Birçok saldırı ve toplumsal çelişkinin üst üste etki yaptığı bir süreçten geçiyoruz. Yıkıcı ve talan edici bir özellik gösteren bu sorun ve çelişkiler, halkın maruz kaldığı sömürü ve saldırılar üzerinden yükseliyor. Fakat tartışma ve yönelimler yine düzen içinde ve hâkim sınıf kliklerin siyasi özneliği çerçevesinde tutulmak isteniyor. Hâkim sınıflar nezdinde iktidardaki kliklerin hemen her bakımdan yönetme kabiliyetini yitirerek daha fazla tepki toplaması ve kitle desteğini yitirmesi, bu süreci tanımlayan ana yönlerden birini oluşturuyor. Bununla paralel diğer yönü ise düzen içinde bir alternatifin geliştirilmesi, bunun siyasi bileşiminin ve kitle desteğinin şekillendirilmesi oluşturuyor. AKP-MHP, halka ve hatta düzen içindeki rakiplerine dahi faşist saldırganlık, yıkım, çıplak baskı ve katliam politikasının işaretlerini veriyor. Bir anlamda resmi ve gayri-resmi zor gücüyle düzen içi ve düzen dışı muhaliflerini bu düzleme çekmeye, aleyhine oluşan toplumsal ve politik atmosferi dağıtmaya çalışıyor. Muhalefetteki faşist klikler ise ‘barışçıl’ bir iktidar değişimi için ortaya çıkan sorun ve çelişkilerden beslenmekle yetinerek zaman kollamaya çalışıyor. Bu zaman kollamanın bir ayağında seçim vurgusu diğer ayağında ise çatışmaya girmeme ve halkta oluşabilecek tepkisel hareketleri dizginleme tavrı öne çıkıyor.
İktidardaki ve muhalefetteki klikler nezdinde atılan her adımın emperyalist efendilerine etki etme eğilimi ağır basıyor. İktidardaki klikler ‘dışarıda’ emperyalistlere daha fazla taviz; onların çıkarları için askeri ve politik pozisyon alma tutumunu geliştirirken ‘içeride’ ise hâkimiyet ve güç gösterisi ile halen devam edebileceğinin işaretlerini vermek istiyor. Muhalefetteki klikler ise derinleşen ekonomik sorunları ve toplumsal çelişkileri işaret ederek yine hükümetin yönetememe halini ve siyasi çatlaklarını ileri sürerek emperyalist efendileri için kendini alternatif haline getirmeye çalışıyor. Bu rekabette emperyalistler nezdinde şimdilik çok belirgin bir eğilim kendini göstermiş olmasa da iktidardaki kliğin benimsediği yönelimin toplumsal çelişkileri ve içine girdiği krizi derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmayacağı söylenebilir. Muhalefetteki kliklerin siyasi bakımdan ‘pasif’ tutumlarının ise dengeleri kendi lehine dönüştürmedeki etkisi belirsizliğini korumaya devam ediyor. Sedat Peker’in yarattığı tartışmalar örneğinde olduğu gibi bu kliklere yönelik doğrudan ve dolaylı destekler artsa da henüz taşlar tam anlamıyla dizilmiş ve bayraklar çekilmiş değil.
Bu durumda hâkim sınıflardan ziyade halktaki eğilim ve hareketler daha önem kazanmakta ve yukarıda bahsi geçen tabloyu da belirleyecek özellikler göstermektedir. Ülkedeki hâkim siyaset tablosunu sürekli takip etmekle birlikte biz komünistlerin gündemini asıl olarak halkın siyaseti, halk için belirleyeceğimiz siyaset oluşturmalıdır. Çünkü düzen siyaseti; geniş halk kitlelerini, Kürtleri, kadınları ve ezilen tüm kesimleri bu iki faşist seçenek arasına sıkıştırmış durumdadır. Kitleler nezdinde bir tarafta çıkar-fayda ilişkileri, şovenizm ve ‘korku’ ile kitleleri kontrol etmeye çalışan bir iktidar bloğu diğer tarafta ise yönetimdeki bu “kötü”ye karşı kendini tek seçenek olarak gösteren muhalif kliklerin kuşatması söz konusudur. Toplumda öne çıkan demokratik hareket ve gruplar üzerinden yürütülen çalışma ve propagandalara baktığımızda bu sıkıştırılmışlık durumunu daha iyi görebiliriz. İşçi sınıfı ve sendikal alanda henüz etkili bir değişim yaratmasa da ‘iktidar değişimi’ olasılığına karşı bir dizayn ve bekleyiş süreci işletilmekte; Aleviler ve Alevi kurumları nezdinde AKP ve MHP’nin kötülükleri üzerinden hareketi CHP ve İyi Parti’ye -aynı zamanda devlete- bağlama politikaları işletilmekte; Kürtler nezdinde ise seçim ve ittifak tartışmaları ekseninde bir oyalama ve yedekleme siyaseti işletilmektedir. Bu siyasi amaçları kadınlar, gençler, köylüler gibi diğer toplumsal tabakalar için de söyleyebiliriz. AKP-MHP ya da CHP-İyi Parti arasında bir tercihe yanaşmayan başta komünist ve devrimciler olmak üzere asıl muhalif kesimler ise iki yönden bir baskı ve tasfiye politikasının hedefi haline getirilerek etkisizleştirilmeye çalışıyor. Halkın ve devrimci-demokratik kesimlerin bu sıkıştırılmışlığının kırılması gerekmektedir. Bu nedenle de halktaki sorun ve çelişkilere dayalı bir mücadelenin yollarının geliştirilmesi, söz konusu demokratik hareket ve kurumlara yönelik siyasi müdahalelerin arttırılması zorunludur.
