6 Şubat 2023 tarihinde, merkez üssü Maraş Pazarcık ve Elbistan olan, 7,8 ve 7,5 büyüklüğündeki 2 depremde resmi sayılara göre 53 bin 537 kişi hayatını kaybetmişti. Depremin yıl dönümünde Metalurji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük ile bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajda depremin dışında sistemin yaratmış olduğu enkaz düzenine değindik. Ayrıca büyük depremler sonrası burjuva-feodal medyada deprem gündemli tartışmaların içeriğini, enkaz kaldırma çalışmalarını ve yeniden inşayı konuştuk.
Yeni Demokrasi: Merhabalar. Maraş depremleri, büyüklüğü itibarıyla yıkıcıydı. Yıkıcı olması deprem tartışmasını genişletti ve depreme dair çok şey söylendi. Siz depremi biraz farklı açıklıyorsunuz. Bunu bizim için açabilir misiniz?
Cemalettin Küçük: 6 Şubat 2023 tarihi, Türkiye’de sabaha karşı yaşanan bir yer sarsıntısı olarak yıkıma sebep olmuş bir olaydı. Yerküre üzerinde bulunan kara parçalarının birbirine göre ileriye düşmesi, yükselmesi, farklı yönlerde hareket etmesi sarsıntıya neden olur. Bu yer sarsıntılarına da deprem deniliyor. Yer sarsıntısını değerlendirirken sosyolojik değerlendirme de yapmak gerekiyor. Yani yerleşim yerlerinin buna göre seçilmesi, buna göre yapılaşma, bu tür çalışmaların buna göre yürütülme biçimlerinin olması gerekir ve tüm bunlar için hem teknik koşullar hem de sosyolojik koşullar sağlanmadan hayata geçirilmemeli. Ben TMMOB’un Yönetim Kuruluna 1998 yılında girdim. Henüz yönetime girdiğimiz dönemde Adana depremi oldu. Peşinden ağustos ayı “1999 Marmara depremi” diye adlandırılan Gölcük merkezli sarsıntı meydana geldi. Ama büyük olarak Van, Elâzığ ve geçen yıl yaşadığımız “büyük felaket” denilen, 11 ilimizin, ilçeleriyle birlikte etkilendiği iki boyutlu olarak 7’nin üzerinde, peş peşe 2 deprem ve ardından bu yer sarsıntısından bir müddet sonra da Antakya’yı merkez alan büyük bir sarsıntı yaşandı. Bu sarsıntılar bölgede büyük bir yıkıma sebebiyet verdi.
Van depreminde anlattığımız hikâyede şunu söylemiştik: Van depreminin olduğu süreçte, orası için deprem tartışması yapılırken deprem süreci yer sarsıntısının olduğu tarih ve saat itibarıyla konuşuldu. Deprem zamanı için bu tarih söylendi. Oysa Van’daki depremin; köylerin zorla boşaltıldığı, yakılıp yıkıldığı, yok edildiği ve insanlar bu yerleşim yerlerinden, köylerinden göç ettirilmeleriyle doğrudan ilgisi vardı. Alelacele briketten ya da herhangi bir yapı malzemesinden hızla bir şeyler inşa ettiler ve hiçbir mühendislik hizmeti almadan bu işleri yaptılar. Buralar için “Burası mühendislik hizmeti görmüş müdür, görmemiş midir?” tartışmasını yapamazsınız. Artık bitmiştir, olmaz da zaten. Siz gelişmemiş bir yerde mühendislik hizmeti zaten veremezsiniz. Şimdi Maraş’ta fay kırığının yaşandığı bölge mesafe olarak değerlendirildiğinde ‘99 depreminin yaşandığı ve etkilediği bölgeye göre, nüfusu karşılaştırdığında çok az değildi. Bütün illerimizden bazen bölge, bazen de illerimize köylerden böyle zorunlu göçler yaşandı. Bu bazen çatışma ortamı nedeniyle Doğu’dan ve Güneydoğu Anadolu’dan başka bölgelerden de bazen ekonomik koşullar nedeniyle uygulandı. Ekonomi politikalarıyla buralardaki insanların ürünü ve emeği para etmedi, geçim sorunu yaşandı. Öte yandan çocuklar için öğrenim koşulları sağlanamadı. Bu koşullardan kaynaklı insanlar zorunlu göç etti ve belli bölgelere yerleştiler. İşte bu yerleşim sürecinde sermaye asla insanların barınmasına yönelik yatırım yapmadı. Ta ki barınmada yüksek talep artışı üzerinden bir ekonomik kazanç olanağı ve spekülasyon ortamı oluşuncaya, bu alandan rant sağlama imkânı meydana gelinceye dek.
