“Üç ya da altı yılda bir hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar verme, burjuva parlamentosunun özü.” Lenin’in bu tespiti esasında kapitalizm şartlarında gelişen parlamenter sistemlerde hükümetlerin hangi sınıflara dayandığını ve işlevini de net bir şekilde ifade etmektedir.
Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelerde hükümette kimin olacağını belirleyen temel kriter, emperyalistlerin ve bunların uşağı olan komprador burjuvazi ile toprak ağalarının çıkarlarını kollayabilme ve onların verdiği görevleri yapabilme kabiliyetleridir. Burada esas olan ilgili hükümetin emperyalistlerin çıkarlarını hayata geçirebilmesidir. Tüm dönemler göstermektedir ki bu ülkelerde hükümetlerin oluşmasında ve iktidarda kalmasında belirleyici unsur son tahlilde emperyalistlerin tercihidir. Koşullara göre emperyalizme uşaklık edecek en uygun ekip iktidara taşınır.
Burada konu etiğimiz ilişki mekanik-indirgemeci tarzda tanımlanamaz, bu ilişkinin diyalektik-materyalist bir tarzda tanımlanmalıdır. Örneğin hâkim sınıflarla hükümet arasındaki ilişki birebir veya günlük gelişmelerin ayrıntıları içinde görülmeyebilir. Hükümetin bir kararı ilk bakışta hâkim sınıfların çıkarına ters görünebilir; süreç içinde o kararın etkisini izlediğimizde ise gerçek ilişkiyi açığa çıkartabiliriz. Misal “van minüt” dendiğinde ilk bakışta bu söylemin ABD’nin çıkarlarına ters olduğu sanılır. ABD himayesindeki İsrail saldırganlığına siyasi düzlemde sert bir karşı duruş sergilendiği düşünülür. Ama ABD’nin o dönemde TC ve özelde RTE’yi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika halklarını maniple etme politikalarının önemli bir figürü olarak gördüğünü ve bu niyetle RTE’nin BOP’un eşbaşkanı ilan edildiğini, bu şovun bizzat ABD tarafından hazırlandığını süreci bir bütün olarak izlemiş olanlar anlamışlardır. Bu gibi gerçekleri bulmak için araştırma yapmak zorunludur. İndirgemeci yorumların gerçekliği açıklamak yerine maniple ettiği açıktır.
Hükümetler ancak temsil etmiş oldukları sınıfların çıkarlarını hayata geçirmede gösterdikleri beceri ölçüsünde iktidarda kalabilir, dedik. Aynı kadrolar her konjonktürde başarılı olamaz. Hâkim sınıflar farklı konjonktürlerde farklı politikalar uygulamaya ihtiyaç duyarlar. Her politika ve savaşım, farklı tipte kadroları, hükümetleri koşullar. İzlenecek politikalara uygun kadrolar iktidara getirilir.
Yarı-sömürge Türkiye’de de iktidara gelecek hükümetler her daim bu anlayışla oluşturulmuştur. Demireller, Ecevitler, Çiller, Özallar hâkim sınıfların değişen ihtiyaçları doğrultusunda iktidara getirildi ve kullanım süreleri dolunca da bir kenara atılarak “siyaset sahnesinden” silindi. Erdoğan ve AKP de 2002’de konjonktürün ürünü olarak iktidara taşındı. Emperyalistlerin ve uşaklarının o dönemde Türkiye ve Ortadoğu’ya ilişkin çıkarları, dolayısıyla planları AKP’yi iktidara taşımıştı. AKP’de bir araya gelen kadrolar bu planları hayata geçirecek donanım ve yeteneğe sahip kadrolar olarak görüldükleri için hâkim sınıflar ve emperyalistlerce hükümet yapılmıştı. O dönemden bugüne kadar da bu kadrolar emperyalistlerin ve uşaklarının verdiği görevleri hayata geçirerek iktidarda kalmayı başardı.
