Depremin 7. Ayında: Ne Değişti?

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Depremin acısı daha dün yaşanmışçasına devam ediyor. 6 Şubat’ta meydana gelen Maraş merkezli depremlerin üzerinden saatler, günler, haftalar ve aylar geçti, geçiyor. Günler geçtikçe yaralar sarılıyor elbet. Deprem bölgesindeki yaşam mücadelesi devam ediyor. İlk günlerde yankılanan sesler silinmeye başlasa da izleri hâlâ duruyor orada. Aradan geçen onca zamana rağmen enkaz kalıntıları unutturmuyor yaşanan acıları. Acılar tazeleniyor, öfke harlanıyor her geçen gün. Çünkü her yeni günde deprem bölgelerinden yeni bir haber gelmeye devam ediyor. Enkaz altından cesetler çıkmaya devam ediyor mesela ya da moloz yığınları dökülüyor köylünün toprağına. Depremden dolayı ölmüyorsan asbest soluyarak yavaş yavaş ölmeye mahkûm ediliyorsun. Depremin ardından yaşadığına “şükretmeye” bile fırsatın kalmıyor.

Evet depremin üzerinden aylar geçti. Peki ne değişti? Barınma, temiz su, beslenme gibi sorunlar ciddiyetini korumaya devam ediyor. Çadırdan konteynere yerleşenlerin şanslı sayıldığı bir zamanda emperyalist-kapitalist sistem senin kanını emmeye devam ediyor sadece. Depremden nemalananlar çürük binaları fahiş fiyatlara kiralamaya devam ederken yüzleri kızarmıyor bile. Canından başka kaybedecek bir şeyi kalmayanları, gidecek bir yeri olmayanları kapanına sıkıştırmaya çalışıyor. Antakya Dikmece’de olduğu gibi depremzede köylülerin zeytinlikleri kamulaştırma adı altında işgal ediliyor. Tüm bunlara karşı direnmekten başka çaresi kalmayanlar ise seslerini duyurmaya çalışıyor.

DEPREM BÖLGELERİNDE YAŞAM DİRENİŞİ

Emperyalist- kapitalist sistemin sunduğu “ayrıcalıklar” elbette var. Depremin ilk günlerinde geç kalınmış hatta bazı bölgelere uğramamış arama-kurtarma çalışmaları, erzak, ısınma, barınma sorunlarıyla boğuşmak yetmedi depremzedeler için. “Şanslıysan” ve hayatta kalmayı başarmışsan sistem senin için daha yavaş ölüm şekilleri sıralamaya devam ediyor. Çadır ve konteyner kentlerde su yetersizliği; banyo, tuvalet ve hijyen konusundaki eksiklikler, gıda, temel ihtiyaçlar ve ulaşıma erişememe gibi sorunlar hâlâ sürüyor. Havaların ısınmasıyla birlikte daha da katmerlenen sorunlar halk sağlığını olumsuz etkilemeye devam ediyor. Öyle ki yerleşim yerlerinin yakınına, tarım arazilerine, zeytinliklere, dere yataklarına, orman arazilerine, su kaynaklarına dökülen moloz yığınları ile sistem seni zehirliyor. Ortaya çıkan toz ve asbest ile halk sağlığı tehdit ediliyor.

Ekonomik kriz her geçen gün artıyor. Yükselen enflasyon, art arda gelen zamlar, hayat pahalılığı ile birlikte yoksulluk derinleşmeye devam ederken deprem bölgelerinde hissedilen kriz, şiddetini artırıyor.

Depremzedeler, devletten psiko-sosyal destek almakta zorlanırken geçimi kolaylaştıracak yeterli bir destek de alamadıkları için hayatını sürdürmek adına hamallık, taşımacılık, gündelik temizlik, açık dükkanlarda temizlik, servis gibi işler yapmak zorunda kalıyorlar.

Barınma sorunu ise devam ediyor. Depremin ilk haftalarında ev kiralamak isteyenler binaların sağlamlığını öncelerken şimdi “uygun fiyatlı” ev bulma telaşı hâkim ve hasarlı binalardaki daireler bile kiralanmak zorunda kalınıyor. Depremzedelere “uygun fiyatlı” evlerde hayatta kalmanın garantisi verilir gibi bu olanlara göz yumuluyor. Çürüyen sisteme yakışır çürük binalarda yaşamaya mahkûm ediliyor yüzlerce insan.

HALK SAĞLIĞI HİÇE SAYILIYOR

Havaların ısınması ve iklim kriziyle birlikte mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklıklar, beraberinde birçok sorunu ortaya çıkarıyor. Su sorunu büyük ölçüde çözülmüş değil. Sık sık su kesintisi yaşanması nedeniyle içme suyuna erişimde bile güçlükler yaşanıyor. Deprem bölgelerinde arıtma cihazları çoğunlukla çalışmıyor, atıktan üretilen elektrikte yaşanan kesintiler ile birlikte gıdalar bozuluyor. Bozulan gıdalar ise beraberinde sinek, böcek, fare gibi canlıların çoğalmasını sağlarken insan sağlığı hiçe sayılıyor. Kusma, ishal, güneş çarpması gibi vakalar kendini ciddi bir şekilde gösteriyor.