Peki barınma sorunu nedir? Barınma dediğimiz işte bugün konuttur. Bu en önemli meselelerden biri haline dönüştürüldüğünde sermaye bu konuya el attı. Örneğin ben Trabzonluyum. Trabzon’da da Maraş Caddesi var. Maraş caddesini kaç yılında imara açtılar? 1994’lü yıllarda. Belediyede Refah Partisi vardı. Belediyeyi aldıkları dönem neredeyse “Allah’ın işine mi karışıyorsunuz” diyerek orayı imara açtılar. Oysa burası verimli bir ovaydı! Şimdi dünyanın en güzel yerlerinden olan, senede 3 kez ürün veren Maraş’ın Narlı (Mahalle) ovasına Avrupa’nın en büyük çimento fabrikalarını koydular.
Bu deprem değil midir? 2000’li yıllarda o gün, o dönem köylüleri sopadan geçirdiler. Yargı köylüler lehine karar verdi. Tıpkı bugün Can Atalay’ın yargı kararına uyulmadığı gibi o dönemde yargı kararına uyulmadı. Yapıma devam edildi. Eğer o çimento fabrikaları oraya konmamış olsaydı, insanlar köylerinden zorla göç ettirilmemiş olsaydı, oraları ekim alanı olarak devam etmiş olsaydı bu kadar yıkım, bu kadar kırım olmazdı! İşte Van’ı anlatırken de dediğim gibi Erciş’i Van Gölü’nün kenarına, alüvyonal bölgelere sıkıştırdın, koydun. Sarsıntıda deprem olacak tabii. Tüm bunlara baktığımızda, normal ve doğaya uygun koşullarda, aslında yer sarsıntısının ya da depremin büyük bir yıkıma neden olmaması lazım. Ama bizi bugün fay hatları tartışmasına getirip “Bir hocanın görüşü böyle, ötekininki şöyle, siz bu konuda ne diyorsunuz?” demesinler ya da depremle ilgili bir kongre düzenlesinler yahut jeoloji kurultayına gitsinler, bunları oralarda konuşsunlar. Bunu orada tartışsınlar. Hangisi ne diyor tartışamam ben, ayıp. Yani o hoca iyi diyor, bu kötü diyor gibi gereksiz ve yanlış bir tartışma olur. Televizyonda her kim çıkıp bu konuyla ilgili sosyolojik değerlendirme yapmadan teknik tartışma yapıyorsa o sahtekârdır. Her şeyden önce televizyon değildir, bunun tartışma yeri kurultaylardır. Bilimsel teknik kurultaylarda tartışırsın. Açık kalan kısmı yeniden araştırmak üzere karar alır, gider çalışırsın. Ama “O mu daha iyi biliyor bu mu daha iyi biliyor?” diye konuşmanın, mesleki tartışmayı kişiselleştirmenin toplumun kafasını karıştırmaktan ve popülizm yapmaktan başka hiçbir değeri olmaz. Belediye başkanlarının toplantılarına gidip (BN: yer bilimcilerin bu toplantılara katılımı hakkında epey haber yapıldı) “Hocamız burada bakın deprem olacak. Biz yıkacağız, kenti yapacağız.” diyorlar. Ancak deprem hocanın kendisidir! Deprem, bize o zeminde fay hatlarını tartıştırmaya çalışanlardır.
