çok çeşitli sonuç ve yansımalarına kadar bir dizi evreden geçer. Burjuva devlet mekanizması, tüm bu süreçlerde kendisini kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirir. Yer yer, dönemsel politikalara göre kendine biçim verir. Örneğin 1970’lerin ortalarına kadar korumacı ve devlet müdahaleciliğinin öne çıktığı politikalar devreye konulurken; 1970’lerin ortalarından itibaren ise emperyalizmin neoliberal politikalarıyla birlikte devlet müdahaleciliği geri plana itilip sermayenin serbest dolaşımı önündeki engeller kaldırılmıştır. Burada temel olan devletin, burjuvazinin istek ve ihtiyaçlarına göre konumlandırılıp şekillendirilmesidir.
Gözden kaçırılmaması gereken nokta ise bir üretim tarzından diğerine geçişle (örneğin feodalizmden kapitalizme geçişle) devlet-egemen sınıf ilişkilerinin yönü ve biçimi değişir. Bu değişimin yanı sıra, kapitalizmin evrelerinde ise ekonominin belirleyiciliğinin esas olması ve devletin de burjuvazinin ihtiyaçlarına göre konumlanması söz konusudur. Kapitalizmin koruyuculuk ya da serbest ticaret gibi politikalarındaki kimi farklılıklar, onun ortaya çıkış zamanıyla ilgilidir. Ve kendi içinde nicel diyebileceğimiz bazı değişiklikleri barındırır. Burada önemli olan devletin özünün doğru kavranmasıdır. Devletin özü, varlık koşulları, sistemin içinden geçtiği evrelerin niteliği doğru kavranamazsa, sistemin ideolojik-politik saldırılarına karşı da doğru konumlanılamaz. Bu saldırıların yarattığı savrulmalardan da kurtulunamaz. Sistemin kendi içindeki evreler birbirine karıştırılır, yer yer yeni bir toplumsal sisteme geçildiği, devletin niteliğinin değiştiği savunulur. Yeni kavramlar, argümanlar yaratılır. Devletin sınıfsal niteliği, özü silikleştirilir, sınıf, sömürü, sınıf mücadelesi, artı değer, işçi sınıfı vb. kavramlar kullanımdan kaldırılır ya da özünden koparılarak içi boşaltılır. Hatta kapitalizm, emperyalizm kavramları yerine kapitalist-emperyalist sömürünün masumlaştırıp meşrulaştıracak kavramlar konulur. Tüm bu kafa karışıklığına, sistemin yarattığı ideolojik bombardıman da eklenince sınıf mücadelesinin dışına savrulmalar kaçınılmaz olur.
Bu noktada özellikle emperyalizmin 1974 krizi sonrası devreye soktuğu, -özü kazanılmış sosyal hakların gaspına; özelleştirme, talan ve sermayenin serbestçe dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasına ve sınırsız sömürüye dayanan- neoliberal politikalarıyla birlikte geliştirilen “küreselleşme” vb. tezler başta gelmektedir. Marksist devlet teorisinin, devletin mantığının ve sınıfsal niteliğinin de yeterince kavranamamasının ürünü olan bu tezlerin başında “emperyalizm yeni bir aşamaya geçtiği, ulus devletin artık miadını doldurduğu, sınırların kalktığı, dünyanın da artık ‘küreselleştiği’, ‘küresel’ bir köy haline döndüğü, devletin küçüldüğü veya yok olduğu” gelmektedir.
