Adli yıl başlarken önümüzdeki en önemli meselenin, af buyurun, “Hukuk devleti” olduğunu iddia etmeye niyetliyim. Başlığın muradı budur.
Üzerinde sohbet edilecek “Adalet” gibi bereketli, “Özgürlük” gibi heyecanlı, “Devrim” gibi güncel ve gerçekçi konular varken, bu pespaye temcit pilavını ısıtıp sofraya getirmek için özel bir mazeretim var. O yüzden kavramın hepimizde yarattığı bıkkınlığa teslim olup, okumaktan erken vazgeçmeyin lütfen.
Öncelikle ilgimi çeken şeyin çerçevesini çizip konuyu sınırlandırayım. Yaz boyunca, siyasal iktidarın yürürlükteki kurallara uygun davranmadığı, kuralları yok saydığı veya oyun bozanlık yaparak yeni kurallar icat ettiği sızlanmalarını işittik. Sonra, başta Adalet Bakanı olmak üzere bir dizi iktidar sözcüsü tarafından; “ Her ne kadar milletçek zor günler geçirdiysek bile…” Yargı Reformu sayesinde hem yeni ve daha güzel kurallar hem de onlara uymaya istekli bir iktidar göreceğimiz yönünde teskin edildik.
Yani bu kış “hukuk devleti” geliyor olabilir, hepimizin hazırlığını buna göre yapması gerekiyor. İnandırıcı bulmayan olabilir. Açıkçası ben doğru çıkması ihtimalinden endişeliyim. Vaadin neden bende kaygı uyandırdığını “günün anlam ve önemine binaen” kısaca anlatmaya çalışacağım.
Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in ağzından; “Kurallar sadece savaşın hayattaki en aşağılık şey olduğunu unutmamıza yardım.” der Tolstoy. Başındaki “hukuk” sıfatının devlet hakkında unutturmaya çalıştığı yaklaşık olarak buna benzer. Her iki örnekte de beklenti çıplak gücün sınırlanması yoluyla zulmün kendisinin değilse de çirkinliğinin azaltılabileceğidir.
Savaşın topyekün hırsı, acımasızlığı karşısında kuraldan umulan kısıtlamanın cılız ve çocuksu kalacağını biliriz. Walzer, savaşın hukuku olup olamayacağına ilişkin akıl yürütmesine tam buradan başlar: “Savaş o kadar korkunçtur ki kısıtlanma ihtimaliyle dalga geçeriz; kısıtlama olmadığında ise çok daha korkunçtur, o zaman da hiddetleniriz.
Cenevre Konvansiyonu’nu düşünün. Esirlerin, yaralıların ve sivillerin “hakları” olduğunu iddia eden bu ünlü savaş “sözleşmesi” çok insanın canını kurtarmıştır. Yine de söz konusu olan savaşı kazanmaksa, kimsenin ona uymayacağını adımız gibi biliriz. Esir almak, bombardıman uçağının, füzenin, mayının tabiatına aykırıdır. Savaş müsabaka değildir, kaybedene sırf kurallara uygun oynadığı için takdim edilecek bir centilmenlik mansiyonu bulunmamaktadır. Savaş hayat memat meselesidir. İşte bazı iktidar türlerinin devletle ilişkisi de buna benzer. Ferasetli bir uyarıda hatırlatıldığı gibi: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Mevcut siyasal iktidar, rejimi bükerek elde ettiği kendi devlet deneyiminden yola çıkarak, öğrenmesi gereken en önemli dersi almıştır ve göz ardı etmeyecektir: “Muhalefette yaşama şansım yok.” Kamu kaynakları yağmalandı, ağır suçlar işlendi, büyük zararlar verildi. Sorulabilecek hesap karşısında iktidarı seçimle devretmenin kazandıracağı iltifatın hiçbir çekiciliği yoktur. Bu nedenle de devretmeyecektir.