Yeni Demokrasi: Depremin ardından yeni yapıların inşası nasıl olmalı? Bu konuda burjuva-feodal medyada çok fazla yorum ve öneri var. Sizin görüşünüz nedir?
Cemalettin Küçük: 500 yılda bir, yüzyılda bir, 30 yılda bir tekrarlanan depremler var. Zeminin koşullarına bağlı olarak kıtaların basmasıyla ilgili yer hareketleri devam ediyor. Madem bunlar periyodik olarak bu şekilde oluyor, biz diyeceğiz ki: Yani 20 yıl 30 yıl hesabı yapma, 500 yıla göre hesap yap, buna göre hazırlan, yerleşimi buna göre planla kardeşim. 500 yılda bir büyük yer sarsıntısı kaç büyüklükte oluyor? İşte şu bölgede Richter ölçeğine göre 8 şiddetinde yer sarsıntısı olursa bunun yaratacağı etki şu kadar büyüklükte çıkabilir, frekansı şurada şu kadar olabilir. Bütün bu çalışmalarda büyüklük ne olur? Bizim hesabımız 9 şiddetinde çıktığında biz onu 9,5 şiddetinde olarak değerlendireceğiz ve ona göre plan yapacağız. Böyle olursa çökmeyecek bir daha bizim yapımız, inşamız.
İstanbul Teknik Üniversitesinden bir öğretim görevlisi 6 Şubat’ta deprem olduğunda bölgeye incelemeye gitmeden önce bir televizyon kanalında sosyolojik olarak bir şeyler söyledi. İnşaat Mühendisliği hocası dedi ki: deprem yönetmeliğimiz böyledir zaten. Yönetmeliğe atıfta bulundu; ancak teknik ve sosyolojik olarak değerlendirmenin nasıl olması gerektiği hakkında bir şey söylemedi. Dedi ki “Yer sarsıntısı sonrasında bina hasar görebilir; ama ölüme sebebiyet vermemesi gerek.” Evet doğru! Bu iyi bir şey ama dahası var. 30 yılda bir biz binaları yıkıp yeniden mi yapacağız? O da diyor ki “evet”. “Zaten” diyor “binaları 25-30 yılda bir yenilemek lazım. Çünkü her seferinde yeni nesil, bir kuşak sonrası başka yaşam biçimi istiyor, onların yaşamına elverişli yapıların yapılabilmesi gerek, zaten bunları yıkıp yapacağız” diyor. Şu sosyolojik önerisini görüyor musunuz? Zaten yıkıp yapacağız diyor, hasar görsün diyor. O arada bir de “yıkar yaparız yeniden bunları” diyor, tabii o kadar zenginiz ki biz! Bir yapıyı kültürel olarak oluşturduğunda, bir nesil sonra yaşam koşulları değişiyor olsa bile, yeni bir yapılanmadan söz de etsen o kültürü korumak zorundasın. Yok edemezsin. Bir kültürün üstünü çizip atabilir misin? O çizip atmaktan söz ediyor. Sana bu kadar hakkı kim tanıyor? Her nesilde bir değiştirmek demek aslında ömründe 2 ya da 3 kere de değiştirebilirsin demektir. Bunun agregası, demir çeliği, boyası, kimyasalları var. Bunun kapı çerçevesinin yapılacak olduğu malzemeleri var. Bir inşaatın kalemlerini sıralamaya başlarsan sayfalarca kalem dökülür ve bunların hepsinin doğayla ilişkisi var. Sorun sadece yapılaşmanın olduğu yerde değil. Malzemenin temini de geriye dönüştürülüp yeniden kullanılması da dönüştüremediğin yeniden kullanamadığının, depolanması, bir yerde saklanması ve atık diye adlandırılan kısım da yani ayrı ayrı birçok sorunu var. Tüm bunları değerlendirmeden, bir inşaat kafasıyla, müteahhit anlayışıyla olmaz. Doğaya bakıp ve sosyolojik olarak da değişimde. Yeni nesil kapitalizmin ürettiği, neden olduğu bilince göre oluşuyor. Tüketim toplumu dediğimiz doğal bir toplum hali değil, insanların yarattığı bir toplum halidir ve biz bu nesile göre bir yapılaşmaya gideceğiz biçimindeki yaklaşım kabul edilebilir değil!
