Demokrasi İçin Örgütlenmek ve Savaşmak!

Demokrasi ve devrim ilişkisi devrimci hareketin temel tartışmalarından biridir. Ülkemizde demokrasinin varlığı, niteliği ve gelişme şartları hakkında yığınla görüş vardır. Devrimci hareketin tarihi boyunca da bu görüşler birçok kez karşı karşıya gelmiştir. Kuşkusuz bu karşı karşıya gelmeler ortak hedefleri, kaygıları, yaklaşımları da içerdiği için düşmanca olmaktan çok karşılıklı ikna amacı güden türdendir. Buna rağmen konunun devrim bakımından, sınıf mücadelesinin seyri bakımdan taşıdığı önem “ikna amacı”nın ötesinde tavırları, ideolojik yargılamaları da içerir ve içermelidir.

Son dönemde yaşananlar demokrasi için mücadelenin önündeki zorlukları görmek ve bunların nasıl alt edileceğini bir kez daha tartışmak gerektiğini göstermektedir. Çünkü mücadele biçim ve yöntemleri bununla sıkı sıkıya ilişkilidir. Halkın söz ve eylem özgürlüğünün derecesi halkın devrim için örgütlemesinin olanaklarını belirler.

Gezi İsyanı halkın söz ve eylem birliğine duyduğu ihtiyacı görkemli bir şekilde ortaya koymuştu. Kendiliğinden yükselen bir demokratik dalga olarak Gezi İsyanı birçok devrimci hareketin de kendini sorgulamasına neden olmuştu. Kitlelerde bu kadar somutlaştığı halde demokrasi mücadelesinin gerçek anlamda, bir devrimci öncü tarafından örgütlenemiyor oluşu kitlelerle ilişkilerdeki çok ciddi zafiyetin bir göstergesi olarak görülmüştü. Gezi’de beliren bu durum ondan sonraki dönemin özelliklerini daha anlaşılır hale getirecek türdendi. Halk söz ve eylem özgürlüğünü ileri derecede bir aktiviteyle ortaya koyduktan sonra yöneten ve egemen güçler çok sıkı ve güçlü önlemlerle halkta beliren özgüveni, inancı ve devrimci eğilimleri bastırmak için tam bir uğraşa giriştiler. Öyle ki bu uğraş Gezi İsyanı’yla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, bu isyanı desteklemeleri, takdir etmeleri nedeniyle Osman Kavala gibi yabancı güçlerle iyi ilişkileri olan varlıklı insanların dahi hukuku yerle bir eden itham ve yöntemlerle cezalandırılmalarına kadar vardırıldı. Bu yolla bir ölçüde “devlet karşıtlığı”nı somutlaştıran iktidar eleştirisine tahammül edilmeyeceği gösterildi. TC’nin, kuruluşundan itibaren sahip olduğu bu tahammülsüzlük hali onun zayıf bir burjuva sınıfına, esas olarak feodal sınıflara, ilişkilere, yapılara dayanan bir devlet sistemine dayanmasından kaynaklanır. Burjuvazinin, feodalizme karşı mücadelesi sürecinde gelişen demokrasi bilgisi, kültürü bizimki gibi devletlerde sadece “dışarıdan” ve mahsuru olmayacak kadar geçerlidir. Tüm emperyalizm için de bu “yeterli” bir demokrasidir! Kendi ülkesinde gelişmiş demokrasi anlayışını uygulayan emperyalist devletler bizimki gibi ülkelerdeki sınırlı ve esasen anti demokratik uygulamaları destekler. Kuşkusuz bu onun sınıfsal niteliğinin kaçınılmaz bir sonucudur. Onun çıkarları devrimini yapamayan ve yapamayacak durumda olan “geri kalmış” devletlerden yanadır. Bu nedenle en gerici güç odakları ile de büyük ve tam bir dayanışma içinde hareket ederler… Göstermelik ve sınırlı itirazları, tartışmaları da bu gerçeklik üzerine bir örtü gibi çekmek üzere kullanırlar. Özellikle Avrupa devletlerinden demokrasi uman liberal güçlerin temel yanılgısı Avrupa devletlerindeki demokrasi seviyesini sınıf çıkarlarından kopuk bir şekilde “medeniyet seviyesi” gibi idealist bir yaklaşımla kavramalarıdır. Sanıyorlar ki bu devletlerdeki demokrasi sınıf savaşımından bağımsız ve sınıf çıkarlarından ayrı insan olmanın gereğince şekillenmiştir. Oysa bu devletlerde de demokrasinin rafa kaldırılabileceği bir gerçektir. Devrim şartlarında ya da belirleyici derecede önemli politik meselelerde buralarda da halkın söz ve eylem hakkı sınırlandırılır, saldırılarla geriletilir. Son Filistin sorunundaki devrimci-demokratik duyarlılığın uğradığı saldırılar buna net bir örnektir.