Öte yandan sağlığa erişim de sekteye uğruyor. Antakya başta olmak üzere birçok deprem bölgesinde sağlık altyapısı, aile sağlığı merkezi ve hastane binalarının neredeyse hepsi kullanılmaz halde bir kenarda duruyor.

EMEP’in yayımladığı “6. ay deprem bölgesi raporu”nda ise gebe kadınların hastane erişiminin neredeyse olmadığı deprem bölgelerinde, kadınlar tuvalete daha az gitmek için az su içmeyi, az yemeyi tercih ediyor ve bu durum da başkaca sağlık sorunlarının yaşanmasına yol açıyor. Yine Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) yayımladığı “Olağandışı Durumlara Dayanıksız Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri” raporunu incelediğimizde birbirine paralel sorunlar karşımıza çıkıyor. Raporda pek çok kadının sağlık taramalarını ve takiplerini ötelemiş durumda olduğu belirtiliyor. Antakya’daki kadınların sağlıkla ilgili sorunları devam ederken depremin yarattığı yoğun tahribatın da kaynaklık ettiği kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması da araştırma sonuçlarından elde edilen verilerle birlikte raporda yer alıyor. Öyle ki deprem sürecinde Antakya Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne gelen 2 bin vaka bulunuyor.

HER ŞEY ENKAZ ALTINDA KALDI

Devletin “kendine uygun insan” yetiştirme politikası izlediği ve başlı başına sorunlu olan eğitim sistemi depremden sonra karşımıza çökmüş olarak, yerle bir olmuş halde çıkıyor. Yıkılmayan okullar valilik, kaymakamlık, ilçe emniyet müdürlüğü gibi kamu binalarına dönüştürülüyor. 11 ilde her 100 öğrenciden ancak 20-25’i çadırlardaki eğitime katılabiliyor. Eğitim çalışanlarının ve öğretmenlerin, barınma başta olmak üzere sorunlarının derinleştiği, eğitimin bu nedenle de sekteye uğradığı belirtiliyor.

Eğitimde olduğu gibi tarım ve hayvancılık yapan köylülerin sorunları da çözüme kavuşmadığı gibi artmaya devam ediyor. Köylüler, depremden kaynaklı yıkılan ahırların onarımı, açıkta kalan hayvanlarının korunması ve bakımı gibi birçok ciddi sorunla mücadele etmek zorunda kalıyor. Tüm sorunların çözümü için başvurdukları kamu kurumlarından ise elbette “olumlu” yanıt gelmiyor. Öyle ki depremde sadece elinde tarım arazisi, zeytinlikleri vs. kalanların arazileri ellerinden alınmaya çalışılıyor. Kamulaştırma adı altında işgal edilen araziler şirketlere verilerek imara açılıyor. Toplu konut projeleri, OSB’lerin kurulumu, hastane vaatleri ile zaten yarım yamalak işleyen sistem günden güne çürümüşlüğü ile halkta bir karşılığını bulamıyor. Halk ilk günlerdeki “devletsizliği” şimdi devlet zorbalığı olarak yaşamaya devam ediyor.

SESLER YÜKSELİYOR

Deprem bölgelerinde çığlıklar yükselmeye devam ediyor. Bıçağın kemiği kestiği bugünlerde kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan halkın umut ve direniş nidaları yükseliyor. Emperyalist-kapitalist sistem varlığını sürdürme gayretiyle tutunmaya çalışsa da halkın öfkesi artmaya devam ediyor. Sistem içinde varlığını sürdürmeye çalışan yoksul halk ile karşı karşıya kalan devlet bütün ülkede olduğu gibi deprem bölgelerinde de çekinmeden tüm gücüyle, şiddetle, heybetini sergilemekten çekinmeyerek saldırıyor. Halk da bir arada yürümenin, birlikte ses çıkarmanın yarattığı güvene ve verdiği güce sarılarak bu “heybete” karşı koymaktan artık çekinmiyor.

Depremin üzerinden neredeyse 7 ay geçti. Ne değişti? Peki neler hiç değişmedi? Depremin sesi yavaş yavaş azalmaya devam ederken kafamızı çevirdiğimiz yerde acılar hâlâ taze. Unutmadık, unutmayacağız ve öfkesi dinmeyen, dinmeyecek halkın sesini de yükseltmeye devam edeceğiz. Eğer yeneceksek tüm heybetiyle, tüm kibriyle, halktan devşirdiği ve kendisine koruyan militarist güce dönüştürdüğü zavallılarla saldırırken devlet, ona karşı halkın da aynı düzeyde bir örgütlülükle birleşmesi gerekir. Depremdeki yıkımı, felaketi yaratan sebeplerin devlet tarafından yönetilen yağmacı ve sömürücü sistemde içerili olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmalıyız ki örgütlenme zorunluluğunu ortaya koyabilelim. Örgütlenmenin önünü açabilelim… Çünkü biz biliyoruz ki “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!”