Yer bilimcilerinin televizyonlarda çıkıp karşılıklı “Şöyle mi olur, bu böyle mi olur?” diye tartışması kadar saçma bir şey yoktur. Yani oturup malzemenin atom yapısını bilimsel kanallarda, üniversite kanalında tartışabilirsiniz. Ama fay hatlarının davranışları, şusu busu diyerek oturup televizyonlarda bu şekilde tartışmanın anlamı yoktur. Bunu belediye başkanıyla da tartışmanın bir anlamı yoktur. Çünkü neden? Ne belediye meclisi ne de belediye meclisi bu konuda karar verebilmeli. Buna belediyelerin planlamaları yapan, planları hazırlayan, planlamadan başlayıp uygulamacı olan teknik elemanlar karar verebilmeli. Hep birlikte, böyle geniş bir ekibin vereceği bir karardır. Yani bir belediyede fay hattının 10 km öteye ötelenmesi kararı verilebildiğinin söylendiği bir ülkede neyi konuşuyorsunuz? Belediye meclisinin aslında imar kararı da almaması gerekiyor. Sosyolojik konularda karar alabilir. Nasıl yapılması gerektiği konusunda karar alabilir, ancak imar teknik bir iştir. Planlama teknik bir iştir. Ben burada işi toptan teknik işe havale etmekten bahsetmiyorum. Yani planlama yapılırken sosyologlardan, psikologlardan, ekonomistlerden, sağlıkçılardan kısaca herkesten görüş alınarak bir işlem yapılır; ama bir yerin katının yükseltilmesine, bir belediye meclisindeki hangi teknik, sosyolojik, iktisadi bilgi birikimiyle karar veriliyor da kat yükseltilmesi öneriliyor ya da imar büyütülmesi öneriliyor, yer değişimi öneriliyor? Karar organı o değil ki. Mesele burada zaten. Bunu çözmek gerekiyor. 17 Ağustos depreminden örnek vereyim. Yalova Belediyesi depremden önce yeni imar değişikliği yapmıştı. Dosyaları belediye binasındaydı. Depremden sonra kimse belediye binasına girmiyordu, dosyalar ise belediye başkanının masasındaydı. Biz girdik. Belediye başkanının masasından dosyayı aldık. Bırakmış kaçmışlar dosyayı. Ekibimiz getirdi. Peki dosyada ne yazıyor? Yeşil alanlar imara açılmış Yalova’da o zaman. Dere yatakları daraltılmış. Derenin su havzaları, dere yatağı daraltılarak yeşil alan ilan edilmiş. Şimdi Yalova’nın yeşillenmesine bakın. Belediye plan yapıyor, yeşillendiriyor. Yeşil alanı imara açıyor. Yeni yeşil alan yaratmak için dereyi daraltıyor, çukurlaştırıyor. Derenin havzasını yeşil alan ilan ediyor. Plan bize okunurken “Sen ne diyorsun? Biz yeşil alanı artırdık” diyor. Bir katı 3 kata, 3 katlı 5 kata, 5 katı 8’e çıkarmışlardı. Plan meclisten, her yerden geçmiş hazırlanmış, tek belediye başkanının imzası kalmıştı. Tam yürürlüğe girecekti ki deprem “dur” dedi.
Yeni Demokrasi: Depremden sonra devlet birçok vaatte bulundu. Kısa sürede konut inşa edileceği iddia edildi. Siz ne düşünüyorsunuz?