Komünist hareket demokrasinin içeriden, gerçek devrimci güçlere dayanarak geliştirilebileceğini ileri sürerken emperyalizmin bizimki gibi ülkelerdeki demokrasi güçlerine düşmanlığına da dikkat çeker. Bu düşmanlık ancak ve nihayet gerçek ilerici güçlerle alt edilebilir.

Bununla birlikte demokrasi mücadelesi bir devrim sorunu olarak ele alınmalıdır görüşünü ileri sürer komünist hareket. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki demokrasi seviyesine ulaşmak için de gerekli olan budur ve bu seviyenin daha ötesine, halk için demokrasi seviyesine, sosyalist demokrasiye varmak için de. Bu “demokrasi”nin sınıfsal karakteriyle ilgili bir durumdur. Burjuva demokrasisi burjuvazinin çıkarları temelinde inşa olan bir demokrasidir. Kapitalizme karşı mücadele özel mülkiyetin kutsallığı, dokunulmazlığı ile sınırlıdır. Bu mülkiyet biçimi tekelciliği, geniş kitleleri mülkiyetsiz kılmayı içerir. Kendi başına mülkiyet kavramının mülkiyetsiztirleşmek olduğunu bilmek gerek. Mülkiyetine aldığı bir eşyadan başkalarının faydalanma hakkını yok eden özel mülkiyetçilik tarihsel rolünü tamamladıktan itibaren tamamen gerici bir niteliğe kavuşur. Bu, tekelciliği ve geniş kesimleri mülkiyetsizleştirmeyi de içeren derin ve kapsamlı bir gericiliktir. Günümüzdeki yoğun mülksüzleşme bu gericiliğin ulaştığı seviye olarak değerlendirilmelidir. Sadece mülksüzleşme değil demokratik haklara, eylemlere, taleplere yönelik saldırıların da bu gericiliğin seviyesine işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Artan saldırılar ve gelişen şiddet tüm kapitalizmin içinde kıvranıp durduğu ekonomik krizin kaçınılmaz sonucudur. Önümüzdeki süreçte bu saldırıların ve şiddetin artarak devam edeceğinden emin olabiliriz. Bir süredir dikkat çektiğimiz savaş koşulları da bu krizle bağıntılı objektif bir gerçekliktir. Ülkemizdeki gidişat da bu yöndedir. Politikalarımızı, eylemlerimizi, örgütlenmemizi bu gidişatla birlikte tartışmalı ve saptamalıyız.

