Selahattin Demirtaş, 17 Ağustos’ta T24 isimli internet sitesinde yayımlanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Nedir?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 20 Ağustos’ta attığı bir tweetle ise “ittifak modeli önerisi”nde bulundu. Anayasa, parlamento, hükümet, yargı, kamu yönetimi, ekonomi, ifade özgürlüğü gibi devlet ve toplum yaşamına dair birçok konuya yer veren açıklamalar bir yönüyle şaşırtıcı değildi. Demirtaş, HDP ya da legal Kürt siyasetini temsil eden başka birinin dilinden de dökülmüş olsa, sisteme ve devlete yaklaşımı ortaya koyan bu açıklamalara dair kitaplar dolusu şey yazılabilir. Bu ve diğer açıklamalarda Kürt ulusal hareketinin reformist çizgisinin, legal siyaset üzerinden liberalizmin açık bir savunusuna dönüştüğünü rahatlıkla görebiliriz. Söz konusu TC gibi faşist bir devlet olunca bu reformist-liberal önerilerin “en iyi” durumda sistemi ve devleti güçlendirmek dışında bir işlev kazanmayacağı açıktır. Bugünkü durumda ise legal siyaset aracılığıyla Kürt ulusal hareketinin ve genel demokratik mücadelelerin -bir kez daha- hâkim sınıf kliklerinden birine yedeklenmesi sonucunu doğuracaktır.
Başta belirtelim ki tartışma konusu Selahattin Demirtaş veya kişiler değildir. Kürt legal siyasetinin temsilcileri olduğu gerçeğinden hareketle Demirtaş veya HDP adına yapılan bu gibi açıklamalar Kürt ulusal hareketi bağlamında bir anlam ifade etmekte ve öyle ele alınmaktadır. Açıklamalar HDP’den yani legal siyasetten gelse de Kürt ulusal hareketinin bütünde çizgisini ve güncel yönelimlerini ortaya koymaktadır.
DEVLET AKLINI ÇAĞIRAN DEMOKRASİ (!)
Demirtaş’ın açıklamalarında dikkat çeken ilk noktalardan biri, tüm Türkiye’nin, kendi deyimiyle “82 milyon”un ve TC devletinin geleceğini düşünmesi ve buna dair öneriler getirmesidir. Bu tutum, özellikle bugünkü hâkim siyasi dengeler içerisinde legal siyasetin bir taktik politikası ve söylemi olarak da değerlendirilebilir. Fakat Kürt ulusal hareketinin, başta A. Öcalan olmak üzere en yetkili kişilerinin açıklama ve önerilerinden de biliyoruz ki Kürt sorununun “çözümü” üzerinden TC’ye yönelik “güçlü devlet” önerileri yeni değil. Bu, dün AKP ve RTE’ye hitap eden bir propagandaydı bugün ise AKP/MHP dışındaki düzen güçlerine hitap eden bir politika. Demirtaş, 15 Şubat’ta Artıgerçek’te yayımlanan röportajında “Bu demokrasi ittifakında Atatürkçüler, muhafazakârlar, Kürtler, Aleviler, solcular, liberaller yer alabilir” diyordu. Son açıklamalarda ise “demokrasi ittifakı”nın ilke ve amaçları daha açık hale getiriliyor ve “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” olarak ifade ediliyor. Demirtaş bunun geçmiş yıllardaki parlamenter sisteme dönüş anlamı taşımadığını, yeni bir model olduğunu iddia etse de hem HDP’nin “demokrasi ittifakı” önerisi hem de “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisi, iktidarı elinde tutanlar hariç düzenin diğer faşist güçlerinin devlet yönetimine dair hedefleriyle paralellik arz ediyor. HDP dışında bir ittifak politikasıyla hareket ederken CHP ve İyi Parti gibi faşist partilerin ortak yönelimlerini de Cumhurbaşkanı yetkilerinin sınırlandırılması ve parlamentonun güçlendirmesi oluşturuyor. Aslında HDP, AKP/MHP karşıtı genel ittifak politikalarına kendi mecrasından ve kendi diliyle yanıt olmaya ve bu süreçte etkin bir işlev kazanmaya çalışıyor. Tabii bu yanıt ve işlev özünde sistemi ve devleti iyileştirmekten başka bir anlam ifade etmiyor.
