Mağaranın önünden havalanıp, yükseklere doğru kanat çırpan parmak kuşunun ardından baktı bir süre. Muhtemelen soğuk, parmak kuşunun da nefesini yakıyor, diye düşündü. Güneş bile sonbaharın bıçak kesiği soğuğuna güç yetiremiyordu. Gerillanın soğuğa çarpan nefesi, buhar olup mavi göğe yükseliyordu, renksiz.
Mağaranın koyu karanlık girişinde yere sıfır uzanmış; ara sıra kafasını aydınlığa çıkarıyor, yamaç aşağılara, yan taraflarına bakınıyor, geri geri sürünerek yerine dönüyordu. Elindeki topçu dürbünü ile araziye zibil gibi yayılmış düşmanı izliyordu. Bugün, düşmanın arazideki üçüncü günüydü. Bir şey yapamamak, operasyon ve soğuk.
Oysa daha aşağılarda bir yerlerde sessiz, soğuk aktığını biliyordu Tağar’ın. Yakın bir yerlerde yoldaşlarının da kendisi gibi mevzilenmiş düşmanı gözetlediklerini de… Kim bilir, giderek ayrıntılara dokunan düşman belki de yoldaşlarına yakınlaşıyordu. Daha kötüsünü aklına getirmek istemedi. Tekrar soğuğu hatırladı.
Soğuk! Gövdesinin üzerine geçirdiği mont, kazak, içlik… Bacaklarına geçirdiği içlik ve şalvar… Beline dolanan şûtik, ayaklarında iki çift çorap, ellerinde iki kat eldiven kafasındaki bere… Hiçbiri soğuğa kâr etmiyordu.
Yetmiyormuş gibi bir de su soğuktan beter. Kayalara konmuş toz, gerillanın her hareketinde uçuşuyor, ağız içine doluşarak susuzluğunu katmerleştiriyor. Altı kişiydiler ve operasyonun ikinci gününe başlarken suları bitmişti. Aşağıda Tağar avuç avuç akıyordu, onlar ise susuz. Her öğünde de salamura peyniri olmasaydı bari. Safi tuz. Yıkayıp az da olsa tuzunu alabilseydiler neyse… Su sanki damarlarından akıyor gelip beynine yerleşiyordu. Merak, soğuk ama ille de su. Su başkaydı aşağıda Tağar ağız dolusuydu.
Biraz öne doğru sürünüp yakınlarına baktı tekrar yerine döndü karşıda dağın yamacından mor bir duman yükseliyordu. Dağ susmuş öylece duruyordu. Dağdan yana ne ses ne bir seda, bağrında tüten duman kendi göğsünde yanmıyormuş gibi; niye bir yerlere çekip gitmiyor ya da yakanların üzerine devrilip yıkılmıyordu. Öyle durmuş, dikiliyor bağrında yangın… Dağda ses seda yok oysa kalabalık dağın her yerini mermilerle delik deşik ediyor, bombalarla çukurlar açıyor. Yetmiyor ellerindeki kibritlerle onu nefessiz bırakıyorlar.
Aşti suyu gelip Tağar’la buluşuyordu. Gerilla bu buluşmayı göremese de iyi biliyordu. Avucunun içi gibi hem de. Kulağı Tağar’a gitti, çok derinden uğultusu geliyordu. Akıp gidiyordu, yine öyle, kesin.
Kıyısında telaşlı mermilerle koşuşturup duruyorlar; çarpıyor, sekiyor, saplanıyor, sıyırıyor, vınlayıp duruyorlardı. Hep öyle telaşlı aralıksız, boşluk bırakmadan… Mermiler gerillanın gizlendiği mağaranın bulunduğu derenin Tağar’a kavuştuğu yerde kalabalıklaşmışlardı. Sesleri dereden yükseliyor, yayılıyor, bir yerlere çarpıp dönüyor, kulağının içine doluşuyorlardı. Mermi ve bomba sesleri gerillayı ısıtıyor, Tağar ise her şeye rağmen akıp gidiyordu. Aşti deresi de öyle, kesin… Mermi sesleri, seslerini bastıramıyor, kalabalık onları durduramıyordu. Dağ öylece durmuş, onlar konuşuyor, haykırıyor, coşuyor, akıp gidiyorlar. Evet evet dağın yerine onlar konuşuyordu kesin böyleydi. Yani doğa haksızlığın karşısında boyun bükmüyor, sırt çevirip çekip gitmiyordu. Susmuyordu da. Ta yüreğinden çıkıp gelen Aşti deresi haykırıyordu. Hani insanın yüreğinden bir şeyler doldura doldura gelir ya boğazına; bütün vücudu dolar insanın, ısınır, titrer, aynı öyle… Dağın dili Aşti Deresi’ydi. Bu kesin böyleydi…
Epeydir dağlarda yaşıyordu ve birçok dağ görmüştü. Hepsi de yeryüzündeki haksızlıkların böğrüne bir hançer gibi saplanmış, öyle dimdik duruyorlardı. Onların dili kesinkes yüreklerinde kaynayıp gelen nehirlerdir. Bu böyleydi… Şimdi karşısında görünen dağın bağrında tüten yangına dağ sessiz değildi. Çekip gitmiyordu da öyle dimdik duruyordu. Konuşuyordu Aşti Deresi… Evet evet dağların dili nehirlerdi, bu böyleydi…
