[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Türkiye’de aradan yıllar geçse de gündemler anbean değişse de tüm gerçekliğiyle önümüzde duran bir konu var. Gündemden neredeyse hiç düşmeyen bazıları için “normalleşen” bir gerçek. Büyük bir sorun olarak yıllar boyunca mücadele etmekten vazgeçmediğimiz, vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek. Kadına yönelik şiddet…
Kadına yönelik şiddet her geçen gün artıyor. Öyle ki Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun (KCDP) en son yayımladığı temmuz ayı raporuna göre bir ayda 25 kadın katledildi, 9 kadının ölümü ise şüpheli bulundu. Bu sayı sadece bir ayda elde edilen veriler doğrultusunda belirlendi. Öte yandan fiziki katledilmenin dışında çeşitli yol ve yöntemlerle kadınlar fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddet gibi birçok biçimi olan şiddete maruz kalmaya devam ediyor.
ŞİDDETİN YERİ VE ZAMANI YOK
Gücü sadece hayatında olan/olmayan kadına yeten hatta bazen karşısındaki kadını tanımasına gerek olmadan şiddet uygulayan erkek kendinde bunu “hak” sayıyor, ahlaki gerekçeler de uydurarak yaptığını “doğru” kabul ediyor. Ezilenin ezileni olan kadın dört bir yandan bu şiddet biçimlerine maruz kalıyor.
Şiddet her yerde kendini gösteriyor. Evde, işte, aile içinde, sokakta ve daha birçok yerde şiddetle burun buruna geliyor kadın. Ülkenin yarı feodal, yarı sömürge yapısı ile daha da keskinleşen ve toplumsal bir taban da bulan bu şiddet biçimlerine bir sokakta alelade yürürken bile maruz kalabiliyor kadın.
Şiddetin yeri ve zamanı yok diyoruz. Bunu diyoruz çünkü deprem bölgesinde birçok kadının şiddete maruz kaldığını biliyoruz. Can pazarı, enkaz, barınma, temizlik, gıda derken ve depremde hayatını kaybeden binlerce insan varken depremin ilk günlerinden itibaren, görünürlüğü arka plana atılsa da var olmaya devam eden gerçeklik gene kadına yönelik şiddet… Öyle ki depremin ilk günlerinde depremzede kadınların yardımlaşma adı altında tacize maruz kalması insanlık dışı durumu gözler önüne seriyor.
Durumu görece iyi olanlar depremin ilk günlerinde tek tek terk edip gitti deprem bölgelerini. Elinde sadece canı kalanların yaşam mücadelesi ile imtihanı her geçen gün daha da keskinleşti. Geride kalanlar elindekileri tutmaya çalışsa da ekonomik kriz koşullarında derinleşen yoksulluğun getirdiği birçok “şey” var. Bireysel şiddetin de arttığı bu dönemde neredeyse her gün yeni bir şiddet olayına şahit oluyoruz. Depremin 6. ay raporlarına göre kadına yönelik şiddet azalmadı. Kadınların verdiği yaşam mücadelesi depremden sonra daha artmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Erkek yaşadığı yoksulluğun, krizin faturasını kadından çıkarıyor. Başına gelenlerin sorumlusunu kadın ilan ediliyor. Sözde “gücü” kadına yetiyor. Mor Çatı, TTB, KCDP gibi birçok kuruma gelen başvurular doğrultusunda aslında depremden önce de aynı sorunların olduğunu, depremle birlikte bunun daha da katmerlendiğini öğreniyoruz.
Deprem bölgelerinde karşılaşılan bir diğer şiddet biçimi ise psikolojik şiddet. Bir kadın yaşadığı şiddeti “Ya deprem oldu. Hepimiz ne haldeyiz. Hâlâ bana, polise ulaşamayacağımı bildiği için fiziksel şiddet uyguladığı yetmiyormuş gibi ‘Yanımdan başka eve taşınsaydın tek başına kaldığın evde senin ölünü bile 2 ay bulamazlardı. Gördün mü?’ diyor; psikolojik şiddet uyguluyor.” diye anlatıyor mesela. Farklı katmanlardan meydana gelen erkek egemen sistemin en altında emekçi kadınlar yer alıyor. Zor koşullar altında bu daha da artıyor. Depremden önce de sömürülen, ev içine mahkûm edilen, evdeki emeğinin görünmezliği ile yoğun biçimde sömürülen, evi çekip çevirme “sorumluluğuyla”, kocasının önüne bir tas çorba koyma çabası ile mücadele etmeye çalışırken kadınlar bugün aynı mücadeleyi çok daha ağır ve çetin koşullarda omuzlamak zorunda bırakılıyor. Evleri yıkıldığı için gidecek bir yeri olmayan kadınlar neredeyse biçare bir şekilde bir geçim ve yaşam derdinde.