Cemalettin Küçük: Ne iktidarın “Bir yıl sonra 600 bin-700 bin konutu teslim edeceğiz” palavrası ne de onu eleştiren “edemediniz” biçimindeki muhalefetin eleştirisi doğrudur. Ne onlar bunu yapabilirlerdi ne diğerleri yapmaları gerekirdi diye eleştirmelidir. Böyle bir vaatte bulunmaları yanlıştır. Böyle bir vaadi yerine getiremezsiniz, yapamazsınız, yapmamanız da gerekiyor zaten. Çünkü deprem bölgelerindeki yıkımlardan geriye kalan molozlar, atıklar, insan bedenleri vs. en az 3, tam seferberlikle 5 yılı da aşabilecek sürede ancak, yerinde ayrıştırılarak ortadan kaldırılabilirdir. Peki oralarda ne yapıldı? Kepçeyi dayadık, içerisinde insan parçalarını, anılarını, geçmişini bütün varlığıyla birlikte toplayıp kamyonlara doldurduk ve bir yerlere döktük. Yerinde ayrıştırın dediğimiz meselede ise ayrıştırma olarak bir tek şey yaptılar: Kepçe vurdular, inşaat çeliğini kaldırdılar, silkelediler… Kamyonlara koyup bir firmaya gönderdiler. Bu yıkım sonrasında aceleyle kendi evinden çıkan çatı malzemesinden kendisine bir barınak yapmak isteyenlere ise “Hayır! Siz bunu yapamazsınız, size çadır ve konteyner vereceğiz.” diye adına çadırkent ve konteynerkent dedikleri kampların oluşturulduğu bir sistem yarattılar. Bunu özellikle çözümlememiz gerekiyor. Şöyle ki: ne çadırkent olur ne de konteyner kent olur, ikisi de kent olmaz. Çünkü kentin tanımına uygun değildir. Göç eden insanlar için kamplar kurulur ya deprem bölgelerinde onun gibi kamplar oluşturulmuş. Giriş çıkış saatleri, lambanın yanışı söndürülüşü, hareketlerinin her şeyinin izlendiği yer kent değildir. Bu işlemleri birkaç yıl içerisinde tamamlayamazsınız. Binanın yıkıntısı içerisinde bugün gündeme taşınan bir tek şey var: asbest. Asbest bu işlerin en basiti ıslatırsınız, tozutmazsınız, solutmazsınız, bir yere depolarsınız, bağlar yeniden kullanırsınız. Asbest toz da silisyumun bir minerali de kum dediğimiz, ortaya çıkan diğer silisyum mineralleri silisyum minerali değil mi? Yani silikozis hastalığının temelini oluşturan bunlar değil mi? Ama başka şeyler var. Mesela, bir evi düşünün depremde yerle bir oldu, sarsıntıda yıkıldı. Piller nerede, kaç tane var her evde? Bunlar en ağır kirleticiler. Şimdi bunları tek tek böyle değerlendirin. Basit gelebilir ama içinde nikel, kadmiyum ve çeşitli başka kimyasallar, jeller var. Benim mutfakta deterjanım var mı? Nerede? Onu siz bulaşık yıkayıp da atık ayrıştırma tesisine mi gönderiyorsunuz? Hayır. Peki koltuk, perde ve içerisinde yer alan boyalı kimyasallar? Ne yaptık onları? Peki duvarlar? Geçmişte ne vardı bu duvarları renklendiren: Kurşun ve renklendirici. Bunlar bugün de kullanılıyor. Pencerelerde ne var: PVC. PVC’nin kurşunlusu var, çözünürü var. İnşaat malzemesi satan, nalbur dediğimiz, kimyasallarının bulunduğu yerler var. Çöken var, çökmeyeni var, delineni var. Eczaneler var! Tarımsal ziraat ilaçları satan yerler var. Alabildiğimizi aldık, alamadığımız akıp gitti. Kimyasal temas problemi yaratan bir şey varsa o malzemeyi ayrı bir bölgeye alacaksın. Ayrıştırma merkezlerine, malzeme cinsine göre yeniden kullanılmak üzere toplayacaksın. Bunun örnekleri var. Mesela Japonya, Kobe depremi sonrasında bu ayrıştırma işi için, 3 yıl diyor ancak 5 yılda tamamlıyor. Ayrıştırmadan sonra yüzde 98 civarında bir kazanım sağlıyorlar yüzde 2’sini ise yakıyorlar.
