[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Sosyal psikoloji bakış açısıyla depremler, afetler, risk, belirsizlik ve ölüm unsurlarını barındıran olaylardır. Nerede, ne zaman ve nasıl sorularının kolay cevaplandığı olaylar değildir – afet tipine göre değişen çeşitli seviyelerde belirsizlik barındırmaktadırlar. Elbette afetler, yol açtıkları can kayıpları sebebiyle çok yıkıcı bir olaya dönüşebilmekte yani ölümle eşleştirilebilmektedirler. Afetlerin bu üç gerçeğe dayanan bir olay olması insanlar için hayatı da aşırı zorlaştırmaktadır bir yandan.
Afetlerin barındırdığı risk, belirsizlik ve ölüm olguları karşısında insanlar psikolojik düzenlerini sürdürmek ve hayatlarına devam edebilmek için bir algı süzgeci geliştirirler. Bazen kaçınma ve inkâr, bazen iyimserlik, bazen de kaderci düşünme yollarıyla ve daha nice yollarla baş etmeye çalışırlar. Bu davranış biçimlerini ayrıntılandırabilmek için “dirençlilik (Resilience)” ve “kırılganlık (Vulnerability)’’ kavramlarını anlamak önemlidir. Dirençlilik yaşanılan herhangi bir travma ya da riske maruz kalma sonrasında, toplumun kendi risk yönetim planı dahilinde sistem olarak işlevlerini yerine geri getirebilmesini sağlamak adına gerçekleşen afet/risk/travma ya da şokun etkilerini soğurma, iyileştirme süreçlerine uyum sağlama ve “düzen”li olarak tanımlanabilecek eskiye dönüşü gerçekleştirirken bir yandan da iyileşebilme kapasitesidir.
Eski düzene dönmek ya da yeniden başka bir düzen yaratmak için dirençliliğin yanında kırılganlık kavramı da belirleyici olabilmektedir. Bu iki kavram birbirleriyle ters orantılı bir ilişki içerisinde daha net kavranabilir. “Kırılganlık; bireyin, topluluğun veya sistemlerin tehlikelerin etkilerine duyarlılığını, hassasiyetini artıran fiziksel, sosyal, ekonomik veya çevresel faktörlerdir” Kırılganlığın yüksek olması dirençliliğin az olmasını ve buna bağlı olarak da afet sonrasında ya da herhangi bir travma ve şok sonrasında düzene ve uyuma geri dönebilme durumunun güçlüğünü beraberinde getirir.
Yoksullar, toplumdan dışlanmış kayıt dışı çalışanlar, kadınlar, engelliler, göçmenler, azınlıklar, çocuklar, yaşlılar ve gençler, ekonomik şoklar, sağlık şokları, doğal afetler, iklim değişikliği ve endüstri kazaları, çatışma ve iç karışıklıklar gibi durumlarda, kısıtlı yetkinlikleri ve toplumdaki konumları ve yaşam döngüsündeki hassas dönemleri neticesinde yetersiz toplumsal bütünlük, tepkisizlik devlet kurumları ve zayıf yönetişim sonuçları ortaya çıkmaktadır.
Türkiye coğrafyası krizler coğrafyasıdır. Son iki yaşanan kriz toplumsal yaşamı altüst etti şüphesiz. COVID-19 pandemisi, çağımızı tanımlayan küresel bir sağlık krizidir. COVID-19 virüsü, milyonlarca insanı enfekte etmiş olmakla birlikte, enfekte olmayan diğer birçok kişiyi de beraberinde getirdiği sağlıkla ilişkili kaygılar, yakınları kaybetme korkusu, başkalarını enfekte etme endişesi, ekonomik sıkıntılar, sosyal izolasyonun yarattığı bunalmışlık ve sürecin belirsizliği gibi faktörlerle duygusal olarak etkilemektedir. Dünyanın birçok büyük kenti, insanların isteyerek veya hükümetler kararıyla evlerine kapalı kalması nedeniyle terk edilmiş hayalet şehirler gibi göründü. Dükkanlar, tiyatro-sinema salonları, restoranlar, kafeler kapandı, sosyal yaşam durdu.