Bunun artık sona erdiğini de görmekteyiz. Hâkim sınıfların her fraksiyonunu “memnun” etmek artık mümkün değildir, emperyalistler ve ilişkilendikleri fraksiyonlar çıkarları da zarar görmektedir. Bunu nedeni AKP’nin bu çıkarlarla çatışması değildir. AKP’yi iktidara taşıyan konjonktür bugün ortadan kalkmaya, yeni bir konjonktür oluşmaya başlamıştır. Değişen konjonktüre bağlı olarak emperyalistler ve uşakları AKP’nin önüne bugün farklı görevler koymaktalar. Ancak AKP, her ne kadar canı gönülden istese de bu görevleri artık yerine getiremiyor. (Nitekim iç ve dış politikada birbiri ardına patlayan krizler, emperyalistlerle yaşanan sorunlar vs. bu başarısızlığı net bir şekilde yansıtmaktadır.) Zira donanım ve becerileri bu yeni dönemin görevlerini yerine getirmeye uygun değildir. Aynı zamanda hâkim sınıf fraksiyonlarının hepsinin rızasını gerçekleştirme becerisini de kaybetmiştir. Faizleri indirmesi kurları serbest bırakmasını böyle okumalıyız. Bu sebeple emperyalistlerin ve hâkim sınıfların RTE ve kadrolarını kenara koymaya, yeni şartlara uyum sağlayacak düzen partilerini (CHP ve diğerleri) iktidara taşımaya hazırlandıkları görülüyor.
Bu yazımızda AKP’yi hükümete taşıyan koşulları ve bugün onun siyasi sonunu hazırlayan, ayak uydurmakta zorlandığı, değişen koşulları ele almaya çalışacağız.
Öncelikle AKP’nin iktidara taşındığı dönemdeki konjonktüre bakalım. 2000’li yıllar ABD’nin katı bir hegemonya için dünya çapında saldırısı ile başlamıştı. Zira 90’lı yıllarda RSE’nin çökmesi ile birlikte ABD en büyük rakibinden kurtulmuş, “soğuk savaşı” kazanmıştı. SB’nin dağılmasının ardından Rusya büyük güç kaybetmiş, iç karışıklıklar ile uğraşmaktan kafasını kaldıramıyordu. Çin de o dönemde revizyonist içerikteki ekonomik ve siyasi-askeri dönüşümü tamamlamamıştı. AB’li emperyalistler ise ABD’ye askeri ve siyasi alanda bağlı olmaya devam ediyordu.
ABD bu konjonktürü fırsata çevirmek ve merkezinde kendisinin yer aldığı “tek kutuplu” bir dünya düzeni inşa etmek istiyordu. Bu kapsamda ABD, hegemonyasını güçlendirmek adına 2000’li yıllarda birlikte büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı dalgasının merkezinde ise Ortadoğu, Orta Asya ülkeleri yer alıyordu. ABD, Rusya’nın kısmen çekilmek zorunda kaldığı bu bölgelerde tartışmasız bir hâkimiyet kurmak istiyordu. Ortadoğu’ya yönelik saldırı stratejisinin adı BOP’tu. BOP’un uygulandığı coğrafyada Müslüman inanışı hâkimdi ve ABD, BOP’a paralel “ılımlı İslam projesi” adı altında kendi işbirlikçisi olan, İslami gelenekten gelen kesimleri bölge ülkelerinde iktidara taşımayı hedefliyordu.
Bu çerçevede ABD, Irak ve Afganistan işgallerini başlattı. İşgal ettiği ülkelerdeki direnişler nedeniyle batağa saplanınca hedef aldığı diğer rejimleri ekonomik ve siyasi baskılarla, iç karışıklıklar çıkartarak çökertmeye devam etti. Özellikle bölgede halk isyanlarının patlak verdiği 2010’lu yıllardan itibaren ABD, bu isyanları uşaklar eliyle maniple edip kullanarak hedefine ulaşmaya çalıştı.