Elbette yürürlükte kurallar var, hep vardır. Nikolay Semyonoviç Leskov’un dediği gibi: “Yasa bir attır; eyerleyin sizi istediğiniz yere götürecektir.“ Savaşta sivil öldürülmez mesela. Eğer yirminci yüzyıl boyunca savaşlarda ölen her bir askere karşılık yüz sivilin öldürüldüğü bilgisiyle birlikte hatırlayabilecekseniz hiç fena bir kural değildir. Yaralıları için ateşkes istemenin, kaybetmek üzere olan tarafın vakit kazanmaya çalışmasından ibaret olduğunu hissederiz. Acı bir alaydır bu. Siper savaşında karşılıklı atışlar başladığında ortaya fırlayıp “Durun!” Ateşi kesin, karşıda insanlar var!” diyen Şvayk dışında, hepimiz sevmek için değil öldürmek için orada olduğumuzun farkındayızdır. Alaycılık işte bunun içindir.
Yine de Cenevre Sözleşmesi (yahut Anayasa, Muhakeme Kanunu, İnsan Hakları İçin Avrupa Sözleşmesi, Yakalama Gözaltı Yönetmeliği…) orada bir yerdedir. Esirlerin kurşuna dizildiği, kadınlara tecavüz edilen, hastane ve ambulansların vurulduğu savaşlar bizi daha çok öfkelendirir. İşte bu da hiddetimizdir.
Alay ve hiddet.
“Hukuk devleti” fetişini doğru anlamanın tek mümkünü her iki güçlü duygunun da derin temeller attığı bu çelişkili bütünü kavramaktır; alay ederek ve öfkelenerek. Ama asla büyüsüne kapılmadan. Fetişin büyüsü, saptırılmış bir anlam yükünü haddi olmadan üstlenmesindedir. Saplantılı bir biçimde, neredeyse cinsel bir coşku uyandırması bundandır. Kavram çok zengin bir göndermeler yumağı ile sarmalanmıştır: “Düşünce, ifade, basın, örgütlenme özgürlükleri; laiklik; parlamenter demokrasi; seçim, gizli oy, açık sayım; …” Bunların hukukla hiçbir ilgisi yoktur, hepsi sapına kadar siyasal işlerdir. Bunları “hukuk” zannedip, yasa maddelerinde evir çevir redaksiyonları yaparak elde etmek niyetindeyseniz, tarihsel örgüde bir ilmek kaçırmışsınız demektir.
Şimdi geri dönüp kaçırdığınız ilmeği şişe alalım. Hamasetten arındırıldığında işimize yarayabilecek bu çelişkinin sade bir anlatımı Kelsen’in “Devletin hukukla sınırlanması” bahsinde ortaya konur. Burada bize zarif bir açıklıkla hatırlatıldığı üzere; kabul edilebilir tek istikrarlı ve meşru kaynağı bizzat modern devlet olan hukuk, devleti sınırlamaz, sınırlayamaz. Daha da iyisi, tariflerinde kullandığınız üç beş işlevsel nüans gözardı edildiğinde hemen farkına varılabileceği gibi; devlet ve hukuk aynı şeydir.
Kelsen söylemez ama biz söyleyelim; birlikte doğmuşlar ve zamanı geldiğinde birlikte sönümlenerek insan toplumlarının yaşamından çıkacaklardır.
“Hukuk devleti”, ister bir eş anlam pekiştirmesi isterse bir oksimoron olarak kurgulanmış olsun, bir ideal değildir.