İDEOLOJİK SALDIRI

Son dönemde halka ve halkın devrimci-demokrat öncülerine yönelik artan saldırıların niteliği ve sürekliliği içinden geçtiğimiz dönemin özellikleri hakkında daha derin düşünmemiz gerektiğini göstermektedir. Devletin niteliğine dair ileri sürülen liberalizme dayalı fikirlerin özellikle 2000’li yıllardan itibaren iflas ettiği, pek de savunulamadığı, en ileri savunucularının dahi iddialarından geri adım attıkları bilinir. Süreçleri ve devleti de halkın çıkarları açısından yorumlayanlar için bu gelişme malumun ilanından ibaretti. Sovyetler Birliği’nin, yüzündeki “sosyalist devlet” maskesini atmasından sonra kapitalizmin “tam zaferini” kutlamaya başlayan liberallerin “büyük” iddiası 2000’li yıllarda kendiliğinden çökmüştü. 2008’deki derin ve kapsamlı kriz bu çöküşün resmi olarak kayıtlara geçmişti. Halkın çıkarlarını temel alanlar için bu “malumun ilanı”ydı kuşkusuz ve buna her seferinde dikkat çektik. “Tarihin sonu”nu ilan edenlere “son sözü söylemeye muktedir proletaryanın” kavgasının henüz kabarmakta olduğunu açıklayarak yanıt verdik. İçinde olduğumuz çağın proleter devrimler çağı olduğu gerçeğini karartmak üzere ileri sürülen “ideolojilerin sonu” safsatasının tarihin belli bir dönemindeki değersiz bir manipülasyon olarak hatırlanacağını savunduk. Haklı mıydık? Kesinlikle haklıydık. Ekonomik krizin derinliği ve dünya halklarına yansımaları yönetenlerin ideolojisini tartışmasız ele verdi ve halkların bu ideoloji içinde yeri zulme ve talana uğramak dışında hiçbir şeydi. Devletler “büyük ve yıkılmaz” denen şirketleri “kurtarmak” üzere adımlar attıklarında halkların geleceğini derin bir kuyudan ibaret kuyulara bırakmışlardı. Dümen bu yöneticilerde olduğu sürece bu “sonsuz” derin kuyu halkların içine yuvarlandıkları bir çukur olmaya devam edecekti. Şimdiye kadarki seyir bunu doğrulamaktadır. Devletlerin her adımı halklar için kuyuya yuvarlanmak oldu. En son Filistin’de Gazze halkının yaşadığı büyük kıyım bunun tartışılmaz ispatı değil midir? Filistin halkı ile “en ileri” derecede dayanışma içinde olduğu sürülen devletlerin dahi İsrail ile ve onun “tam destekçi”leriyle kurdukları ilişkinin “hiçbir şey olmamış, olmuyormuş” gibi sürdürülmesi ve bu ilişkilere halktan gelen tepkilerin “çok sert” önlemlerle bastırılması halkların “dikkate alınmadığının” göstergesi değil miydi? Gazze’ye yönelik saldırının salt İsrail Siyonizm’inin çıkarlarını temsil etmediğini özellikle ABD emperyalizminde somutlaşan tüm dünya gericiliğinin çıkarlarını temsil ettiğini hatırlatarak bu görüşün doğrulandığını ifade edelim.

Ekonomik kriz derinleşiyor. Tüm dünya enflasyonun pençesinde. Devletler enflasyonla mücadele adı altında zengini daha zengin yapan politikalar izlemekteler. Bu onlar için kaçınılmazdır. Hizmetinde oldukları sınıf zenginler sınıfıdır ve sistem onların varlığında ve güçlenmesinde işleyen bir sistemdir. ABD’de enflasyonu düşüren faiz politikasından geri dönüş beklentisi zayıfladı. Çünkü enflasyon “yeterince” düşürülemedi. Rezerv para olarak Dolar değer kaybetmeye devam ediyor. BRICS ülkeleri de rezerv paradan uzaklaşmayı sürdürüyor. Bu bize tüm devletler için krizden kurtuluş yolunun tıkalı olduğunu gösteriyor. Yoksullaşma, işsizlik ve bunlara bağlı olarak gelişecek her türden yoksunluk önümüzdeki dönemin temel özelliği olarak büyümeye ve yayılmaya devam edecektir. Egemenlerin halklara sunabileceği hiçbir şey kalmamıştır. Elbette saldırmaktan başka…

