Yakın zamanda Dersim’de Gülistan Doku’nun kaybedilmesi, Hozat’ta Sakine Oğuz ve yine Esma Kılıçaslan’ın katledilmesiyle çokça sorulan sorulardan birisi bu cinayetlerin “adli” olup olmadığı yönündeydi. Bunun elbette belli nedenleri vardır. Öncelikle son bir yıl içerisinde daha görünür olan ve “adli vakalar” gibi gösterilerek egemenler tarafından sessizlikle geçiştirilmeye çalışılan kadın cinayetlerinin bu kadar üst üste gelmesi; katledilmelerde, asker, polis gibi kişilerin dolaylı ya da doğrudan fail olarak ön plana çıkması, haklı olarak bu sorunun bir kez daha sorulmasına neden olmuştur.
Ülke gündeminde çok sık yaşanan kadın cinayetlerinin, esas olarak bu konuda daha olumlu bir geçmişe sahip Dersim’de son süreçte daha fazla yaşanması, dikkat çeken bir durum ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber özellikle son üç olayda da asker, polis ve gizli koruculuk dayatmasının gündeme gelmesi, Dersim’de kadın cinayetlerinin arka planında direkt devleti işaret eden faktörleri ortaya çıkarmaktadır. Kuşkusuz ülkenin neresinde bir kadın katlediliyorsa orada egemen sınıfların gerici-feodal değer yargılarının izlerini görmek mümkündür. Ancak Dersim’de devlet daha özel bir pozisyonla karşımıza çıkmaktadır.
Dersim devrimci-ilerici potansiyeli, kültürü ve kimliği ile kuruluşundan bu yana TC devletinin özel ilgisine, katliamlarına ve politikalarına maruz kalmış bir coğrafyadır. Sistemle olan uzlaşmaz yapısı, devrimci mücadeleyle (özelde gerilla mücadelesiyle) ilişkisi, Dersim halkının katledilmesine, sürgünlere uğramasına, coğrafyasının insansızlaştırma politikalarına maruz kalmasına neden olmuştur. Ancak bir türlü teslim alınamayan Dersim, yine egemenlerin bir başka politikası olan yozlaştırma, işbirlikçileştirme/koruculaştırma saldırılarına da maruz kalmaktadır. Tüm bunlar bir anlamda direngen yapıyı içten fethetme çabasıdır.
Devrimci faaliyetin görece güç kaybettiği 2000’li yılların başından itibaren daha yoğun bir şekilde gündeme gelmeye başlayan yozlaştırma, işbirlikçiletirme/koruculaştırma dayatmaları ne yazık ki kısmen de olsa bir başarı kazanmış ve yaygınlaşarak Dersim’de yaşam bulmaya başlamıştır. Kuşkusuz ilerici-devrimci potansiyeli daha ön planda olmak üzere bu konu başlıklarında yaşananlar, sadece 2000’li yıllarla başlayan bir süreç değildir. Ancak bu süreçte daha görünür olmaya başlamıştır.
Bu tarihten itibaren Dersim sokaklarında torbacılar dolaşmaya başlamış, uyuşturucu, esrar, fuhuş daha aleni bir hal almış, işbirlikçilik, koruculuk daha da artarak meslek (!) haline ulaşmıştır. Tüm bunlar adım adım Dersim halkının kendi ilerici kültüründen uzaklaşmasının önünü açan politikaların ifadesi olurken kuşkusuz bunların pratik bir karşılığı da olmuştur. Daha önce Dersim’de pek sık rastlanmayan gelişmelerin yaşam bulmasında bu politikaların etkisi ön plandadır. Nitekim kadınların katledilmesinde de tablo bundan ibarettir.
Daha yakın bir geçmişe kadar basit adli vakaların dahi gözle görülür düzeyde az olması, var olan sorunlara halk ile devrimcilerin birlikte çalışmalarıyla kendi içinde çözüm bulma arayışı/pratiği, sorunların çözümünde atılan ilerici adımlar, bu gibi sorunların yaşanmasının önüne engel olan faktörlerdir. Öyle ki Dersim adliyelerinde görülen adli vakalar, halkın devrimcilerle çözmeye çalıştığı sorunların çok altında bir seyir izlemiştir.
Son süreçte kadınlara yönelik yapılan taciz, tecavüz ve katliam boyutlarına varan saldırıların erkek profiline bakıldığında önemli bir ayrıntı göze çarpmaktadır. Saldırıları yapanların işbirlikçi, korucu, asker, polis yakını olması hiç de tesadüf değildir. Bunların yanında yaşanan tecavüz olaylarında tecavüzcülerin hemen hemen hiçbir ceza almadan serbest bırakılmaları bir başka ayrıntıyı ortaya çıkarmaktadır. Kısacası kadınlara yönelik saldırıların hangisini irdelersek irdeleyelim, dolaylı ya da dolaysız devletin kendi temsilcilerini, polis ve askerini, işbirlikçilerini ve daha genelinde mutlaka egemen sınıfların yozlaştırma politikalarının izlerini görmekteyiz.