Gerilla iyiden iyiye ısınmıştı. Mermi ve bomba sesleri kat kat elbisenin yetmediğine yetiyordu. Güneşin alt edemediği soğuğu alt ediyordu. Bir garip duygu, karışık, telaşlı, korkulu… Gerillanın kanını hareketlendiriyor, ısıtıyordu işte. İlkin böyle bir etki yaratıyordu sesler fakat mermilerin telaşı bu etkiyi tersine çeviriyor gitgide. Ayrıntılara dokunan düşman her dokunuşunda onlarca mermi yakıyor. Düşmanın bu telaşı gerillayı rahatlatıyor, ağzının kenarına muzip ve emin bir gülümseme gelip konuyordu. Korkuyorlar, kesin…
Yoldaş sıcaklığı hiç abartısız! Komiser yoldaş haberleri dinliyor. Aliboğazı’ndaki operasyonda terörist ölü ele geçirilmiş. Beş piyade tüfeği çok sayıda yaşam malzemesi. Doğru mu? Yanlış mı? Doğru olabilir, operasyonun üçüncü günü. Düşman iyice yerleşti. İki gündür yoldaşların olduğu taraftalar, dün akşama doğru ellerinde sarı torbalarla yukarı çıkıyorlardı. Burası da ne lanet yer düşman hareketlerine tam hâkim olamamak. Tuzlu peynir, bir lokma ekmek, mecbur. Her an her şey olabilir. Boş su bidonu… Su!
Beş ölü yalan olabilir. Ya doğruysa? Bir şey yapamamak, haber alamamak. Sadece tahmin ve temenni… Böylesi anları hiç sevmiyor. En iyi çözümü düşünmemek oluyor. Aksi takdirde parça parça kemiriyor düşünceler. Baharda Sinanlar şehit düştüğünde de böyle olmuştu. Sinan deyince aklım dağa gitti, yine…
Bu sene, o dağları aşarken aklına hep Sinan düşmüştü, Sinan’ı dağlara benzetmişti. Sessizdi Sinan da, dağlar gibi… Haksızlığın, çarpıklığın, bozukluğun karşısında dikilir dururdu Sinan, gitmezdi. Boyun bükmezdi. Şimdi karşısında bağrı yakılan dağ nasıl çekip gitmiyorsa öyle dimdik duruyorsa Sinan da öyle, kesin. Dağdı Sinan.
Dağdan yükselen mor dumanların maviye yükseldiği yerde Sinan’ı görür oldum. Yine öyle dağ gibi gülümsüyordu. İnsanı kendine çekiyor, parlak siyah gözlerindeki gülümseme. Sarıyordu, ısıtıyordu dağ gibi. Hani bir dağın karşısında durur da heybetinden ürker ya insan, korkmaz ama. Aksine dağı sarar, içine çeker. Tutamaz kendini. İnsan dokunmak ister dağa, daha içlerine doğru ilerlemek ister, daha yakın olmak ister, merak eder dağı, dağın ardını, aynı öyle… Sinan’la ilk karşılaştığı anı düşündü, abartmıyor. Aynı böyle hissetmişti. Daha fazla ikna oluyordu. Evet evet Sinan dağdı.
İşte Sinan gelip durmuştu, dumanların maviye değdiği yerde, gitmiyordu. Kocaman kara gözlerindeki gülümseme silinmemişti. Resmi tamamlamaya çalıştı. Esmer yüzünde bembeyaz dişleri parıldıyor, zayıf bedeni uzuyor, ince elleri büyüyor. Zayıf gövdesine ters olarak güçlüydü Sinan. Çalışkan, yorulmaz, bu kadar enerji ve gücü nereden alıyordu, o zayıf bedene o güç nereden doluyordu? Kuşkusuz inançlıydı Sinan ve inancı dolduruyordu gücü zayıf bedenine, ortaya sağlam bir irade çıkartıyordu. Bir de aşağıdaki yaşamında yoksulluğu tanıyor oluşu, onu yaşamış olması ve kendisi gibi kara kuru yoksulları canı gönülden seviyor oluşu. Sanırım bunun nedenleri bunlar olsa gerek. Evet evet! Sinan da aynı bu dağ ve öteki dağlar gibi kocaman güçlüydü. Sinan dağdı. İşte nasıl, şu karşıki dağ çekip gitmiyorsa, Sinan da çekip gitmiyorsa, Sinan da dumanın maviye değdiği yerde durmuş öylece çekip gitmiyor. İnada inat… Sinan bir kere yapacağım dedi mi yapardı. Nasıl ki inandığı düşünceler uğruna gözünü budaktan esirgemediyse, aynen öyle. Sadece konuşmaz, konuştuğunu yapar. Aynen de böyle. Durmuş gitmiyor Sinan, esmer Sinan. Düşünceleri de kimliği de teni gibi esmerdi. Belki bu yüzden insan kendini Sinan’ın yanında o kadar rahat hissederdi, bir dağa sırt vermiş gibi güvenli.