Öncelikle diyalektik tarihsel materyalizm bize devletin sınıflı toplumların ürünü olarak ortaya çıktığını ve egemen sınıfların yönetim aygıtı olduğunu, tüm sınıflı toplumlarda –köleci, feodal, kapitalist- hakim sınıfların ihtiyaçlarına göre dizayn edildiğini öğretmektedir. Ancak kendinden önceki toplumlardan daha örgütlü ve merkezileşmiş devlet mekanizmasıyla ayrılan kapitalizmde, devlet ideolojik ve politik aygıtlarını daha aktif ve etkin bir şekilde kullanmayı başarıyor. Bu aygıtların yardımıyla ta en başından itibaren belli bir sınıfın (burjuvazinin) devleti olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıp tüm sınıflara eşit mesafede yaklaştığı, tüm sınıfların devleti olduğu propagandasını yapsa da bu onun (devletin) egemen sınıfların devleti olduğu gerçeğini gizleyemez. Kapitalizmde özgürlük sermayenin emeği sömürme özgürlüğü; eşitlik ise sömürenlerle sömürülenler, açlarla toklar arasındaki eşitsizliği gizleyen ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Devlet de tüm bu sömürüyü, zor aygıtları ve ideolojik aygıtlarının da desteğiyle yaşama geçirme aracından başka bir şey değildir.
Kapitalizmde devleti kendinden önceki toplumsal yapılardan ayıran nokta, sermeyenin egemenliğinin daha belirgin olmasıdır. Önceki toplumlarda sınıf ilişkileri kendi içinde çeşitli zümrelere bölünmüş olmasından dolayı, daha karmaşık, çeşitli ilişkileri barındırırken, kapitalizmde ise sınıf ilişkileri basitleşip keskinleşmiş, burjuvazinin yönetim aygıtına dönüşmüştür. Kapitalizmin bir üst aşaması olan tekelci kapitalizme yani emperyalizme evrildiğinde ise devlet kapitalist tekellere tabi kılınmış, tekelci sermayenin devlet üzerinde egemenliği söz konusu olmuştur.
Peki adına “küreselleşme” denilen emperyalizmin neoliberal politikaları gerçekten kapitalizmin yeni bir aşaması mı? Devletin niteliği bu süreçte değişti mi? Sınırlar kalktı mı ya da devletler küçüldü mü?
Lenin emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımlarken üretim ilişkilerinde yaşanan değişikliklere dikkat çekerek emperyalizm belirlemesi yapmıştır. Bu değişimleri ise; serbest rekabetin yerini tekellerin alması; meta ihracının yerine sermaye ihracının öncelik kazanması; mali sermayenin sanayi ve ticaret sermayesine üstünlük kurması; serbest rekabet döneminin aksine tekelci birliklerin kurulması ile dünya pazarlarının uluslararası tekelci kapitalistlerce bölüşülmesi ve yeryüzünün tüm alanlarının emperyalistlerce paylaşılmasının tamamlanması biçiminde belirtiyordu.
Kapitalizmin, en üst aşaması olan emperyalizme ulaşırken, Lenin’in de sıraladığı niteliksel farkların ya da benzer değişim ve sıçramaların neoliberalizmle yaşanıp yaşanmadığına bakmamız “küreselleşmenin” kapitalizmin yeni bir aşaması olup olmadığını ortaya koyacaktır.
“Küreselleşme” söyleminin ekonomik temelini oluşturan özünde emperyalizmin yeni uluslararası işbölümü olan neoliberal politikaların hangi ihtiyacın ürünü olarak üretildiğini ve devreye sokulduğuna göz atmamız sorunun da cevabı olacaktır.
