[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Halkımızın ölümle, yıkımla, acıyla sınandığı bu sömürü ve zulüm dünyasından kurtulması gerekiyor. Maraş depremlerinin ardından bölge isimleri verilerek buralarda yakın zamanlı deprem olasılığına dikkat çekiliyor. Bunun anlamı yıkım, ölüm ve büyük bir acı olmasına rağmen halkımız durumu tersine çevirecek, felakete dönüşmeden depremi atlatacak bir gerçekliğe sahip değil. Kiracı veya ev sahibi olarak oturduğu konutları değiştirme ve depreme dayanıklı konutlara yerleşme biçiminde köklü bir tedbir halkımız açısından imkânsız gibidir. Küçük burjuvazinin üst kesimi ve orta burjuvaziyi dışta tutarsak kendi emek koşullarına sahip olanlar dahil, halkımızın ezici çoğunluğu için geçim sorunu en temel sorundur. Yakınında dolaşan ölüm ve yıkım yüklü doğa olayları karşısında halkımızın çaresizliği, bir tevekkül hali veya aymazlık içerisindeymiş gibi görünmesi mahkûm edildiği koşulların, kişisel çabayla bu koşulları değiştirecek bir durumdan uzak olmasının sonucudur. “Deprem değil, devlet, burjuva-feodal düzen ve bu düzenin sahipleri olan patron-ağalar öldürüyor” dediğimizde halkımıza reva görülen koşulları ve bunun sorumlularını işaret etmiş oluyoruz. Halkımız yine devlet dersinde öldürülmüştür* ve yine Beyaz tülbentlerinde siyah/ zamanlar/ Kadınlar çaresizliğin/ cenazesini kaldırıyor.**
Deprem bölgesinde yayılan “nerede bu devlet” haykırışı güncel olan ve keskinleşen yaşam hakkı sorunu nedeniyle, emekçilerin oldukça geniş bir kesimini sarmış durumdadır. Emekçiler, ağır koşullar altında yaşamlarını sürdürürken depremle birlikte yaşam hakkı gibi temel bir çelişkinin pençesine düşmüştür. Faşist devletin canhıraş biçimde harekete geçmesi, bir bayrak gibi çekilen “nerede bu devlet” haykırışına veya “devlet yoktu” açıklamalarına saldırması taşın gediği bulduğunu gösteriyor. Kitlelerin “nerede” diye sorduğu halkın yanında, onun yararına çalışan, büyük zorlukların üstesinden gelen ve halkın derdine derman olan bir devletti. Evet bu devlet yoktu; emperyalizmin çıkarlarını koruyan, içeride ve dışarıda saldırganlık üzerine örgütlenen, dişinden tırnağına kadar silahlanmış, güvenlikçi bir devletti var olan. Aslında emekçiler yarı sömürge yarı feodal ülkelere has bir devlet gerçekliğiyle karşılaşmıştı. Empoze edilen devletle gerçekte olan, gerçek olan devlet çelişkisi bu bahiste kitlelerin zihnine düşmüş durumdadır. Kitlerin bilincinde değişimler yaşanıyor. Dünya çapında yaşanan ekonomik ve siyasi krizler ve bu krizlere ek olarak Türkiye’nin kendi gerçekliğinden gelen ve krizin derinleşmesi biçiminde sonuçlar doğuran gelişmeler kitlelerin zihin dünyasındaki değişimlerin esas nedenidir. Giderek yükselen bir eğilimden bahsedebiliriz, bu eğilim devrimci durumun yükselmesi yönündedir. Devrimci durumun düşüşü veya yükselişi dünyada ve yaşadığımız topraklarda belli başlı çelişmelerin gelişmişliğiyle açıklanabilir bir sorundur. Lenin yoldaşın konu hakkındaki görüşleri biliniyor. Ayrıca Mao’nun da aynı konuda ve yarı sömürge yarı feodal ülke gerçekliğine işaret eden derin tahlilleri mevcuttur.
Başkan Mao devrimci dalganın yükselmesi sorununu belli kriterlere bağlamış, sistemleştirmiştir. 11 başlık altında toplayabileceğimiz bu kriterler (Bakınız: Seçme Eserler C-1, sf. 274) genel olarak dünyadaki başlıca çelişmelerin gelişme durumuyla birlikte tek tek ülkelerde sınıfların karşılıklı ilişkileri ve sınıfların değişen durumunu kapsamaktadır. 1930 yılının Çin’ini bu kriterlerle birlikte analiz eden Mao “Bütün Çin, yakında alev alacak kuru odun yığınlarıyla döşenmiştir. ‘Tek bir kıvılcım, bütün bir bozkırı tutuşturabilir’” değerlendirmesini yapmıştı. Farklı zaman ve farklı mekân içerisindeyiz, bununla birlikte bu Maoist görüş bütün geçerliliğini korumaktadır.