İşte AKP’yi iktidara taşıyan en önemli etken BOP ve ona bağlı “ılımlı İslam projesi”ydi. Zira ABD, Ortadoğu’yu ve Orta Asya’yı işgallerle şekillendirmeye çalışırken TC’ye de stratejik konumu ve askeri gücü nedeniyle özel bir önem veriyordu. Özellikle girişeceği işgal saldırısında TC ordusunu ve Türkiye’deki üsleri etkin bir şekilde kullanmak istiyordu. TC’den gösterdiği her hedefe saldıracak, ABD’nin peşinde her türlü maceraya atılacak bir tetikçi olarak faydalanmak istiyordu. Bu sebeple ABD’nin, tamamen sadık, her denileni yapacak, uzun süre hükümette kalabilecek, bunun için her türlü maceraya atılabilecek, kişiliksiz bir kadro grubu olmakla birlikte “ılımlı İslam projesi” ile de uyumlu, İslami gelenekten gelme, İslam dinine inanışından kuşku duyulması bir tarafa, İslami söylemleri ve yaşayışı ile İslam coğrafyasına örnek gösterilmeliydi. İslami gelenek koçbaşı olmanın kamuflesi olacaktı. Müslüman kardeşler geleneğinden gelen ya da onlara yakın, iktidar hırsı ile işbirlikçilikte sınır tanımayan bir ekibe ihtiyaç vardı. Bu ekip AKP’de biri araya getirilmişti. Zira AKP’nin sonradan kompradorlaşmış, devlet mekanizmasında yer almış yönetici kadroları “laik” kesim karşısında iktidar hırsı ile yanıyordu. Ayrıca İslami gelenekten gelen, dinine “sadık” kadrolardan oluşmaktaydı. Bunlardan iyisi bulunamazdı. İşte bu durumdan faydalanmak adına ABD, AKP’yi destekledi.
Öte taraftan ABD, BOP projesinde TC’ye eşbaşkanlık misyonu biçmişti. Bu kapsamda TC’nin Şii İran’a karşı bölgedeki Sünni-Arap ülkelerine liderlik yapması bekleniyordu. Bunu da TC’de en iyi yapabilecek aktör, güçlü dini söylemleriyle AKP’ydi. İslamcı bir kimliğe sahip, emperyalist-kapitalist sistemle tamamen bütünleşmiş neoliberalizmi hayata geçirmede, uşaklıkta sınır tanımayan bir partinin yönetimindeki Türkiye, bölgedeki diğer ülkelere de model ülke olacaktı. Ayrıca, ABD’nin hedefine oturttuğu Orta Asya ve Ortadoğu bölgesi Müslüman kitlelerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgedeydi. ABD yanına İslamcı kimlikli AKP’yi alarak bölgede kendisine daha rahat işbirlikçi bulabileceğini düşünüyordu. Özcesi AKP, ABD’nin Ortadoğu halklarına saldırı planında işbirlikçilik yapabilecek en uygun ve belli bir donanıma sahip, uygun aktördü.
Diğer taraftan 2001’de Türkiye’de ciddi bir kriz yaşanmıştı. Krizden çıkış emperyalistlerden IMF-DB kanalı ile alınan kredilerle mümkün olmuştu. Bunun karşılığında da TC, emperyalistlerin istediği 15 yasayı 15 günde çıkarmış ve IMF ile uzun süreli bir anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşma halkın iliğine kadar sömürülmesi, tarımda dışa tam bağımlı hale gelinmesi, taşeronluğun, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi emeğe dönük yoğun saldırılar içeriyordu. Neoliberal politikaları, emeğe yönelik yoğun saldırıları hayata geçirebilecek en uygun aktörler AKP’deydi. Ağır ekonomik programın, halk kesimlerine karşı dini söylemi güçlü kadrolarca uygulanması tepkilerin zayıf olmasını sağlayabilirdi; “laik devlete” karşı birikmiş öfke de bu amaçla kullanılabilecekti. Reform adı altında halk kitleleri manipüle edilebilecekti. Halka, sureti halktan yana görünerek saldırılacaktı.
