[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Erdoğan, cumhurbaşkanlığının 3. dönemini yaşıyor. Egemen sınıflara hizmet etmek için ortaya çıkan AKP ve onunla özdeşleşen Erdoğan 21 yıldır sömürü düzenin dümeninde yer alıyor. Ortaya çıkış hikâyesindeki “liderlik” imajı ise bugün hâlâ etkilidir. Özellikle zayıf iktidarların böylesi ikonları sürekli var olmuştur. 100 yıllık aksak Türkiye de bu ikonlarla yönetilmiştir. Bu karakterler her zorlu dönemde özellikle öne çıkarılırlar; çünkü iktidarların zayıflığı ve yönetmedeki acizlikleri ikona, mutlak bir otoriteye ihtiyacı artırır, mutlak baskı ve zorbalık kişide somutlaşır, aksayan sistem bir güç sembolüyle örtülür. Bu, bağımlı ülkelerin iktidarlarının en belirgin özelliğidir. Gelelim Erdoğan’a… Erdoğan, bu faşist rejimde en uzun süre ve kesintisiz “başkanlık” yapmış ve belli bir dönemin “nadide” figürü haline gelmiştir. Ülkenin bağımlı yapısına uyum göstermiş ve bürokrasi ağını da bu bağımlılığın gereklerine uygun dizayn ederek devlet geleneğine tam biat etmiştir. Erdoğan karşıtı kitlelerden duyduğumuz belki de en yoğun serzeniş şudur: “Eskiden böyle diyordu, şimdi ise tam tersi!” Erdoğan’ı özetleyen net bir tanım… Sistemin zayıflığında, yaşayabilmek adına doğasına uygun davranabilen bir mikroorganizma… Yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde iktidarlarda faşizm kalıcı ve süreğen bir biçimde zorbalığını en geniş halk kitlelerine kadar yayar. Bundandır ki tarihin bir yerinde sıkı dostluk kurduğu bir başka liderle ya da dostla gelecekte azılı düşman haline gelebilir. Bunu belirleyen şey daha baştan “atanmış” olduğu görevlerin ondan bekledikleridir. Bizimki gibi bağımlı ülkelerin iktidarları emperyalizm ile kurduğu ilişkide ne kadar uyumluysa yaşam bulması o kadar olasıdır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR UŞAKLIK
Cumhurbaşkanlığı seçiminin dönem olarak denk düştüğü süreç tartışılmaya muhtaçtır. Zira emperyalistler arası kamplaşmanın, işgallerin, isyanların, yoksulluğun vs. dünya gündeminde yoğunlukla yer aldığı bir dönemdi. Bu yoğunluk içerisinde gerçekleşen seçimlerin bu olgulardan bağımsız şekillenmesi mümkün değildir. Ekonomik kriz ve açmazlar kapitalist-emperyalist sistemin darboğazlarıdır. Bunalımlı durumlarda iktidarlar ya değişir ya da daha sert politikalarla varlığını sürdürür. Kapitalizmin ihtiyaçlarıyla tam uyumlu gelişmiş ulus-devlet modeli bunalımlı dönemlerin en uğrak noktasıdır. Neden? Zira daha merkezi, “bağımsızlıkçı”, ulusçu fikirler güçlü figürler yaratmanın en güçlü olanaklarını sunarlar ve bunlar ulus-devletin de temel argümanlarıdır.