Ortaya çıkışı ile birlikte kendi mezar kazıcısını da yaratan kapitalizm, sanayi devrimi ve makinesel büyük sanayinin gelişmesiyle proletaryayı da geliştirip biçimlendirdi. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf olmaya başlamasıyla birlikte; birliği, bilinci, örgütlülüğü de büyümeye başlamış, sermayenin güçlü saldırı ve sömürüsüne karşı savaşımı da daha örgütlü bir hâl almıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ikinci yarısına kadarki süreçte işçi sınıfı ve sömürgeleştirilen halkların direnişi sayesinde işçi sınıfı lehine önemli mevziler de kazanıldı. Kapitalizm, işçi sınıfına bir dizi tavizler vermek zorunda kaldı. Hatta Ekim Devrimi ile birlikte işçi sınıfından yana esen rüzgar, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Nazilerin ve faşizmin Sovyetler tarafından yenilgiye uğratılmasıyla daha da güçlendi. Akabinde gelişen Çin Demokratik Devrimi’nin ve Avrupa’daki demokratik ve sosyalist devrimlerin de etkisiyle sosyalizmin ve işçi sınıfının bayrağı daha da yukarı çekilmiş, sınıf mücadelesindeki güç dengeleri işçi sınıfından yana dönmüştü. Sosyalizm dalgasının önüne geçebilmek için kapitalist emperyalist ülkelerde sosyal devlet politikaları devreye konulmuş, esasını devlet müdahaleciliğinin oluşturduğu emperyalizmin Keynesyen politikaları yaşama geçirilmişti.
Neoliberalizm yanlıları ta o zamanlar demokratik ve sosyalist hareketleri hedef alırken, sosyal devlet uygulamalarını, kapitalizmin müdahaleciliğini de eleştiriyorlar. Pazarların işleyişini bozmakla suçluyor, kaybettikleri mevzileri geri almak istiyorlardı.
Emperyalizmin 1974 krizi patlak verdiğinde neoliberalizmin savunucularına da gün doğmuştu. Krizin iki nedeni olduğunu savunuyorlardı. Birincisi; işçi ve sendikal hareketlerin aşırı güç kazanması ve özel sermayenin yatırım yapmasını engellemeleri olduğunun savunuyorlardı. İkinci olarak da; müdahaleci devletin yüksek oranlı vergiler ve sosyal harcamalarla kaynakları israf ettiğini kapitalist işletmelerin kâr marjlarını düşürdüğünü belirliyorlardı. Bunun için de devlet işçi sınıfı ve onun örgütlülüklerinin gücünü kırmalı, sermayeyi kısıtlayıcı müdahalelerden ve sosyal harcamalardan elini çekmeli, yüksek gelir gruplarından alınan vergileri azaltmalıydı.
Uluslararası komünist hareketin de gerilemiş olması ve özellikle 90’larda SSCB’nin dağılıp sosyalizm maskesini atmasıyla birlikte, neoliberal politikalar kendisine daha güçlü bir yer açtı. Devlet aygıtı da uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirildi. Uluslararası sermayenin sınırsız ve kuralsızca dolaşımının ve sömürüsünün de önü açıldı.
Görüldüğü üzere neoliberalizm, emperyalizmin konjonktüre uygun yeni saldırı politikasıydı. Ve emperyalizme özgü üretim ilişkilerinde köklü değişimden ziyade, uygun koşulların oluşmasının sonucu emperyalizmin genişletilmiş yeniden üretimi söz konusudur. Emperyalist sömürü ve talanın hem pazar boyutuyla hem de üretici güçler boyutuyla gelişip genişlediği, kuralsızlaşıp dizginsizleştiği bir süreç yaşam bulmaktadır.
Devletin niteliğinin değişip değişmediği, ulus devletin miadını doldurup doldurmadığı, sınırların kalkıp kalkmadığı konusuna gelirsek; devlet her daim sınıf devletidir. Neoliberalizmde de bu işlevinin sürdürmektedir. Yeni süreçte devlet uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına paralel, üretim ve dağıtımın düzenlenmesini, sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını sağlamakla yükümlüdür. Yani devletin sınıf niteliği değişmiyor, gelişen koşullara, egemen sınıfların ve sermayenin ihtiyaçlarına paralel şekilleniyor. Bu çerçevede neoliberalizmle birlikte devletten öncelikle iç ve dış politikada uluslararası tekellerin yararına uygun olarak işlevini genişletmesi isteniyordu. Devamında ise devletin tekellerin çıkarlarına, kâr getiren tüm ekonomik faaliyetlerden el çekmesi ve kitlelerin yararına üstlendiği tüm sosyal işlevlerini tasfiye etmesi ve sadece asgari düzeyde (zorunlu hallerde) bu işlevini sürdürmesi isteniyordu. Devlet de buna göre konumlanmış durumdadır.