Normal yaşama ne zaman dönüleceğini bilinmedi. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyal ve ekonomik sonuçları açısından ezilen kesimler için aşırı bir yıkım oldu. Pandemi süreci ticari ve ekonomik alanda dünyada zaten başlamış olan daralmanın boyutlanmasına yol açarken süreç tedarik zincirindeki kırılmalarla, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile zaten yükselişte olan başta petrol olmak üzere çeşitli kritik malların fiyatlarının artmasıyla ekonomik durgunluğa evrilmekte olan kriz üzeri örtülemez, yumuşatılamaz bir noktaya varmıştı. Kuşkusuz emperyalist ülkelerden başlayan ekonomik krizin en karanlık hali kendisini Türkiye gibi yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde hissettirmektedir. Zayıf ve bağımlı ekonomisi ile yarı sömürge ülkelerdeki krize, emperyalistlerin krizin faturasını yıkma politikaları da eklenince yoksulluğun derinleştiği, işsizliğin arttığı ve artık yaşanamaz hale gelindiği günler kapıları çalmaya başlamıştı. Durdurulamayan enflasyon artışı halka derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksulluk, sefalet olarak yansımakta. Çöplerden çocuklarına yemek arayanların olduğu sahneler artık sıradan oldu. İşsiz kaldığı ve çocuklarına bakamadığı için intihar edenlere, cinnet geçirip ailesini ve kendini öldürenlere tanık olunmakta. Kısacası derinleşen ekonomik kriz geniş̧ halk yığınlarını doğrudan hedefleyen sonuçlar doğurmakta, halk açlık ve yoksullukla sınanmaktadır.
Krizin yarattığı en önemli psikolojik değişikliklerin başında, belirsizlik ortamının ve önünü görememenin yarattığı güven eksikliği ve karamsarlık gelmektedir. Bu durum kişinin daha çekingen ve tedirgin olmasına sebep olmaktadır. Krizle birlikte umutsuzluk ve mutsuzluk hâkim duygular arasında yer almış durumdadır. Psikolojisinde yaşanan değişim nedeniyle davranış ve alışkanlıklarında kalıcı değişimler gözükmektedir. İlk etapta gözlemlenen değişikliklerin başında insanların içe kapanması ve sosyal yaşamdan uzaklaşma eğiliminde olmaları gelmektedir. Her geçen gün yeni zamlarla yaşamı çekilmez hale getirilen, geleceğe yönelik umutlarını yitirmiş yoksullaşmış halk dünyada az rastlanan büyüklükte bir depremi yaşadı. Son yılların en büyük felaketlerinden biri olan Maraş merkezli depremle tüm Türkiye büyük bir acıya uyandı. Yukarıda tanımladığımız “dirençlilik” kavramı yani “bir olayla karşılaştığında başa çıkabilme kapasitesinin varlığı afetler karşısında bu etkiyi soğurabilme yeteneği” deprem öncesi süreçte zaten derin düzeyde tahribata uğramıştı. Afetlere karşı dirençliliği oluşturan önemli etkenlerden birisi, bireyin ya da toplumun kendini güvende hissetmesidir. Yaşadığı bölgede tehlikelerin ve afet risklerinin farkında olmak, gerek devlet ve kurumları tarafından, gerek bireysel olarak risk azaltma çabalarına inanmak, yardım göreceğine, yaralarının sarılacağına ve bir süre sonra tam olmasa da eski yaşamına tekrar dönebileceğine inanmak, afetlerin bir kader olmadığını, zararlarını azaltmanın mümkün olacağını bilince çıkarmak, yapılabilecekler ve nelerle baş edeceği konusunda bilinçli olmak bu güvenin ana unsurlarıdır. Ne yazık ki deprem sonrası yaşananlar yani savaş politikalarına ve patronların çıkarına göre bütçesini organize eden faşist devletin tutumu, acizliği ve bunların halka yansıması, bu güvenin Türkiye halkında hiçbir şekilde olmadığı ve olamayacağı acı gerçeğini açıkça gözler önüne serdi. Afet krizinde yaşanan, rezalet yönetme krizinin dışa vurumudur; çünkü devletin elindeki olanakları harekete geçiremeyip bir türlü koordine olamaması tek anladığı tedbirin de halka karşı zor kullanmak olması bununla alakalıdır.