Son yıllardaki demokratik talep içeren tüm eylemlerde baskının ve karşı devrimci şiddetin yoğun yaşandığını gördük. 2013 Gezi İsyanı ile birlikte karşı devrimci şiddet zemini genişlemeyi sürdürdü. Bu zorbalığın temsilcisi Erdoğan ve AKP idi. Temsil ettiği kliğin etrafında geleneksellikten de beslenen ve kontrol edilebilir bir geniş kitle de mevcut. Bu da Erdoğan ve AKP’ye medya aracılığıyla, gerektiğinde sokaklardaki başıboşları kullanarak ve devlete bağlı güçlerle kitleleri kontrol altında tutma şansı vermektedir. Başvurduğu dini ve milli söylemler de geniş halk kitlelerinde karşılık bulmaktadır. Ülkenin kurucu kodlarıyla restleşmeyen Erdoğan, terazinin iki kefesine de ağırlığını vermiştir. Bu haliyle geniş bir kitleyi konsolide edebilmektedir. Geniş kitlenin örgütsüz ve dağınık hali “Erdoğanvari” ikonların şansını yükseltmektedir. Son seçime damgasını vuran da bu olmuştur. AKP kitlesinde çatlaklar oluştuğu Erdoğan tarafından da dillendirilmiştir. Fakat hatırı sayılır bir kesimi hâlâ kontrol edebilen egemen klik seçim propagandasını bunun üzerine inşa etmiştir. Tüm bunlar olurken ülkedeki ekonomik kriz ve yoksulluk artışını sürdürüyor. Türkiye gibi bir pazarın oluşu emperyalistlerin iştahını her zaman diri tutar. Dümendeki iktidarın buna uygun dizaynı da her daim akışkandır. Erdoğan’da somutlaşan akışkan politikalar da bunun göstergesidir.
GÜÇLÜ GÖRÜNMENİN DAYANILMAZ ZORLUĞU
28 Mayıs günü Erdoğan’ın, Kısıklı’daki evinde başlayan ve ardından sarayda devam eden “hicivli” konuşmalarında hedefindeki kişi diğer klik temsilcisi Kılıçdaroğlu’ydu. Bir yandan “demokrasi” şöleninden söz ederken bir yandan da “idam” ve “cihat”tan bahsetmesi absürt bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Absürtlük iki zıttın bir aradalığıydı. Fakat bizimki gibi ülkelerde bu zıtlıklar normaldir. Bu kardeşliğin iki elini de bayağıdır tutmaktadır Erdoğan. Sözde anti emperyalist söylemlerle milliyetçi damarı ateşleyen Erdoğan, bir yandan da “demokrasi” dersi ile ülkenin pazarına davet çağrısı yapıyordu. Zira emperyalist şirketlerin “yatırıma olanaklı ülke tercihi” sürdürülebilir iktidar ve toplumsal denge için zorunludur. Evet, toplumsal dengenin özellikle emperyalizm lehine bir ölçüde kurulduğundan söz edebiliriz. Yüzde 52 ve yüzde 48’lik bir denge. İğne ipliğine bağlı bir denge olsa da sermayeye “güven” veriyor. Yıllardır bu dengede uzlaşmayı sağlayabilen Erdoğan, belki de son iktidar döneminde en acılı yıllarını yaşayacak. Bu yüzden olduğundan da daha “güçlü” görünmeye ihtiyacı var. Bu ihtiyacı karşılayacak bilindik argüman “savunma sanayii” gücüdür. Erdoğan her söyleminde buna özellikle başvurmuştur. Askeri gücüne bilindik övgüleri geniş halk kitleleri için hem güven hem de korku unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu da bizimki gibi ülkelerin zorba iktidarları için vazgeçilmez unsurdur.
EL PENÇE DİVAN MI?
Erdoğan 3 Haziran günü Ankara Çankaya Köşkü’nde “Göreve Başlama Töreni” adlı bir yemek verdi. Burjuva feodal basında süslenerek anlatılan bu yemekte Erdoğan’ı tebrike gelen birçok ülkeden temsilci bulunuyordu. 21 devlet başkanı, 13 başbakan ve diğer temsilciler… Sayının kalabalığı ve “devlet başkanı” statüsü burjuva feodal basın için iyi bir malzeme de yarattı. Kimdi bunlar? Kırgızistan, Gine, Azerbaycan, Bosna Hersek, Kosova, Somali, Güney Afrika ve diğerleri… Emperyalist efendilerin “tebriki” ise bir telefonlaydı. Ama Erdoğan’ın yaratmak istediği “güçlü lider” imajının pekişmesi için “görkemli” bir törene ihtiyacı vardı. Erdoğan böylece görece daha “güçlü” rolü üstlenerek bağımlı ülkeleri bir araya getirdi. Emperyalist efendilerine öykünen Türkiye için makul bir törendi. Efendilerinin sözünü daha güçlü iletmiş, uşaklık doğrultusunda daha iyi veya önemli görevlere hazır olduğunun mesajını vermiştir. Ortadoğu, Asya, Akdeniz, Karadeniz, Afrika gibi alanlarda rol almak istediğini coşkuyla dillendirmiştir. Daha iyi uşaklık için hem bu denge hem de bu “güçlü imaj” pazarlanmış ya da sunulmuştur. Devamlılık için görüntüye dayanan bir güç gösterisi sergilenmiştir. İkonu yaratmak ve güçlülüğü her koşulda aktarmak için burjuva feodal basın da üzerine düşen görevi yerine getirmiştir: Erdoğan’ı bir kez daha “dünya lideri” yapmışlardır.