Ulus devlet üretimin ve toplumsal yaşamın kapitalizme özgü örgütleniş biçimidir. Kapitalizmin gelişiminin ilk evresinde, belirli sınırlar içinde pazarı bütünleştirme ihtiyaç ve amacıyla ortaya çıkmıştır. Ancak kapitalizmin kendi içinde de ulus devlet konusunda birbiriyle mücadele içinde olan iki eğilim bulunmaktadır. Lenin bu çelişkiyi “kapitalizm, gelişmesinde, ulusal sorunda iki tarihi eğilim göstermiştir. İlk eğilim, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanması, ulusal baskıya karşı mücadele, ulus devletlerin oluşması, ikinci eğilim ise ulusların arasındaki değişik ilişkilerin artıp gelişmesi ve ulusal bariyerlerin kaldırılması; sermayenin, özellikle ekonomik yaşamın, politikanın, bilimin vb. uluslararası birliğinin oluşması. Her iki eğilim, kapitalizmin evrensel bir yasasıdır. İlkinde gelişmesinin başlangıcından olması ağır basan, ikincisinde ise olgunlaşmış, sosyalist topluma dönüştürülmesine doğru yol alan kapitalizmin niteliği görülüyor” diyor.
Bugün ulus devletin işlevsizleştiği, miadını doldurduğu tartışmaların kökeninde bir yönüyle Lenin’in ortaya koyduğu kapitalizmin iki eğiliminin kavranmaması bulunurken, diğer bir neden de kapitalist emperyalist devlet aygıtının proleter devrimle yıkılma zorunluluğundan kaçınabileceği, emperyalizmin devletin yerine artık uluslar üstü güç mekanizmasına yöneldiği gibi küçük burjuva anlayış, reformist, revizyonist rüyalardan kaynaklanmaktadır.
Gerçek şu ki; 1970’ler öncesi daha sınırlı sayıda olan uluslararası tekeller bugün egemen hale geldiler diye devletin ortadan kalkmayacağı gibi kapitalist emperyalist sistemin devlet ihtiyacı da ortadan kalkmış değildir.
Her ne kadar uluslararası tekeller dev birleşme ve satın almalarla ulus devletlerle bağlarını belli oranda gevşetmiş ya da ilişkilerinin içeriğinde kimi değişimler olmuş olsa da bu ulus devletlerden vazgeçildiği anlamına gelmez. Ki ulus devletin bu ilişkilerde yetersiz kaldığı yerleri yine ulus devletler aracılığı ile oluşturdukları IMF, DB, DTÖ, G-7, NATO vb. örgütler ile tamamlanmakta.
Emperyalizmin doğası gereği uluslararası tekeller arasındaki çelişkiler ortadan kalkmadığı gibi her daim de keskinleşmektedir. Tam da bu çelişkiden dolayı ulus devletler emperyalist dünya sisteminin devamı ve uluslararası tekellerin dünya egemenliğini kazanma mücadelesinde birbiriyle rekabete girebilmeleri için belirleyici egemenlik araçlarındandır. Ve her ulus devlet uluslararası üretim paylarının yeniden paylaşılması mücadelesinde vazgeçilmez siyasi güç dayanağıdır.
Kısaca devlet varlığını korurken aşınmasının, küçülmesinin, sınırların ortadan kalkmasının aksine devletin, emek cephesindeki kazanımların tasfiyesine ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi söz konusudur. Sınırların kalkması da sermayenin serbestçe dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasından ibarettir diyebiliriz. Yoksa kitleler ve halk lehine bir değişim söz konusu değildir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 19 Eylül 2019 tarihli 44. sayısından alınmıştır.