Bir mülkiyet tanımının, bir sözleşme/mübadele imkanının ve bir dizi haksız fiil yasağının sistematik güvencesidir. Haydi daha anlaşılır bir cümleyle söyleyelim; şimdi ve burada bir sınıfın, sahip olduğu mülkiyet aracılığıyla bir başka sınıfa kabul ettirdiği iş sözleşmesinin yarattığı mübadele düzeni, kendisine zarar verecek insan davranışlarını haksız fiil olarak yasaklar. Hukuk devleti budur. Zamansız, mekansız, evrensel bir iyi değil, mevcut düzenin tarihsel organizasyonundan ibarettir. Devlet, her üç pozisyonun da doğal (kendiliğinden/olağan) değil fakat tarihsel olduğu, mülk sahibi azınlığın nihai çıkarını koruduğu ve bunların ancak kendi varlığıyla sürdürülebileceği bilgisinin ta kendisidir. Bunun için vardır, ne fazla ne eksik.
Böylece fetişi sapkın yükünden arındırarak, “Hukuk devleti” dendiğinde hepimizin aynı şeyden söz ettiğine emin oluruz. Hepimiz; yani Adalet Bakanı, Türkiye Barolar Birliği Başkanı , Kelsen ve biz. “ Sen yine de bir tarif ediver.” diyecekseniz, bu kış gelmesinden korktuğumuz şeyin asgari müşterek tanımı şudur: “Kanunsuz suç ve ceza olmaz.”; “Kanunlar geriye yürümez.”; “Normlar birbirlerine aykırılık içermeyecek bir hiyerarşik düzen içerisinde yazılı olarak ilan edilir.”; “Devletin bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine açıktır.”; “İhtilaflar, kendileri meydana gelmezden önce kurulmuş mahkemelerin orada oturmuş kendisine başvurulmasını bekleyen olağan yargıçlar tarafından çözülür.” ve nihayet “Devlet neden olduğu zararları tazmin eder.” asgari müşterek dememin sebebi, bunlar yoksa ortada sadece hukukun değil, devletin de bulunmadığı gerçeğidir: Basitçe ve açıkça savaştasınızdır, ona göre pozisyon alırsınız. Bunlar sağlanmışsa sonraki taleplerinize hukuk değil, siyaset bakar. Mahkemeden değil, egemenden talep edilir. Verilmez, alınır. Yeniden kaybedilir, kaydı tutulur.
Şimdi sadede geliyoruz.
Hiçbir kanunda suç olarak tarif edilmemiş eylemlerim nedeniyle hapisteyim. Muhaliflerin avukatlığını yaptığım, şüpheli ve sanıklara susma hakkını kullandırdığım, işkence görenlere, işten atılanlara, işyerlerinde katledilenlere ücretsiz hukuksal yardımda bulunduğum için.
Bunların tamamı, geriye doğru yürütülen OHAL KHK’ları ile suç ilan edildi. Düzenlemeler anayasaya aykırıydı ama yargı bunları denetlemeyi reddetti.
Hapiste değil dışarıda olmam gerektiğini düşünerek beni tahliye eden olağan yargıçlar görevlerinden alınarak sonradan oluşturulmuş bir heyet tarafından cezalandırıldım.
Hepimiz çok zarar gördük. Korkarım devletin zararımızı tazmin etmek gibi bir niyeti yok; üste para istemeyi düşünmüyorsa şanslıyız. Ve şimdi aniden asgari müştereğe dönebileceğimiz ima ediliyor.
“Ne güzel işte; bu kış “Hukuk devleti” geliyorsa yırttın, istinaftan döner senin dosya.” diye düşünenleriniz olabilir. Aynı fikirde değilim. Yani dönsün tabii ama sevinmek açısından diyorum.
Çünkü o zaman, mevcut durumu Adalet Bakanı ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı gibi tarif etmiş oluruz: “ Bu ilkeler geçici olarak askıya alınmıştı, çünkü devlet kendini tehlike altında hissetmişti.” Pekiyi, kışa? “Şimdi tehlike geçti, devlet sakinleşti, Yargı Reformu zamanı geldi.”
“Teşhis” adı verilen bu edebi sanat cansız varlıkların kişileştirilmesi esasına dayanır, sürekli duyarsınız: Borsa endişelidir, faiz heyecanlıdır, devlet hissetmiştir.
Devlet hissetmez.