Altın alımlarıyla ilgili açıklamalarda halkın altın alma eğilimi üretimsizlik, faydasızlık nedeniyle eleştirilmekte. Oysa devletler ciddi derecede altına, gümüşe yönelmekte… Devletlerin ödenemeyecek derecede birikmiş borcu var ve hegemon devlet olarak ABD bu konuda başı çekenlerden birisi. Kuşkusuz üretici güçlerden biri olarak bu onun “kaplan” kimliğine ciddi bir zarar vermiyor. Fakat rezerv para olarak Doların güven kaybetmesi ABD’nin geleceği hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. Bu şüphelerin siyasete yansıması kaçınılmaz… Doların altın karşısındaki değerinin düşmesiyle başlayacak ekonomiyi dengeleme süreci tüm devletlerin ekonomisindeki mevcut illüzyonu bozacak ve gerçeklik yeniden tanımlanmak zorunda kalacaktır. Altın alımlarının genel olarak yükselmekte oluşu sürecin yönüne işaret ediyor. Bu ekonomik alt üst oluşun siyaset alanına yansımaması beklenemez.

Türkiye ekonomisi bu süreci zaten yaşamaktadır. Son yasal düzenlemeler ve kitlelerin eğimine, yönelimine, eylemlerine yönelik saldırılar, anayasal seferberlik tanımının yenilenmesi ekonomideki olumsuz gidişatın olası yansımalarına hazırlık niteliğindedir. Ekonomide “normale dönmüş olmak” halkın üzerindeki yükün azalması, ekonominin refaha kavuşması anlamına gelmiyor. Sadece egemenlere nefes verecek sıcak para için uygun koşulların oluşması anlamına geliyor. Süreç halk aleyhine sonuçlara gebedir. Bunlardan biri ekonomik bunalımın neden olacağı olağanüstü hallerdir. Baskılanmış dolar kurunun sistemi parçalayacak derecede kontrolden çıkması olasılığına dair yorumlar, Mehmet Şimşek’in “alım yapmasak Dolar daha da düşer” demeci her iki yöndeki tehlikeyi içermesi bakımından dikkat çekicidir. Son günlerdeki sıcak para girişiyle yüksek faizli tahvil alımlarının artması Türkiye’deki talanın devam ettiğini gösteriyor. Normalleşme bundan ibaret!

Tüm bu süreç boyunca gerçekleri açıklamakta, halkları gerçekler konusunda aydınlatmakta ve harekete geçirmekte esasen başarısız olduğumuzu birçok defa söyledik. Bu başarısızlığın bir nedeni hiç kuşkusuz devletlerin her türden saldırısının bir biçimde sonuç almasıdır. Komünist harekete karşı hareketin geliştiği, kitlelere yayıldığı, hatta iktidar öbeklerine dönüştüğü neredeyse tüm alanlarda ilgili ülke devletleri kapsamlı, emperyalizmin tam iş birliğine dayalı politikalarla geçici ama sonuçta günde etkili başarılar elde ettiler. Bunun geniş kitlelerde güven sorunu yarattığından şüphe edilemez. Kitlelerin sonuç olarak ve aslında bilimsel olarak da “başaracak hareketlere” ilgi göstereceğini unutmamak gerekir. Elbette bu “saldır, kaybet, saldır, kaybet ve yeniden saldır, ta ki kazanana kadar” ilkesinin nesnel gerçekliğini reddetmez. Halkın güvenini kazanmak birçok yenilginin ürünü olarak edinilen tecrübenin somutlaşmasıyla olasıdır. Son çeyrek yüzyılda komünist hareket önemli gelişmelere imza attığı gibi kapsamlı yenilgileri de tattı. Yenilgiler tecrübe hanemize başarısızlıklarımız olarak yazılmıştır. Bu başarısızlığın kitlelerle ilişkilerimizde ciddi bir güven sorunun yarattığına da birçok kez dikkat çektik. İçinde olduğumuz süreç henüz böyle bir süreçtir. Alt etmemiz gereken bu zorlu sürecin sonunda kazanacağımızı biliyoruz. Çünkü halkın çıkarları bunu bize emrediyor!