Kürt ulusal hareketinin, özelde HDP’nin yakın zamanda “devlet aklı”na çağrı yapan beyanatları bu son açıklamalarla daha açık ve sistemli bir biçime kavuşmuş oldu. Öyle ki Kürt ulusal hakları, anadil, anayasa, seçim yasası gibi dünden bugüne en çok dillendirilen konuları aşarak parlamento, yargı, vergi sistemi, yolsuzluk ve rüşvet, bürokrasi ve kamu atamaları gibi devlet yönetimini ilgilendiren hemen tüm konularda öneriler belirtiliyor. Öneriler getirdiği devlet ve o devlete hâkim sınıf ve klikler tarafından tarihinden bu yana ezilen, yok sayılan, katledilen bir ulusun siyasi temsilcilerinin ortaya koydukları bu “devlet aklı”, boynuna geçirilmek istenen ipi sağlamlaştırmaktan başka bir anlam taşımıyor.
PARLAMENTO VE SEÇİMLERE ODAKLI BİR DEMOKRASİ İTTİFAKI
Siyaset gerçeklerle yürütülür. Ve o gerçeklere devrimci yaklaşılmadığında ancak burjuva bir biçimde ve pragmatistçe yaklaşılabilir. Bir yanda ancak demokratik bir halk devrimi ile değiştirilebilecek köklü tarihi gerçekler vardır diğer yanda ise dönemsel güç dengelerine hitap eden yüzeysel gerçekler vardır. Kürt ulusal hareketi bölge ve ülke siyasetinde her dönem köklü tarihsel gerçekleri görmezden gelerek dönemsel gerçekler üzerinde “realist” bir politika izlemeyi tercih ediyor. Dönemin gerçeklerini, düzenin diğer faşist güçlerinin de üzerine strateji kurduğu AKP/MHP iktidarının son bulması ve buna dönük toplumsal istem üzerine dayandırdığı için bu yönlü bir strateji oluşturuyor. Basit ya da “yaratıcı” bir siyasi taktik gibi ele alınsa da asıl vahim gerçekler de burada kendini gösteriyor. HDP ne derse desin ya da nasıl anlamak isterse istesin “Demokrasi İttifakı”, AKP/MHP karşıtı bir ittifak önerisidir ve düzenin diğer faşist güçleriyle doğrudan ya da dolaylı bir seçim ittifakına odaklanmaktadır. Ancak HDP bu sürece Kürt halkı ile diğer muhalif güçleri de katmak, onları, objektif olarak yedeklendiği düzen siyasetinin peşine takmak istemektedir. Çünkü HDP’nin bu strateji içerisinde güç ve etkinlik kazanabilmesi, kendi tabanını ve diğer muhalif güçleri bu politikaya ikna edebildiği oranda mümkündür. Aynı şekilde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisi de AKP/MHP sonrası oluşturulacak devlet yapısına dair bir öneridir ve tekrar etmek gerekirse CHP, İyi Parti gibi hükümet dışı faşist partilerin stratejileriyle uyumludur. Dün AKP ve RTE’nin devlette ve siyasette güçlenmesiyle, engelleri aşabilmesiyle mümkün görülen Kürt sorununun çözümü, bugün ise bu tek ve merkezi gücün dağıtılmasıyla mümkün görülüyor. Bu anlamda Kürt ulusal hareketinin düzen siyasetine ve devletin yapısına dair öneri ve beklentileri de dönemsel bir özellik teşkil ediyor ve özden ziyade biçime odaklanıyor. Bunun diğer adı; hâkim sınıf kliklerine, kimin iktidarda kimin muhalefette olduğuna ve bu kliklerin Kürt ulusal sorununda ne vaat ettiğine göre siyasetini belirlemektir.