KADINLARA YÖNELİK SALDIRILARIN ENGELLENMESİ İÇİN SESSİZLİĞİ KIRMALIYIZ
Kuşkusuz tüm bu saldırıların arka planında ya da daha doğru bir ifadeyle tam ortasında devletin olması kadar doğal bir şey yoktur. Özellikle Dersim’in komünist ve yurtsever güçlerin yürüttüğü silahlı mücadeledeki yerinin bu saldırıları daha pervasız hale getirdiği açıktır. Bu anlamda Dersim’e yönelik devlet yaklaşımı, savaş alanı olması gerçekliğinin doğrudan bir parçasıdır. Savaşı güçten düşürecek, devrimci ve komünist güçlerin ideolojik-kültürel anlamda da kuşatılmasını sağlayacak ve etkisini zayıflatacak her türlü zemini kendine dayanak yapmaktadır. Zira devlet görevini yapmakta, kendi sisteminin bekası için halka yönelik her türlü saldırıyı örgütleyerek (fiziki, psikolojik, kültürel) halkı teslim alma, ona biat ettirme, kafaları uyuşturarak, yozlaştırarak, insanlıktan çıkararak kendi çıkarlarına uygun bir insan profili yaratma çabası içerisindedir. Ancak doğal karşılanmaması gereken bir tablo daha vardır ki hepimizin “Dersim’de neler oluyor” sorusundan daha fazla sesimizin yükselmesine, yaşanan tüm saldırılara karşı aktif tavır almaya, örgütlü bir karşı koyuşla özellikle kadınların yaşadığı baskı, taciz, tecavüz ve cinayetlere karşı öfkenin pratik karşılığının zayıf olmasıdır.
Zira Dersim özgülünde bu saldırıların bu kadar artmasının devletle direkt bağı olması gerçeği yadsınmadan, buna zemin sunan gerçekliğin de masaya yatırılması gerekmektedir. Asıl okların nereye yöneleceği oldukça açıktır. Sisteme, onun kurumlarına, polis ve askerinedir esas tepki. Ancak çelişkinin bir de iç yanı vardır. Ve buraya yönelik müdahale, zaten devletin bu politikalarını boşa çıkaracak olan özne rolünü oynayacaktır. Devlet istediği kadar saldırsın, istediği kadar yozlaştırma ve işbirlikçileştirme/koruculaştırma saldırılarını dayatsın, önce buna yönelik bir irade, sonra bu dayatmaları kabul edenlere yönelik bir tavır ve bununla birlikte yaşanan saldırılara karşı örgütlü bir karşı koyuş bu saldırıları boşa çıkaracaktır.
Ancak tam da burada egemenlerin bu saldırılarının yaşam bulmasına zemin sunan bir faktörden bahsetmeden geçemeyiz. Her ne kadar Dersim halkının ilerici-devrimci potansiyeli ön planda olsa da yine sistemin kendisine ait olan ama halkın yaşamında yer edinen ve geriyi temsil eden feodal değer yargılarını ve ilişkileri de masaya yatırmak gerekmektedir. Bunlar devletin bu politikaları hayata geçirmesinde güç aldığı, buna zemin sunan gerçekliği ifade etmektedir. Bu sistemin bize öğrettiği en büyük ders, her sessizliğin daha fazla ölüm olarak halkın karşısına çıktığıdır. Devlet, saldırılarının bu kadar pervasız olmasında bu sessizlikten güç almaktadır.
Bunun için dün yaşam bulmasına olanak verilmeyen (bundan dolayı pek de önemsenmeyen) tüm saldırıların bugün yaşam bulduğunun ve bunun özellikle kadınlara yönelik saldırılarda daha fazla pratik karşılığının olduğunun bilincinde olmak, “Dersim’de neler oluyor” sorusundan daha fazla görev ve sorumluluk gerektirmektedir. Bu saldırılar karşısında aktif bir tavrın yaşama geçme zorunluluğu dünden daha fazla karşımızda durmaktadır. Aksi takdirde devlet ortaya çıkan boşluğu doldurmaktan hiç imtina etmeyecek ve bu saldırılar daha fazla yaşam bulmaya ve bizleri şaşırtmaya(!) devam edecektir. Yani kısacası bu saldırıların önüne geçmenin öfkeyi örgütleyerek ama sadece dillendirerek değil aynı zamanda sokaklara çıkıp hesap sorma eylemini güçlendirerek olacağı aşikardır. Bunlarla birlikte bu saldırılara zemin hazırlayan yozlaştırma saldırıları ve egemenlerin tüm politikaları karşısında da aktif tavır almak oldukça önemlidir.
Bu temelde yakın bir süreçte Munzur Nehri’nde kaybedilen Gülistan Doku ve tesadüf değildir ki yine Munzur nehri kıyısında cansız bedeni bulunan Esma Kılıçaslan’ın tam da devletin bu politik, askeri, kültürel, ideolojik savaşının yol açtığı kayıplar olduğunu görmek ve buna karşı daha fazla ses çıkarmak ve daha aktif tavır göstermek; başta devrimci demokrat yurtsever kurumlar olmak üzere Dersim halkının görevi ve sorumluluğudur.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 16 Nisan 2020 tarihli 59. sayısından alınmıştır.