Birleşmiş Milletler’in 29 Kasım 1947’de Filistin’in bölünmesini içeren 181 nolu kararı Mayıs 1948’de Siyonist bir devlet olan İsrail’in kuruluş ilanıyla fiilen hayata geçmiş oldu. İsrail’in kuruluş ilanı emperyalizmin, Ortadoğu’nun zenginliklerinin talanına işgal ederek oluşturduğu yeni bir devletle de bölgedeki varlığını ete kemiğe büründürmesi demekti. Emperyalizm bölgenin kalbine sapladığı bu bıçakla aynı zamanda kendine sağlam bir bölge karakolu kurmuş oldu. İsrail özellikle bu tarihten sonra ABD emperyalizmi tarafından ekonomik, siyasi ve askeri olarak sürekli desteklenmiştir.
Siyonizmin basit bir yurt özleminden çok öte, dinsel öğretilerden beslenen ancak içinde bulunduğumuz çağa ait olan başka halklarla birlikte yaşamayı reddeden, Nil’den Fırat’a uzanan sınırlarıyla büyük İsrail’i kurmayı hedefleyen faşist-ırkçı bir politik öğe olarak emperyalizmin Ortadoğu’ya dönük planlarına yoğunluk taşımasıyla da Belfour deklarasyonundan bugüne emperyalizmin her dönem açık desteğini alan bir yerde durmaktadır.
Nitekim emperyalizmin 2.Paylaşım Savaşı dönemine kadar Filistin’de İngiliz emperyalistlerinin planı işletilirken savaş ve sonraki süreçte bölgede artan etkinliğiyle birlikte ABD emperyalizminin planları doğrultusunda ilerlendi. 14 Mayıs 1948’de Filistin topraklarının büyük bölümü gasp edilerek kuruluşu ilan edildi. Filistin’i kendi topraklarına dahil etmek ve İsrail’i kendileri için bir tehdit olarak gören Arap devletleri İsrail’e savaş açmış ancak bir müddet sonra bu savaşta (1.Arap-İsrail Savaşı) Filistin’li direnişçiler emperyalizmin işbirlikçisi ve hizmetkarı durumundaki bu iktidarlarca yalnız bırakılmış, savaş sonrası işgal edilen Filistin topraklarının oranı %77’ye çıkmıştır.
1956 2.Arap-İsrail savaşı İsrail’in bölgeye yerleşmesini getirmişti. Haziran 1967 2.Arap-İsrail ise Arap devletlerinin tam bir yenilgisiyle sonuçlanarak 416 bin Filistin’li yeni mülteci dalgası ortaya çıkmış, Siyonistler işgal ettikleri toprakların sınırlarını iyice genişletmiştir. Ayrıca işgal ettikleri topraklara Yahudi yerleşim birimleri kuran Siyonistler buraları Yahudileştirme, işgali bu yanıyla da sağlama alma politikasını uygulamaya başladılar. 1973’de İsrail’in Beyrut’a saldırısıyla başlayan 2.Arap-İsrail savaşı ise iniş çıkışlarıyla 1982 yılına kadar devam etti. Bu savaş sonunda İsrail’in hiçbir zaman uygulamadığı ama FKÖ’nün Lübnan’ı terk ettiği ve dağılma sürecine girdiği bir anlaşma imzalanarak sona erdi.
1948’de ve öncesinde Siyonistler büyük katliamlar gerçekleştirerek içlerinde kadın, çocuk ve yaşlıların da olduğu binlerce insanı katletti. Ancak Filistin direniş tarihinde Filistin halkına karşı işlenen suçların ortakları ya da bire bir sorumluları arasında emperyalist ve Siyonist İsrail olduğu kadar gerici Arap rejimleri de yer alır.
1948-1967 yılları arasında İsrail işgali dışında kalan toprakları paylaşma derdine düşen bu gerici yönetimler on binlerce Filistinlinin kanını ellerine bulaştırmıştır. Ürdün bu dönemin baş aktörlerindendir. Sadece 1970 yılında Kral Hüseyin Filistin mülteci kamplarında giriştiği katliamlarda(Kara Eylül) yaklaşık 30 bin kişi yaşamını yitirdi. 1976 yılında bu defa katliamın adresi Lübnan idi.(Tel-Zaatar katliamı 1982’de Şabra-Şatilla mülteci kampları ve binlerce ölü, sürgün) On yıllardır süren direniş ve Siyonizmin kesintisiz işgal ve katliam politikasını, yarattığı terörü de eklemeyi unutmamak gerekir. 80’li 90’lı ve 2000’li yıllardan bu yana da hem emperyalizm hem Siyonist İsrail hem de bölgedeki işbirlikçilerinin bu tutumlarında olumlu anlamda bir değişim yaşanmadı.
Filistin direniş tarihi öncesini bir kenara bırakırsak Siyonist işgal kadar eskidir. Özetlemek bile sayfalar alır. Konunun özü bütün bu direniş tarihi boyunca emperyalizmin ve yerel işbirlikçilerinin Filistin halkının ve direnişinin karşısında yer almalarıdır. Filistin halkının akan her damla kanındaki gözyaşı, acı ve trajedisine bu devletler ortaktır.