Kürt Ulusal Hareketi’nin söz konusu liberal-reformist yönelimi dönemsel değildir. Dün daha devrimci söylemlerle ortaya konan reformist çizgi, bugün legal siyaset üzerinden açık liberal söylemlerle, liberalizmin ideolojisi ve kavramlarıyla yeniden üretilmektedir. Burjuva liberal ideolojinin üzerinde durduğu en temel konulardan birisi devlet yönetimidir ki bugün HDP ya da Demirtaş’ın dillendirdiği tüm öneriler bu liberal teoriden ileri gelmektedir. Ancak Türkiye’de liberal teorilerin faşizmi güçlendirmek, ona kılıf oluşturmak dışında bir anlam ifade etmediğini düşündüğümüzde meselenin ciddiyeti daha da açık hale gelmektedir. Kürt ulusal hareketi, özelde legal siyaset sahnesi, köklü bir ideolojik yabancılaşma içindedir. Bunu Kürt ulusal hareketinin; devrimci bir hattan uzaklaştığı, ona yabancılaştığı anlamda söylemiyoruz; bu yeni olmayan bir gerçek zaten. Bunu; kuruluşundan bugüne faşizmle yönetilen bir ülkede ezilen bir ulusun siyasi temsilcilerinin artık açıktan düzen siyasetine göre şekillenmesi, buradaki güç dengelerine göre politikasını belirlemesi ve aynı zamanda ideoloji, teori ve siyasette devrimci olan ne varsa onu sistematik bir biçimde terk etmesi anlamında söylüyoruz. Kuşkusuz üzerinde yükseldiği potansiyel bu durumda değildir ve hareket bu liberal çizgiden ibaret değildir. Ancak izlenen politika, o politikayı belirleyen söylem ve dil, her geçen gün hâkim hale gelenin “demokrasi”yle süslenmiş liberalizmin gerici ideolojisi olduğunu gösteriyor.
LİBERALİZM FAŞİZMDİR…
Türkiye gibi yarı sömürge ekonomisine sahip ve faşizmle yönetilen bir ülkede burjuva demokrasisinin liberal teorilerini savunmak ya da siyasetini, söylemini bunun üzerine kurmak ideolojik bulanıklığın, temsil ettiği çıkarlara yabancılaşmanın bir ürünüdür. Bu ülkede bırakalım işçi sınıfı ve ezilenleri, hâkim sınıfların kendisi de söz konusu sosyo-ekonomik koşullarda burjuva demokrasisinin mümkün olmadığını bilirler. Kendi sınıf hâkimiyetlerini, kompradorluğunu yaptıkları emperyalist sermayenin çıkarlarıyla özdeşleştiren Türk hâkim sınıfları, faşist devlet yönetiminin de bu çıkarların güvencesi olduğunu bilirler. Türkiye gibi bir ülkede burjuva demokrasisi ancak faşizmde vücut bulabilir ve liberalizm ancak faşizme yataklık yapabilir.
Kaypakkaya yoldaş yıllar önce, muhalefetteyken “demokrasi” havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası kliklerinin, iktidara geçtikleri zaman, en azılı halk düşmanı kesildiklerini belirtmiş ve yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtarmaktan bahsetmişti. Ne yazık ki Kürt ulusal hareketinin uzun bir zamandır uyguladığı politikalar, Kaypakkaya’nın analiz ve mahkûm ettiği; “yığınların mücadelesini kaldıraç yapma” durumuna hizmet etmektedir. Amaç ya da söylem ne olursa olsun asıl gerçek budur. Kürt ulusal hareketi köklü tarihsel gerçeklere sırtını dönerek parlamentoya dayalı bir demokrasi propagandası yapsa da olan ve olacak olan bellidir. Ülkemizde temel işlevi faşizmi maskelemek olan, “kaba ve uydurma” parlamentoya dair burjuva-liberal teorilere dayalı güzellemeler ortaya konsa da gerçek olan parlamentonun da faşizmin bir egemenlik aracı olduğu gerçeğidir. Demokratik bir halk devrimi ile parçalanmadığı müddetçe ne devlet ne de parlamento ve mahkemeler gibi onu oluşturan mekanizmalardan işçi sınıfı ve ezilenler yararına bir umut beslemek doğrudur.