Tüm bu taraflı seçim sürecinde burjuva feodal basın zaten “savunma sanayii, güçlü ekonomi, düşmanlarımız” üçgeninde propaganda yapmış ve geniş halk kitlelerinde “yönetilme talebinin” zeminini oluşturmuştu.
KİTLELERİN ESERİ
“Devrim kitlelerin eseridir.” Söylemini daha fazla kullanacağımız koşullardayız. Geniş halk kitlelerin örgütsüzlüğü yönetilme taleplerini sıcak tutar. Bu yönetilme talebi kitlelerin kendiliğinden hareketinden, burjuvazinin bireyci kültüründen ve feodal biat anlayışından ötürü daimidir. Bunlar aşılmadıkça yönetilme talebinin yönetme hırsına dönüşmesi olanaksızdır. Kitlelerin örgütsüzlüğünü kendi iktidarı için zorunlu gören egemen sınıflar kitlelerin örgütlü bir şekilde hareket etmesini veya bir araya gelişini engeller. Seçim dönemlerinde açığa çıkan ve üzerinde tam olarak ortaklaşılmış “demokrasi için sandığa gidin” çağrıları da örgütsüz kitlelerin onayına duyulan zorunlu ihtiyacın karşılanması içindir. “Kitlelerin kurtarıcısı” iktidarlar, seçim dönemlerinde “iktidarların kurtarıcısı kitlelerdir” şiarına sığınır ve bu yolla güçleri için onay dilenirler. Ülkenin en ücra köşesinde askeri gücüyle sandık koruyucusuna bürünür. Burjuva feodal medyasıyla kitlelerin “oy hakkı”nı kutsallaştırır. Tam bu kuşatma altında kitlelerin “kurtuluşu” sandıkta araması için etkin bir atmosfer yaratır.
Egemen sınıfların bu güçlü görünüşünün ardındaki zayıflığı örtbas etme çabası seçim dönemlerinde acizlik içinde açığa çıkar. Zayıf ekonomileri, istikrarsız iktidarları, yozlaşmış kültürleri daha fazla görünür. Faşist diktatörlük altında sandıktan çıkan sonuçlar kitlelerin tercihi değildir. Egemenler “ya sopa ya onay” mottosunu meydan meydan haykırmaktadır. İşçi ve köylüleri yönetilebilir katmanlar olarak düşünen egemen sınıflar bu dönemlerde “ya sopa ya onay”ı daha güçlü kullanır. Örgütlü güçlerden ve özellikle devrimci, demokrat, komünist güçlerden baskıyla yalıtılan kitlelerin kendiliğinden tercihlerine burjuvazi böylelikle daha hızlı sirayet eder.
Örgütlü güçlerle buluşabilen kitleler ise kurtuluşun ortak çıkarlarda olduğunu kavramakta zorlanmazlar. Dolayısıyla kitleler için zorbalık ve baskı üreten iktidarlar ancak örgütlü kitlelerin gücüyle yıkıma uğratılabilir. Sömürü sistemini yıkacak olan komünist yapının bu kesimlerle buluşması son derecede önemlidir. Kazanılmış haklarda, görece iyi yaşam koşullarında bu yapının etkisi vardır. Sonuç olarak, Erdoğan’a atfedilmeye çalışan “güçlü liderlik” vasfı da zayıflığının en net görünümüdür. Bu yüzden “devrim kitlelerin eseridir” şiarını daha güçlü anlatmak gerekmektedir.