Alt etmemiz gereken düşman hem halk kitlelerine hem de tüm devrimci-demokratik harekete saldırmaktadır. Ekonomik krizin belirgin dalgalarından birinin politik saldırılar olduğundan sanırız artık kimsenin bir şüphesi kalmamıştır. “1 Mayıs Alanı Taksim’dir” anlayışıyla hareket eden ve yasaların da onayladığı biçimde 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama hakkına sahip çıkan çok geniş bir kesim bu saldırıların hedefi olmuştur. Halihazırda 73 kişi “Taksim’de ısrar”dan ötürü “suçlu”dur. Taksim’i kapatanlar yönetmekte, Taksim’de ısrar edenler hapistedir! Devlet “her şeye ve her duruma rağmen dediğim veya yaptığım yasadır” anlayışıyla hareket etmektedir. Bu anlayışın güne ait olmadığını biliyoruz. Kurulalı beri TC bu biçimde yönetilmektedir. Bu tarz yönetimin temelinde egemen sınıfların güçsüzlüğü, daha ileri biçimlerdeki çaresizliği ve kitlelerdeki eğilimin esasen devrim olmasından ötürüdür. “Bıraksalar Afyon ovasına atlayacak” bir kitle gerçekliği söz konusudur. Bu nedenle kitlelerin önüne duvarlar örmek, onu karanlığa zincirlemek, gerekirse kırbaçlamak devletin temel yönetme anlayışıdır ülkemizde. Darbelerin de temel nedeni bu yönetme biçimidir. Yönetici katmanlar bağlı oldukları sınıfların çıkarlarını karşılamakta başarısız kaldıklarında “ihtiyaçlara yanıt vermek için” zapt-ı raptı seçmek zorunda kalırlar. İş birlikçi karakterleri bakımından da emperyalizme hizmet onlar için temeldir. Emperyalizmin içinde kıvrandığı ekonomik bunalımın ihtiyaçlarına göre biçimlenen bizimki gibi devletlerde artan “hukuksuzluk”, keyfilik, yasa tanımazlık bir seçenek değil, bir zorunluluktur. Erdoğan’ın “anti kapitalist” söylemini belki de bu zorunluluğun bir yansıması olarak değerlendirmek gerekir. Elbette bunu söylerken bu gerici karakterin manipülasyon “yeteneği”ni de unutmamalıyız!

Bu saldırıların niteliğini anlamak bakımından ulusal harekete yönelik politikalar özel bir önemdedir. Filistin ulusal davasındaki sözde “ezilen ulus taraftarlığı” aslında Kürt ulusal davası karşısındaki tutumlarda ifşa olmaktadır. Ki Filistin ulusal davasındaki tarafgirliğin de 1 Mayıs tutuklamalarında bir yalandan ibaret olduğu zaten somutlaşmıştı. İsrail ile ticaretin sürdürülmesine karşı yükselen sesler Filistin ulusal davasına ihanetin deşifre edilerek sonlandırılmasını amaçlıyordu, hatta daha da ötesi bu sesler Filistin halkının ihtiyacı olan desteği içeriyordu. Bu “demokratik” talebe ve eyleme yönelik saldırılar nihayet bu desteğin “suç” kapsamında değerlendirilmesiyle sonuçlandı. Filistin ulusal davasına devrimci-demokratik yöndeki destek halihazırda bir Türk mahkemesinde suç kapsamında yorumlanmakta. Bu desteği sunan gençler hapistedir!

Kürt ulusal hareketine karşı keskin dışlayıcı tavrın da Filistin ulusal davasındaki tavır gibi “hukuksuzluk” içerdiğini görüyoruz. Çözüm süreci denen dönemdeki tüm uygulamalardan, açıklamalardan, tavırlardan günümüzde sadece ulusal hareket sorumlu tutulmaktadır hatta bunlar ona ait suçlar olarak tanımlanmak istenmektedir. Kobanê davasındaki suçlamalar ve verilen cezalar bu tür değerlendirmelerin bir sonucudur. HDP’nin kapatılması çağrısı ve davası ile başlayan sürecin basit bir parti kapatma davası olmadığı kısa bir sürede ortaya çıkmış durumda. Tüm hareketin yok edilmesini amaçlayan bir süreç işlemektedir. Bu süreç çözüm sürecinin tüm kazanımlarını ortadan kaldırmayı içeriyor. “Macun tüpten çıkmıştır, geriye dönüş olamaz” dendikten sonra şimdi macun gerisin geriye tüpe tıkıştırılmaktadır! Faşizmin her türden yasallığı, realiteyi reddeden tutumunun farkında olmayanların bu açmazı bugün ayan beyan ortadadır. Çözüm sürecinin ileri çıkmış, ünlenmiş unsurlarının büyük çoğunluğu bugün “çekilemedikleri” için hapiste ya da yurt dışında özellikle de Avrupa’dadır. Çözümün yasallığına sığınan anlayış yasallık sınırlarını zorlamak adına mücadeleyi göze alamadılar. Faşizm gerçeğine çarpan iradeleri esas olarak kırılmış olan bu arkadaşların çözüm sürecini kavrama ve sürdürme iradelerinin sorgulanması gerekir elbette. Ancak bundan da öte bu sürece yön veren politikanın ulusal sorunu devrimci olmayan yoldan “çözme” anlayışı olduğunu unutmamak gerekir. Demokrasi ile devrim arasındaki doğrudan ilişki bu sorun ekseninde de geçerlidir.