Ülkemizdeki reformist ve liberal kesimler yukarıda ortaya koyduğumuz gerçekleri bilmiyor değildir. Daha doğrusu buna dair deneyim ve gözlemleri fazlasıyla mevcuttur. Hatta bu gerçeklere dair bir tartışma olduğunda hemen herkes bunları bildiğini rahatlıkla ifade etmektedir. Ancak söz konusu dönemsel politikalar ya da güncel siyaset olunca iş bambaşka bir biçim almaktadır. Faşizme karşı parlamentoyla mücadele etmek, faşist hükümeti devirmek için diğer faşist kliklerle iş tutmak, demokrasi getireceği hayaliyle faşist kliklerden birine açık veya örtülü destek vermek vs. süslü cümlelerin arkasındaki gerçek konumlanışlardır. Şimdilerde halkın iktidardaki kliğe duyduğu haklı tepkiye de yaslanarak faşizmi AKP ile özdeşleştirmek genel kabul haline getirildi. “Faşizmi AKP’den ibaret görmüyoruz” da dense belirlenen amaçlara, kurulan ya da kurulmak istenen ittifaklara, “demokrasi” çeperinde anılan güçlere baktığımızda faşizmin aslında tam da AKP ile özdeşleştirildiğini, halka böyle propaganda yapıldığını görüyoruz. Durum bu olunca gerçeğin ifadesi de seçim ittifakları ve siyasi hedeflere yarar sağlayacağı beklentisiyle faşist kliklerden birine yedeklenmek oluyor. Politika dönemsel güç dengelerine göre “realist” bir hal alınca, üzerinde yükseldiği gerçeklerin de etki alanına hatta kontrolü altına girmektedir. Çünkü bu güç dengelerinde reel olan klikler arası mücadeledir ve bu sürecin asıl aktörleri de hâkim sınıf klikleridir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi teorisi, dili, söylemi, kavramları vb. tüm argümanları ile burjuva liberal teoriden beslenen bir politik yönelimden bahsediyoruz. Halkın yerini “sivil toplum”un; demokratik kitle örgütünün yerini “sivil toplum kuruluşu”nun; faşist baskı ve terörün yerini “militarizm”in; emekçi ve ezilenlerin yerini “82 milyon”un; sınıfsal eşitliğin yerini “ekonomi yönetiminin demokratikleşmesi”nin; devleti yıkmanın yerini devlette “liyakat”ın vb. alması, basit birer söylem ya da kavram değişikliği değildir. Artık reformist kesimlerin hatta kendisine sosyalist, devrimci diyen birçok kesimin söylemini bu burjuva-liberal dil belirlemektedir. Fakat biliriz ki dil ve kavramlar bir ideolojinin ürünüdür. Ki eleştiriye temel konu da benimsenen bu liberal politikalardır.
HALK DEMOKRASİSİ DEVRİMLE MÜMKÜNDÜR
Peki komünistler, devrimciler hâkim klikler arası mücadelelere kayıtsız mıdır? Ya da burjuva anlamda da olsa demokratikleşmeye, demokratik kazanımlar elde edilmesine karşı mıdır? İlk soruya yine Kaypakkaya yoldaşın referansıyla cevap verelim, şöyle der Kaypakkaya: “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki hâkim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.” Görüleceği gibi komünistlerin yaklaşımında ne kayıtsızlık ne de düşmanlık çizgisini silikleştirmek vardır. Fakat bugün Kürt ulusal hareketinde, özelde legal siyasetinde ve aynı zamanda reformist-liberal kesimlerde hâkim olan yaklaşım bu değildir. Bu dostlarımız faşist kliklerden biriyle “demokrasi”de buluşmak istemektedirler. Demokrasiyi de bugünkü güncel atmosferde “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “devlette liyakat” üzerinden tarif etmektedirler.