Birbiriyle bağlantılı değilmiş gibi gözükse de hemen her alanda sorun ve krizler büyümekte, halkta bir birikim ve politik atmosfer yaratmaktadır. Ekonomik kriz, pandemi, aşı, açlık-yoksulluk, zamlar, yasaklar, gözaltı ve tutuklamalara dayalı ağır sürecin ‘olağan’ bir seyir izlediği koşullar yeni gündem ve gelişmelerle daha da ağırlaşmış durumdadır. Bunlardan biri şovenist kışkırtmalarla Kürt halkına yönelik saldırı ve katliamların artırılmasıdır. Doğrudan devlet eliyle ve geçmişte yaşandığı gibi bombalı katliamlar biçimden olmasa da bu katliamlarda devletin ve onu yöneten güçlerin arka plandaki rolü ayan beyan görülmektedir. “İklim krizi, kuraklık ve çevre felaketleri” diyerek genelleştirilmeye çalışılsa da iktidarın tarım, köylülük ve çevre üzerindeki yıkım ve talan politikaları bu alanlarda artık kendini üretemez bir tabloyu ortaya çıkarmıştır. Dün daha müsilaj sorunu gündemdeyken bugün seller ve orman yangınlarıyla daha da büyüyen yıkım, sadece o bölgelerdeki halk nezdinde değil tüm toplum nezdinde siyasi bir atmosferi tetiklemekte ve “toplumsal patlama” koşullarına evrilmektedir. Orman yangınlarında Kürtlerin hedef haline getirilmesi, yangın söndürmeye giden gönüllülere saldırılar gerçekleştirilmesi, özellikle Ege ve Akdeniz’deki yangınlarda “CHP’li belediyeler”in tartıştırılması da göstermektedir ki iktidardaki güç yaşanan her bir olayın siyasi sonuçlarını görmekte ve bu siyasi sonuçları manipüle etmeye, farklı zeminde bir çatışmaya sürüklemeye çalışmaktadır.
Bu “çatışma” politikası üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Sanıldığı veya muhalefetteki klik tarafından propaganda edildiği gibi iktidardaki güçler zorunlu kalmadıkça toplumsal bir çatışma konusunda çok istekli ve cesaretli değillerdir. Böyle bir çatışmanın iktidarlarının sonunu hızlandırabileceğini çok iyi bilmektedirler. Onların asıl istediği, çeşitli çatışmalara ön ayak olmak zorunlu bile olsa, silahlı çatışma ve katliam korkusunu diri tutmak, bu yolla halkı ve siyasi muhaliflerini dizginlemektir. Hükümet güçlerinin asıl eğilimi şu şekilde tarif edilebilir; kendi kurduğu ve kontrol edebildiği düzlemde gerginlik ve çatışmaların yaşanması, bu sayede siyasi inisiyatifin elde tutulması ve oluşabilecek yeni koşullar içerisinde siyasi olarak atıl durumdaki muhalefetin geriletilmesi… Ancak yine de bu sürecin hiç de düşünüldüğü gibi yürümeyebileceğini; hemen her kesim için riskler ve belirsizlikler barındırdığını biliyoruz. İşte komünistlere ve devrimci-demokratik güçlere düşen misyon da kendini burada göstermektedir. Kendi savunma taktikleri içerisinde fakat riskten kaçınmaksızın söz konusu dengeleri değiştirmek ve belirsizliklere hapsedilmiş koşulları şekillendirmek, halk güçlerinin önünde tarihsel bir sorumluluk olarak durmaktadır.
Bu sorumluluk yerine getirilirken iki şey üzerinde özellikle durulmalıdır. Bunlardan birincisi; iktidardaki veya muhalefetteki hâkim sınıf kliklerinin kurduğu düzlemin dışına çıkılabilmeli ve politik savaşım sınıf çelişkilerinin, halkın ve ezilen tüm kesimlerin talepleri üzerine kurulabilmelidir. Hâkim sınıfların şekillendirdiği siyasi kimlik ve çatışmaların değil halkın mücadelesinin bir parçası, öncüsü olunmalıdır. İkinci olarak; sadece devletin zor gücüyle değil faşist güruhlar üzerinden de gerçekleştirilen silahlı saldırı ve katliam politikalarına karşı aktif bir savunma gerçekleştirilmeli; halkın her bakımdan kendini savunmasının ve faşizme karşı silahlanmasının koşulları örgütlenmelidir. Devlet desteğiyle Konya’da ve birçok yerde Kürt ailelere katliam gerçekleştiren, yangın bölgelerinde silahlı bir biçimde yol kesen ve kimlik kontrolü yapan güruhlar ve Ankara’da Suriyeli mültecilere yapılan organize saldırı hafızamızı ve deneyimlerimizi tazelemeli, bu siyasi atmosfer ve çatışmanın nasıl bir boyuta taşınacağı öngörülmelidir. Bu noktada siyasi açıdan sergilenecek her pasif ve kendiliğindenci tutum, halk ve devrimci-demokratik güçler nezdinde büyük bedellere dönüşecek, faşist devlete ve faşist kitlelere cesaret kazandıracaktır. Bu nedenle halktan yana hiçbir güç, “ılımlı” iklim arayışına girmemeli, bu yöndeki propagandalara aldanmamalı ve saldırılar karşısında bedel ödemeyi değil bedel ödetmeyi esas alan bir çizgi geliştirmelidir.