2022 yılının başından itibaren dünyanın birçok ülkesi büyük kitle hareketleriyle sarsılırken, Türkiye’de bu süreç düşük düzeyde seyretmişti. Böylesi bir sonuçtan ideolojik ve fiziki olarak faşizmin ağır saldırılarının payı büyük olsa da kitlelerin örgütlülüğü ve devrimci mücadelenin gelişmişlik düzeyi belirleyicidir. Türk hâkim sınıflarının krizi daha bir derinleşmiş, krizin kitlelere yansıması daha da katmerlenmiştir; bununla birlikte komprador-bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağaları sürece hükmetmekten, süreci yönetmekten bir hayli uzaklaşmıştır. Ekonomik ve siyasi durumun önemli sonuçlarından biri faşizmin ve onun araçlarından olan dinin, kitleler üzerindeki ideolojik egemenliğinin çözülüyor olması veya etki gücünün gerilemesidir. Bu durum kitlelerin hareketine veya harekete kitlelerin katılımına olumlu yansımakla kalmayacak, kitlelerin ileri söylem ve pratiklere daha duyarlı olmasını getirecektir.
Devrimci durum yükseliş eğilimine girdiğinde zamanın ritmi hızlanır, önceki zamanlarda rastlamadığımız bir devinim gerçekleşir. Zihinsel ve davranışsal tarzımız bu hareketle uyumluluk içerisinde ve hatta ilerisinde olmalı ki süreci karşılayabilelim, aksi durumda sıradanlaşmaya hapsoluruz. Çek filozof Kosik “rutin düşünce tarzı” kavramını kullanır, rutin düşüncenin gündeliklik dünyasının sürdürülmesine odaklanan bir tarz olduğunu, bu yüzden faydacı düşünce ve eylem bileşkesine tekabül ettiğini belirtir. Oysa yaşadığımız ülke koşulları gereği gelişmelerin hızlı aktığı, önemli sorunların ardı sıra veya bir arada sökün ettiği bir karmaşalar yurdudur. Bu objektif nedenin yanı sıra yürüttüğümüz Halk Savaşı karmaşık ama bir sistemi olan, güne odaklı ama stratejiye bağlı, fırsatçı ama dar düşünmeyen dinamik bir düşünce ve eylem tarzını gerektirir. Yönelimimiz rutin düşünce ve hareket tarzını da hedeflediği için bu tarzın gerilediğini görüyoruz. Deprem sonrası yürüttüğümüz pratikle düşünce ve çalışma tarzımızı da sınamış olduk. Aldığımız mesafe olumludur. Bu değerlendirmeyi yaparken ölçü olarak merkezi görevi, bu görevle kurduğumuz ilişkiyi baz alıyoruz.
Deprem, bütün alanları aynı mesele üzerinden harekete geçiren bir gelişmeydi. Halkın acıları ve ihtiyaçları ile sınıflar mücadelesi gerçekliği bir aradaydı. Bu karmaşık ilişkide yön bulmak, amaçtan kopmayan bir çalışma örmek ancak “merkezi görev” gibi bir pusula sayesinde olasıdır. Bu konu üzerinde yoğunlaşıp kavrayış düzeyimizi yükseltmemiz halinde alanlarda yapacaklarımız ve neyi, neden yaptığımız konusu açıklık kazanır. Deprem merkezli çalışmalarımızda yardım konusunun yer yer amaçlaştırıldığı veya önemsizleştirildiği görülmüştür, bunun hedef ve amacımızla ilgili bir kavrayış sorunundan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu tür karşımıza çıkacak her sorunda merkezi görevimize uygun mu, değil mi sorusunu sorarak çıkış yapabiliriz. Merkezi görevimize hizmet edecek, onun gelişmesine temel olacak her çalışma doğru ve yararlıdır. Kendimizi merkezi görevin icracısı olarak konumlandırmamız gerekir. Bunu başarmamız halinde gelişmelerin niteliği ne olursa olsun yapılması gereken netlik kazanır ve bu bize inisiyatif üstünlüğü sağlar.
Sınıf mücadelesinin gelişme eğilimi kitle örgütlerini öne çıkmaya itecek niteliktedir. Kitlelerin örgütü niteliğinde olmasına rağmen bu kurumların kitlelerden kopuk hatta kitlelere karşı örgütler niteliği kazandığı bilinmektedir. İsmi “demokratik” olmasına rağmen, ekonomik-politik-akademik gelişmeler karşısında demokratik tutum almadıkları, hantal, bürokratik yöneticiler eliyle demokratik mücadeleden kopartıldıkları da biliniyor. Bu kurumları kaderlerine terk etmek, bu kurumlara karşı ilgisiz kalmak gibi bir tavrımız olamaz. Kitlelere ait örgütler olması, sınıf mücadelesi içerisinde bir işleve sahip olması gibi çok esaslı nedenler bizi bu kurumlara doğru yöneltir. Bu kurumlarda kitlelerin çıkarına hizmet eden, kitlelerin önünü açan, kurumu kitlelerle buluşturan her yöneticiyle, anlayışla çalışmalı, bunları desteklemeliyiz. Kitlelerle birlikte ve en önde mücadeleyi geliştirelim, yükseltelim.
*Meçhul Öğrenci Anıtı, Ece Ayhan
**Devlet Dersinde Ölenler, Şükrü Erbaş