Yaşanan yıkımın üstünü örtmeye çalışan devlet deprem felaketinin ardından OHAL ilan ederek halka yönelik saldırılarını artırmıştır. Gerçeği halka yansıtmaya çalışan gazetecilere ve devrimci, ilerici kesimlere dönük engelleme, yardımların halka ulaşmasını tekeline alma pratikleri ilk alınan tedbirlerdir. Depreme hiçbir hazırlık yapmadığı gibi her türlü yardım girişimlerini devlet otoritesini zaafa uğratma gerekçesiyle engellemektedir. Devlet, olanaklarını halkın hizmetine hızlıca sunmadığı gibi dayanışma amaçlı halk inisiyatiflerini engellemekte, göçük altında kalan on binlerce insan yokmuş gibi davranmaktadır.
Halk enkaz altında can çekişirken, yakınları onların yardım çığlıklarına karşın çaresizlik içinde ölümlerine tanık oldu. Yaşamlarından umudunu kesen halk yakınlarının cenazelerine ulaşıp, mezarlara gömemedi çünkü arama kurtarma çalışmaları durduruldu ve enkazlar kepçelerle kaldırıldı. Bu vahşeti yaşamaya mahkûm edilen, hayatta kaldıklarına her an pişman olan halk, aşırı soğuk ve açlık içinde kendi kaderlerine terk edildi. Kızılay’ın ise çadır ve gıda gibi acil yardım malzemelerini ihtiyaç sahiplerine hemen ve doğrudan ulaştırmak yerine para ile sattığı ortaya çıktı. Bugün bile hâlâ devletin yardımı gitmeyen bölgeler var.
Tüm engellemelere rağmen esas yardım çabası dernek, örgütler ve sivil insiyatifler yürütmektedir. Bu çabaları bile devlet ve kurumu AFAD üstlenmeye, gasp etmeye çalışmaktadır. Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız dirençlilik ve kırılganlık faktörlerini olumsuz etkileyecek o kadar skandal olay yaşandı ki hepsini burada saymak mümkün olmayacak. Bunlar ne yazık ki deprem sonrası iyileştirme ve yeniden inşa süreçlerinde kesintiler ortaya çıkmasına neden olmaktadır ve bu durum da “düzen ve uyum”un gerçekleşmesini güçleştirmektedir. Dolayısıyla, herhangi bir fiziksel ya da buna bağlı toplumsal değişim sonrası hedeflenen, bir an önce “eskiye” ve “normale” dönebilmek ve travmatik değişimin etkilerini kısa sürede ortadan kaldırmak Türkiye halkı için mümkün olmayacaktır. Bu yaraların hiçbir zaman sarılmayacağı, normal bir yaşama dönülmeyeceği anlamına gelmez.
Kavramlardan bahsetmişken; insanların, ortak “sorun, amaç, ihtiyaç, ilgi, ideal vb.” gibi çok çeşitli benzerliklerine göre farklı düzeylerde birlikler oluşturmaları ile ortaya çıkan tahmin edilemez güç “toplumsal sinerji” den bahsetmek yerinde olacaktır. Toplumsal birimler kendi kendine organize olarak yeni ve daha karmaşık bir “denge ve düzen” durumuna yükselirler. Bu denge ve düzen belli bir süre devam eder ve bu süreç içinde toplumsal birimler çeşitlenir, çoğalır ve karmaşıklaşırlar. Her toplumsal birim, toplumsal çeşitliliğin yüksek olduğu belirsizlik ve kaos zamanlarında kendi kendine organizasyon sürecine girer. Bunun anlamı biz komünistler için örgütlenme ve devrimci mücadeledir, ezilenlerin öfkesinin örgütlenmesi ve açığa çıkacak devrimci güç en güzel toplumsal sinerji olacaktır. Deprem felaketi halkın örgütlenmeye ve devrime ne kadar ihtiyacı olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Bir sonraki yazımızda depremin insanların psikolojisi üzerindeki etkilerini Türkiye halkı açısından incelemeye çalışacağız.
Önceki yazı için tıklayın