Yine emperyalistler ve uşakları BOP kapsamında Ortadoğu’ya yoğunlaşırken, Kürt sorununun kendilerine ayak bağı olmasını istemiyordu. Kürtlerin bir süre oyalanması, en azından sorunun stabil hale getirilmesi emperyalistler ve Türk hâkim sınıflarının dönemsel planları için hayati önemdeydi. Yani Kürtler “barış, çözüm” vb. söylem ve vaatlerle aldatılmalı ve pasifleştirilmeliydi. Milliyetçi-ırkçı söylemleri ile 90’lı yılların faili meçhulleri, katliam ve saldırıları ile Kürt halkının gözünde iyice teşhir olmuş CHP, DSP, DYP, MHP gibi düzen partilerinin bu görevi yerine getiremeyeceği açıktı. Oysa daha önce teşhir olmamış, milliyetçi-ırkçı söylemler yerine o dönemde ümmetçi ve hatta liberal söylemlere ağırlık veren RTE ve AKP, Kürt halkını kandırabilecek donanıma sahipti.
Kapitalizm, sömürüsünü gerçekleştirirken rıza üretmeyi önemser. İçeride ve dışarıdaki bu saldırgan politikalara halkın rızasını başarabilecek yegâne partinin AKP olduğu düşünüldü. AKP’nin İslamcı ve ümmetçi söyleminin ülke halkı bir tarafa Ortadoğu halklarının itirazlarını da zayıflatabilirdi. Türkiye’de ise TC’nin işbirlikçilik yaptığı Irak ve Afganistan işgallerinde ve Ortadoğu’ya yönelik diğer saldırılara solcular ve devrimci kesimlerin yanında dini duyguları yüksek olan halkın kesiminden de güçlü itirazlar gelebilirdi. Oysa iktidarda “İslamcı” AKP’nin olması bu geniş halk kesimlerinin bu saldırılara karşı sessiz kalmasına yol açabilirdi. Yine sömürüyü artıran neoliberal politikalara da halkın bu kesiminin güçlü, örgütlü bir tepki vermesi, AKP sayesinde de önlenebilirdi. AKP döneminde hâkim sınıflar rıza üretebilme kapasitesini artırdı. Ki bu onu iktidarda tutan, hâkim sınıflar ve emperyalistler açısından kullanışlı kılan temel faktördü. Burada şunun da altını çizmek gerekir ki AKP’nin rıza üretebilmesinde, AB’li emperyalistlerin (AB’ye adaylık sürecinin) ve sol liberal çevrelerin desteği büyük rol oynadı. “AB adaylık süreci” denerek AB’li tekellerin, mali oligarşinin ülkede rahatlıkla, güvenle at koşturması için AKP’ye yaptırılan bir takım hukuki-siyasi düzenlemeler “yetmez ama evetçi”, “sol liberal” çevre tarafından “büyük demokrasi hamlesi (!)” şeklinde sunuldu. Bu liberal çevreler, ülkemizde faşizmin sürekli olduğunu, emperyalizmin demokrasi getiremeyeceğini, düzenlemelerin göstermelik olduğunu söyleyen devrimci çevrelere karşı güçlü bir ideolojik saldırı yürüttü. Liberal çevreler “kandırıldıkları” için değil, o dönemde sınıfsal çıkarları tamamen (AKP ile örtüştüğü ve emperyalistlerle hâkim sınıflar) AKP’nin arkasında durduğu için RTE’yi destekledi. Özcesi liberallere düşen görev de “demokrasi” yalanları ile halkı aldatıp AKP’ye ve düzene “meşruiyet” sağlamak oldu. Bugün liberallerin AKP’yi eleştirmeye başlamasının esas nedeni emperyalistlerin ve hâkim sınıfların AKP’ye verdiği desteği yavaş yavaş çekmeye başlamış olmasıdır.