Bu söylendiğinde şu saklanmaya çalışılıyordur: Mülkiyet, ve sermayeyi elinde tutan, onun adına iş gören, siyaset yapan, bürokrasi çeviren, şirket yöneten, parti idare eden gerçek kişilerin genellikle kârı düşmüş, nadiren zararları olmuş ve her koşulda gelecekten tedirginlikleri doğmuştur. Başka bir deyişle, “Çıkar amaçlı suç örgütü” olmaz. Çıkarları için bir suç örgütü oluşturan veya örgütlü olarak çıkarlarını koruyan gerçek insanlar olur. Bunlar geleceklerinden endişe duyduklarında teşhis sanatı devreye girer; “ örgüt” kendini tehlikede hisseder. Korkan ise, basitçe, gerçek, suçlu, zengin insandır.
Hukuk devleti bu korkuda azalmadır. Gerçekten korkuları azaldıysa durumumuz tatsız demektir.
Eğer yaz sonu itibarıyla, bu güruhun kârı yükseldi, geleceği garantide ve endişeleri azsa, maazallah gerçekten “Hukuk devleti” gelebilir ve bu en azından konjonktürel bir uzun dönem açısından kaybettiğimiz anlamına gelir.
Evet, belki ben hapisten çıkarım ama hak gelip de batıl zail olduğundan değil; artık yoksulların avukatlığını yapmak tehlikeli görülmediğinden. Yani yoksullar şimdilik yenildiği, bastırıldığı için. Aslında “Hukuk devleti” de bu demektir. Mülk sahipleri açısından pahalı ve riskli bir efor gerektiren faşist saldırganlığa, düzmece yargıya, çıplak şiddete ve kontr-gerillaya ihtiyaç kalmamıştır. Düşene vurmak gereksiz masraf çıkaracağından bizi kendi halimize bırakırlar.
Elbette böyle demek ayıp olduğundan; “konsensus sağlandı”, “iş barışı yakalandı”, “ demokrasiye döndük” veya “aklı selim kazandı” denir. Her koşulda inatla dövüşen biz garibanlara “kapak olur” anlayacağınız. Hiç hoş değil.
Kıştan niye korktuğumu anlatabildiysem, fetişin akıbetiyle bitirelim. “Hukuk devleti” seviciliği, sahtesiyle gerçeğiyle, platoniğiyle, mazoşistiyle üç ana gruba ayrılır:
1- Bakanınki: Umarım yalan söylüyordur ama eğer gerçekten bu kışa Kelsen asgari müştereğinde “Hukuk devleti” getirmeye niyetliyse kaybettik demektir. Bizim için üzücü olur.
2- Muhalefetinki: Sokağa çıkmadan, grevsiz, direnişsiz, dövüşmeden yasaları değiştirip, hazırladıkları “çok tatlı” taslağı mecliste onaylatarak hukuk devletine geçişimizi planladılarsa, iktidara talip değiller demektir. Onlar için üzücü olur.
3-TBB Başkanınınki: Kimse üzülmez, çünkü fetişin büyüsü yaz kış çalışmaya devam eder. Nasıl ayak fetişisti elinde tutmakta olduğu uzvu insan cinselliğinin tamamı sanıyorsa, bu da elinde tutmakta olduğu örgütü “devlet” sandığından sever. Algısı eksik veya çarpık da olsa seviyor sonuçta, mutludur. Kalanını hayal gücü tamamlar, bir de yönetim kurulu elbette; oy çokluğuyla.
Haydi yetsin.
İyi bir adli yıl olsun. Mücadele hepimizi vakitsiz “Hukuk devleti” tehlikesinden korusun. İyi dövüşen kazansın ki bu durumda hiç şüpheniz olmasın, biz kazanacağız.
Herkesi sevgi ve özlemle kucaklıyorum.
Kışın tekrar konuşuruz ama kazanmak konusunda ciddiyim.
*Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı / Silivri Kapalı Hapishanesi