Şimdi bugün Trump’un ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararına karşı bu işbirlikçi devletlerin kopardıkları yaygaraya bakıp bölge ve Filistin halkının bu sahtekârlığa inanmalarına beklemeleri ikiyüzlülüğün dibe vurmuş halidir. TC bu noktada en fazla öne çıkan devletlerden biridir. TC’nin Siyonist İsrail’le ilişkilenişi 1950’lerin ikinci yarısından itibaren stratejik bir hal almaya başlamıştır. 1990’lı yıllarda zirve yapmıştır. AKP döneminde ise TC Filistin’in hamiliğine soyunarak sahtekârlıkta dibe vurmuş, Mavi Marmara vb. olaylarla bütün pulları dökülse de oralı olmamıştır. Filistin halkına dönük Siyonist saldırı ve katliamlar, toprak işgalleri vs. artarak devam etmesine rağmen TC açısından söylem dışında ciddiye alınacak bir tavır geliştirilmemiş, ticaret dört kat arttırılmış, İsrail ile yapılacak yeni anlaşmaların çıkar ortaklıklarının peşine düşülmüştür. Üstelik Trump’un ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararına karşı Erdoğan naralar atarak İslam İşbirliği Teşkilatı’nı toplamış ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğuna dair karar çıkartarak Batı Kudüs’ün Siyonist İsrail tarafından işgalini kabul edip meşrulaştıracak bir kararın altına kendi gibi halk düşmanı devlet iktidarlarıyla birlikte imza atmıştır. Bu da tarihi bir karar olarak ülkemiz ve dünya halklarına yutturulmaya çalışılmıştır.
Trump’un ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması kararına gelirsek, bu karar öncelikli olarak ne ABD ne de Siyonist İsrail’in gündeminde bırakalım barışı yine emperyalist bir çözüm olan iki devletli çözümün de olmadığının açık ilanıdır. Hedef Filistin’in bir bütün işgalidir. Bununla birlikte bu karar ABD’nin 70 yıllık Filistin politikasında yeni olmayan fakat bölgedeki şiddet sarmalını derinleştirecek bir adım olması boyutuyla da tehlikelidir.
İsrail Kudüs’ün batısını 1948’de, doğusunu ise 1967’de işgal etmişti. 1980’de de Kudüs’ü başkenti ilan etmiş. Ancak uluslar arası alanda kabul görmediği için uygulamaya sokamamıştı. Buna karşın 2002’de Yaser Arafat’ın Kudüs’ü Filistin’in ebedi başkenti olarak tanıyan bir yasayı imzalaması Filistin yönetimi tarafından yapılan bir hamle oldu.
ABD’nin Kudüs’e büyükelçilik açma kararı ise Trump’dan çok önce 1995’de Bill Clinton döneminde çıkarılan “Büyük Elçilik Yasası”na dayanır. Ulusal güvenlik gerekçesiyle sürekli ertelenip Trump dönemine kadar uygulanmayan kararın bu dönem güncellenerek pratiğe geçirilmesi hedeflenir. Belli ki Bill Clinton döneminden bu yana uygulama koşulu olmayan karar gerek Filistin Ulusal Kurtuluş mücadelesinin içinde bulunduğu durum, bölgedeki genel konjonktür emperyalizmin kaosu esas alan bölgedeki siyaset tarzı birleştiğinde Trump yönetimince bu defa “uygulanabilir” bir plan olarak değerlendiriliyor.
Trump’un bu adımı atmasındaki en önemli etkenlerden biri olarak iç politikada yaşadığı tıkanıklık, iktidarı ile bağlantılı soruşturmalar nedeniyle yaşadığı sıkıntılarda Siyonistlerin desteğini sağlamak için attığı söylense de esasında bu karar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABD’nin 70 yıllık Filistin politikasıyla yani Siyonizme verdiği destekle uyumlu olduğu kadar bugün Ortadoğu’nun içinde bulunduğu siyasal ve askeri durumuna karşı ABD’nin izlemiş olduğu politikalar ile uyum içindedir. Bu yanı ile ABD tutarlı bir politika izlemektedir. Dolayısı ile dün olduğu gibi bugün de Siyonizme verdiği desteği hem ekonomik, hem askeri, hem de siyasi olarak sürdürecektir. Bu onun emperyalist karakteri gereği doğasına uygundur. Tıpkı TC’nin dâhil olduğu halk düşmanı gerici bölge devletlerinin Filistin halkına ya da onun mücadelesine karşı göstermiş oldukları ikiyüzlü ve düşmanca tavırları gibi.
Bütün bu koşullar altında Filistin halkının özgürlüğünün reformist, uzlaşmacı ve işbirlikçi önderliklerle mümkün olmadığı hepimizin mâlumu. Bu görev en başta Filistin ve bölgenin devrimci, komünist partilerinin omzundadır. Bölgede geliştirilecek anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesi ve bölge halklarının Filistin halkıyla dayanışması sağlanmaktadır. Tek devletli eşit ve özgür bir Filistin’i yaratmak ancak bu yolla mümkündür.