İkinci sorunun cevabı ise şu basit gerçeğe dayanmaktadır: Devrim olmadan demokrasi, daha doğru bir deyimle halk demokrasisi mümkün değildir. Henüz burjuva sınırları tam olarak aşamamış kimi ekonomistlerin dahi “Otoriter bir emek rejimi varken demokratik bir siyasi rejimi kuramazsınız” diyerek ekonomik ve sınıfsal gerçeklere vurgu yaptığı noktada burjuva liberal devlet teorileriyle demokrasi arayışına çıkmanın sonu, kendini faşist kliklerden birinin dümeninde bulmaktır. Biz komünistler sürekli olarak hâkim sınıflardan, faşizmden, Kemalizmden, faşist kliklerden bahsediyor ve eleştirilerimizi bu gerçeklere dayandırıyoruz. Öyle yapıyoruz çünkü sosyo-ekonomik temeliyle birlikte faşizm bu ülkenin siyasi bir gerçeğidir. Dolayısıyla o yokmuş gibi veya bir döneme ve kliğe özgüymüş gibi hareket edemeyiz. Burjuvazi ilerici barutunu yitireli yüzyıllık bir zaman geçmişken; bugün tüm dünya ekonomik ve siyasi krizlerle boğuşur ve en ileri burjuva demokrasilerinde bile “demokrasinin” hareleri bir bir dökülürken Türkiye nezdinde devrimsiz bir “demokrasi” havariliğine soyunmak açık ki kitleleri kandırmaktır.
Bu demokrasi havariliğinin, parlamento ve seçimlere dayanan politikanın ve hâkim kliklerden bazen birine bazen diğerine karşı sergilenen “safça” inancın ne tür sonuçlar ortaya çıkardığı bugüne kadar yaşananlarla apaçık ortadadır. Sadece faşist baskı ve terörle değil bu reformist-liberal politikaların bir sonucu olarak da halkın mücadele bilinç ve iradesinin nasıl köreltildiği ortadadır. Sorun fiziki kayıplarla değil ideolojik kayıplarla; halkta yaratılan yanlış umut ve beklentilerle ve kuşkusuz hayal kırıklıklarıyla ilgilidir. Devrimci hat ve politikadan uzaklaşmanın, sistemle ve devletle uzlaşmanın; ona dâhil olma çabasının adı ister “tarihi fırsat” ister “yaratıcı politika” isterse de “demokrasi” olsun gerçek değişmez. Gerçek olan sistemin ve devletin kendini yeniden toparlamasına, mümkünse iyileştirmesine aracı olmaktır. Ve en kötüsü kitlelerin bu burjuva-liberal siyaset, dil ve kavramlarla şekillendirilerek gerçek çıkarlarından ve kurtuluşunun gerçek yolundan uzaklaştırılmasıdır.
Komünistler, yaratılan bulanık söylem ve çizgilere karşın her zaman olduğu gibi bugün de burjuva-liberal yönelimleri eleştirmeye; gerçeği ve devrimci çizgiyi propaganda etmeye ve mücadelesini buna göre şekillendirmeye devam edecektir. Kaypakkaya yoldaşın yıllar önce belirttiği gibi; “Yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine dönüştürecek olan, kitlelerin şiddetle gerek duyduğu komünist bir önderliktir.” Ve biz bu önderliği tesis etmek için var gücümüzle çalışacağız.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 3 Eylül 2020 tarihli 69. sayısından alınmıştır.