Özetlemek gerekirse 2000’li yılların başında emperyalistlerin (başta da ABD’nin) bölgesel düzlemde uygulamaya sokmayı düşündüğü politikalar için Türkiye ciddi bir öneme sahipti. Bu sebeple, iktidar olmaya aç, ne derlerse yapacak, kuralları-kaideleri rafa kaldırabilecek, kırıntılara aç, yapamayacağı bir şey olmayan bir iktidara ihtiyaç vardı. Kompradorlar ve emperyalistler neoliberal politikaları hayata geçirecek, ordusunu emperyalistlerin istediği her göreve sevk edecek, halka yönelik saldırılarda devlet mekanizmasını kullanmada asla tereddüt etmeyecek ancak rıza da üretebilecek, iradesiz bir ekibi hükümete taşımak istiyordu. Erdoğan ve AKP’yi iktidara taşıyan bu koşullardı. Nitekim daha 90’lı yıllardan itibaren RTE hâkim sınıflarca iktidar için hazırlandı. Daha seçilmemişken Beyaz Saray’da Bush’la görüşüp, onay alarak iktidara gelebildi.
Nitekim AKP, yıllar boyunca verilen görevleri başarı ile yerine getirerek, emperyalistlerin yüzünü kara çıkarmadı. Dış politikada emperyalistlere, en başta da ABD’ye uşaklıkta sınır tanımadı. Irak işgaline doğrudan katılmayı çok isteyip, iç dengeler nedeniyle katılamasa da ABD’ye her türlü desteği verdi. Afganistan işgaline ise doğrudan katılarak bu ülkenin yağmalamasında da suç ortaklığı yaptı. Yine AKP, özellikle ilk dönemlerinde bölgede ABD elçisi gibi çalıştı. Başta İran ve Suriye olmak üzere bölge ülkelerine ABD’nin mesajlarını taşıyor, onları ABD’ye biat etmeye zorluyordu. ABD’nin halk isyanlarının patlamasının ardından bölgede birtakım rejimleri devirmek adına harekete geçtiği süreçte de AKP çok kritik bir rol oynadı. ABD, bölgede Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak istiyordu ve AKP de bu örgütün sevk ve idaresinde efendisine yardımcı oldu. Libya ve Suriye’ye yönelik müdahalelerde bu ülkelerin karıştırılmasında aktif rol oynadı. İç politikada da benzer bir uşaklık tablosu yaşandı. AKP tam da emperyalistlerin ondan beklediği gibi neoliberal politikaları süratli bir şekilde hayata geçirdi. Tarımı ve köylülüğü tasfiye ederek ülkeyi bu alanda emperyalistlere tam bağımlı hale getirdi. Özelleştirmelerle “kamu” işletmelerini, mallarını yok pahasına emperyalistlere ve kompradorlara peşkeş çekti. AB ile yapılan “uyum anlaşmaları” ile ülkeyi AB’ye daha güçlü biçimde bağlı hale getirdi. Sermaye hareketlerinin önündeki her türlü engeli kaldırarak emperyalist sermayenin daha çok vurgun yapmasını sağladı. Esnek ve taşeron çalışmayı yaygınlaştırarak emekten yana kazanılmış hakların gaspına hız vererek, işçi sınıfını sadece daha da yoksullaşmasının önünü açmadı, aynı zamanda güvencesizliği yasalaştırıp hak arama süreçlerini bloke etti. AKP’li yıllar komprador burjuvazinin kâr oranlarının ve dolayısıyla da sömürünün zirve yaptığı bir dönem oldu. İçeride ve dışarıda bu saldırıları yürütürken dini söylemlerle ve imam hatiplerin, camilerin yaygınlaştırılması gibi birtakım icraatla halkın özellikle dini duyguları yüksek kesiminin rızasını üretebildi. En azından sessiz kalmalarını sağladı. Bu politikalara itiraz eden halk kesimlerine (başta da devrimci-demokrat ve yurtseverlere) karşı şiddetin her türlüsünü devreye soktu. İşçi grevleri yasaklandı, sendikal örgütler ağır bir baskı altına alındı. Devrimci yapılara, Kürtlere karşı yoğun bir fiziksel-siyasal imha saldırısı yürütüldü. Halkın çok geniş bir kesimi biber gazı ile, TOMA ile, mahkemeler ve hapishanelerle tanıştırıldı vb. Özcesi AKP kendisine verilen misyonu başarı ile yerine getirebildiği içindir ki yıllarca emperyalistlerin ve hâkim sınıfları arkasında tutabildi ve iktidarını koruyabildi.
(Devam Edecek…)