Yeni Demokrasi: Deprem sonrası ortaya çıkan bu yıkıntının ayrıştırma işlemi nasıl olmalıdır?
Cemalettin Küçük: Burada ne kadar yıkıntı ortaya çıktı? 100 milyon ton rakamı kendiliğinden yıkılmış ve yıkmak zorunda oldukları malzemenin tamamı. Bu, bakanlığın en son verisiydi. 100 milyon tek başına bir şey ifade etmiyor, bir ağırlık ama bir kıyaslama yapalım. Ben o dönemde Artvin’in Ardanuç ilçesinde Gümüşhane köyüne gittim. Orada altın madeni projesi gündemdeydi o zaman. 87 milyon ton pasa (bir madencilik terimi), yani içerisinde onlara göre değerli olmayan, atılacak malzeme 14 milyon ton, işleyecekleri malzeme ise yuvarlarsak 100 milyon ton. Bir köyde maden işletmesinden çıkacak malzeme miktarı da 100 milyon ton! Afşin-Elbistan’da bir termik santral var. Yıllar önce birçok insan orada 50 milyon metreküplük bir pasa yıkıntısının altında kalmışlardı. Şimdi bu Afşin-Elbistan termik santrali senede 20 milyon ton kömür yakıyor. Bu kömürün çıkarılması için yapılan madencilik dekapaj işleminde 60 milyon tondan fazla malzeme alınıyor. Peki bunu niçin söylüyorum? Köylü, bir madencilik faaliyeti yürütülürken başına ne geleceğini anlasın diye. Ayrıştırma işlemi kolay değildir, bu yüzden 3 yıl diyoruz. Paratonerler var yıldırımları tutmak için. Bu paratonerlerin akıbeti ne? İzotop var, nükleer! Ne oldular? Maraş’ta, Antep’te, Antakya’da, Malatya’da hiç mi yoktu? Kayıtları nerede? Yok! 500 binlere varabilecek toksik kimyasallara ulaşabiliriz. Binlerce demeyelim de hadi yüzlerce diyelim. Bunlar su havzalarının, ovaların olduğu yerlere dökülür mü? Yıllarca sürecek bir çözünme ile nereye gideceği belli olmayan bir sistem yaratılır mı? Bu malzemelerin birçoğu kullanılacakken sadece metal sert kısımlarının belli firmalara aktarılması üzerine taşınır mı? Kendi çatısından kalan parçaları kullanmak isteyene “ihaleyle verdik, kullanamazsınız.” demek insanlık mı? Yıkıntıdan ortaya çıkan malzeme emtiaya çevrilip birilerine sunulmak üzere nemalanma projesi olarak gündeme alındı. Antakya, Samandağ, Defne özel olarak devre dışı, hizmet dışı bırakıldı. Köyler arasında da ayrımcılığın net olarak ortaya çıktığı durumlar yaşandı. Bölgeye dışarıdan getirilen, çadırlara yerleştirilen, dini kimlikleri ön plana çıkarılan kesimlerin bir kısmı köylülerce açığa çıkarıldı. Son MOSSAD ajanları haberi buralara dairdi. Buradaki demografik yapıyla oynandığından şüphe edilebilir mi? Asıl deprem böyle sürdürülüyor. Öğretim süreçlerine tarikatlar açıktan dahil ediliyor. Eskiden de yapılırdı bu, bunlara karşı çıkardık. Milli Cephe vardı o zaman. Şiddetin kaynağı oldular. Ülkücü, milliyetçi yapıları kapitalizm, emperyalizm kullandı. Bunu kendileri itiraf ettiler. Şimdiden böyle bir gelecek örülüyor. Faşizm şiddet üzerine, baskı üzerine ve korku üzerine yeniden inşa ediliyor. Deprem şimdi budur.
Yeni Demokrasi: Toplum için ileri sürdüğünüz görüşleriniz için teşekkür ederiz…