Savaş, baskılar, kriz, yoksulluk ve şiddet göçün bariz etkenlerinden olarak görülüyor. Bu sürece bakınca zorunlu göç veya isteğe bağlı göçün, içinde barındırdığı zorluklar kadınlar için katlanılması hiç kolay olmayan şartlar haline geliyor. Özellikle genç kadınların göç veya iltica sürecinde yaşadıkları zorluklar onları daha savunmasız kılarak geleceksizleştiriyor. Dil unsuru ve yaşadıkları kültürel, sosyolojik ve politik farklılıklar, mülteci ve göçmenleri hayata karşı güvencesiz hale getiriyor.
Örneğin çadırda maruz kaldığı şiddet sonucu kocası için uzaklaştırma kararı alınmasına rağmen mülteci/göçmen kadınlardan, çözüm olarak çadıra yaklaşmaması isteniyor ve kadın bu karara uymayan erkeğin sürekli ölüm tehditlerine maruz kalıyor. Ayrıca çadır kentte tercüman desteği olmadığı için kimseye sesini duyuramıyor. Mülteci/ göçmen statüsü, çocukların sayısı vs. ile sığınağa da götürülmüyor ve çadırda kalmaya devam ediyor. Her an her yerde katledilme korkusuyla yaşamaya çalışıyor.
Kadın için ağırlaşan her koşul yaşamanın katlanılmaz derecede çirkinleşmesi anlamına geliyor. Gerek geçen onca zamana rağmen deprem bölgelerinde yaşamın örgütlenememesi gerekse de Suriyeli sığınmacıların TC’nin de kışkırttığı ve içinde aktif olarak yer aldığı savaş nedeniyle artmış olması karşımıza çıplak biçimde kadın sorununun Türkiye’deki gerçekliğini göstermiştir. Bu ağır koşullarda kadınlar zulme uğruyorlar. Ne deprem gibi çok ağır bedellere neden olmuş bir olay kadınların yakasını biraz olsun gevşetmeye neden oluyor ne de sığınmacılık şartlarında yaşamak onlardan faydalanma alçaklığında gerilemeye neden oluyor. Bu zor koşullarda karşımıza çıkan gerçeklik kadın sorununda esaslı bir ilerleme olmadığıdır. Türkiye’deki tartışmalar ve yer yer gündeme getirilen, ciddi hak talepleriyle somutlaşan farkındalık (kadın farkındalığı) öyle görünüyor ki kadının somut sorunları bakımından bir ilerlemeye neden olmamıştır. Kuşkusuz bu, söz konusu taleplerin ve farkındalığın hiçbir anlam ifade etmediği anlamına gelmez. Ne var ki insanın tarihsel ilerlemesi içinde ne farkındalığı ne de kısmen dile gelen taleplerin elde edilmesinin bir önemi vardır. Tarihsel ilerleme deprem bölgelerindeki şartların sınıfsal incelenmesinden açığa çıkacak “yeni dünya için mücadele” ile mümkündür. Sığınmacı kadınlardan her yolla faydalanmak isteyen zihniyet sadece bir “erkek zihniyeti” değildir. O aynı zamanda feodal ve sömürücü zihniyetin taşıyıcısıdır. Dolayısıyla mücadele bu zihniyetlere karşı geliştirilmedikçe ve gerçekleştirilmedikçe kadınlar aynı şiddete maruz kalmaya devam edecekler.
Hem depremzede hem de sığınmacı kadınlardan gelen haberler kadın sorununun derinliğini, çözülmek zorunda olduğunu öğretmektedir. Biliyoruz ki sorunlar bekleyerek çözülmez. Her bekleme çürütür. Dayanışmayı hatırlatmanın ve harekete geçmenin zamanı geçmiştir. Buna rağmen geç değildir…