Önümüzdeki süreç demokrasinin tüm ülkelerde gerileyeceği bir süreç olmaya adaydır. Filistin ulusunun direnişine en son Refah’ta gerçekleşen katliamlar emperyalizmin derin bunalımının ve haksız savaşlara başvurmaktan çekinmeyen karakterinin bir ürünüdür. Bu katliamlar ne Netanyahu’nun aşırı milliyetçi ve yobaz gericiliğinin ürünü olmaktan ibarettir ne de Hamas’a yönelik bir saldırı olmakla sınırlıdır. Dünya halklarına gösterilen tahammülsüzlüğün bu derecede yükselmesi ekonomik krizin vardığı boyutla ilgilidir. Hemen ekleyelim ki aşırı milliyetçi ve yobaz gericiliğin katliamlara giriştiği tek yer Filistin değildir. Yakın zamanda Hindistan’da yerli kabilelere yönelik de katliamlar gerçekleştirilmiştir. Halkların devrimci ve demokratik eylemlerine, amaçlarına yönelik bu saldırıların gerisinde haksızlıkların baş mimarı ve baş destekçisi emperyalizm vardır.

Emperyalizm sadece ekonomik kriz yaşamıyor. Bunun devamında derinleşen bir hegemonya krizi de yaşamaktadır. Emperyalistlerin nihai olarak ortaklaşacakları, emperyalizmin ultra emperyalist bir aşamaya varacağı iddiası bir kez daha gerçeklerin tunçtan zırhına çarpmaktadır. ABD’nin Dolar üzerinden kurduğu hegemonya çatırdamaya devam ediyor. ABD’de enflasyonla mücadeledeki başarısızlık bir hegemonya aracı olan Dolar’ın güç kaybetmesine neden oluyor. Dolar’a endeksli Dünya ekonomisi için gelecek günler bizim gibi ülkelerdeki sorunların devrimci çözümünü dayatacaktır. Demokrasi beklentisini açıklığa kavuşturmak, meselenin sınıfsal özünü her daim aydınlatmak görevi kapsamlı bir mücadeleyle birlikte değerlendirilmelidir.

Her gerçeklik bu mücadeleyi destekler ve büyütür niteliktedir. Demokrasi ile devrim arasındaki ilişki bize devrim için çok geniş bir kesimle ortaklaşma olanağı sunmaktadır. Hemen her tür demokratik taleple olabildiğince ilişkilenmek, kitlelerin meşru ve haklı taleplerini halkın söz ve eylem hakkıyla birleştirmek komünistlerin bakış açısında ihmal edilemez bir görevdir. Hindistan komünistleri bize bunu öğretmektedir. Filistin halkıyla dayanışma eylemleri bize bu olanağın büyüklüğünü ve devrimcileşme zorunluluğunu öğretmektedir. Kobanê yargılaması ve sonuçları bu bakımdan ders niteliğindedir. Doğrultumuz halkların meşru ve haklı talepleriyle aynıdır. Hedefimizi ve yöntemlerimizi halklara mal etmek ise bizim olmazsa olmaz görevimizdir…