İnsan bilirdi, sırtından hançerle vurulmaz; arkadan iş çevrilmez, yarı yolda terk edilmez, yalan konuşulmaz. Bir kere yola çıkılmışsa o yol yürünecek. İnsandı Sinan, nasılsa öyle. Doğruya doğru; yanlışa yanlış. İnsandı Sinan. Gözlerinin ferinden belliydi bu. Kocaman yüreği gözlerinden taşıyordu. Nasıl, şu dağın yüreği içine sığmıyor, kaynayıp kabarıyor ve çatlatıp dağı köpürürcesine taşıp akıyor ve hiçbir şey durduramıyor onu, tıpkı öyle. Sade görünürdü Sinan, bir dağ gibi. Dağa da bakınca öyle görünür. Dikliği dik değilmiş gibi, çıkması kolay olur diye düşünür insan. Ayrıntıları kendini belli etmez. Yaklaştıkça, dokundukça, dolandıkça, tırmandıkça tanır dağı insan, tıpkı Sinan gibi. Fedakârdı Sinan tıpkı dağ gibi, dağı, ağacı, çiçeği emzirir. Kurdu, kuşu besler. Taşla yosunu yeşertir. Sinan yoldaşlarını gözetir, bir iş, bir zorluk varsa; “önce ben” der. Kendi yapabileceği işi başkasına yaptırmaz.
Sinan gülümsüyordu gerillaya, öyle durmuş dumanın maviye değdiği yerde. Neden sonra Sinan’la birlikte şehit düşen Rıza geldi aklına. Bunu gayet doğal karşıladı. Bu durum ikisi şehit düşmeden önce de böyleydi. Sinan’dan bahsedildiği yerde Rıza mutlaka akla gelirdi ya da tam tersi. “Rıza” dedi kendi kendine… Şimdi yanında olsa söyler dururdu, “Şunlara bak nasıl da yakıyorlar. Bunlar da hiç mi Allah, kitap korkusu yok bawemin.” Dur Rıza, sabırsız Rıza.
Rıza da Sinan gibi. Sinan, nasıl bir yanlışın veyahut haksızlığın karşısında dağ gibi dikilir durursa Rıza da bir o kadar konuşur haksızlığın karşısında. Şu Aşti suyu nasıl konuşuyorsa öyle. Rıza’nın fark ettiği ya da doğru olsun- olmasın hissettiği haksızlık göz ardı edilemez. Ya çözülecek ya da çözecek. Nasıl bir kaynak suyu, kaynağında duruysa; Rıza da öyle. Birçok şeyin karşısında gözlerini tutamayıp fal taşı gibi açması, ağzını açıkta unutması belki de bundandır.
Kocaman bir vicdandır Rıza. Sesinin yanık yanık titremesi boşuna olamazdı. Rıza da gelip Sinan’ın durduğu yerde durdu, dumanın maviye değdiği yerde. Ne de iyi anlaşıyorlardı. Sinan ile Rıza’nın bu kadar iyi anlaşmaları da tesadüf olamazdı. Kim bilir Sinan’ın rahat dillendiremediğini Rıza dillendiriyordu belki de. Bakışları, düşünceleri, duyguları benzerdi ki iyi anlaşırlardı. Evet evet… Rıza, Sinan’ın dili olmalıydı. Sinan dağ ise Rıza dağın yüreğinden fışkıran, dökülen, akan kimi zaman coşan kimi zaman durulan kimi zaman genişleyip kimi zaman daralan diliydi, nehirdi. Demek bir nehir nasılsa Rıza da öyleydi. Bir nehir nasıl karşısındaki engele takılmaz, önce biraz dolar sonrasında ya yana meyil edip dolanır geçer ya da aşıp geçer ama her iki durumda da önce engele değer, Rıza da öyleydi hayat karşısında. Sorularla dolar engel gördüğünün karşısında ve engele dokunur önce. Sorularla dolan, sorularla dokunan ve dürüst cevaplar veren insan Rıza. Ki insan olmanın temel özelliklerinden biri değil mi soru sormak ve sorulan sorulara dürüst cevaplar vermek. Demek devrimci insan oluşu da bulup verdiği cevaplarla harekete geçmiş olduğundan.
Dağ ile nehir; Sinan ve Rıza demek boşuna olamazdı. Evet evet ikisi için yapılacak en güzel benzetme bu olurdu. Dağ ile nehir; Sinan ile Rıza. Tesadüf değildi ikisinin birlikte şahadetleri. Komutan yoldaşın grubu savunmak için ikisini görevlendirmesi; ikisinin görevlerini tereddütsüz yerine getirmeleri. Gerilla ikisine dair düşüncelerini doğrulamak istercesine bilinçaltında dolanıp durdu, dışarda mermiler vınlamaya devam ediyordu. Hep aynı telaş, aynı heyecanla. Göğe gıdım gıdım doluşan bulutlar. Bu sonbaharda farklı alandan gördükleri yoldaşların anlattıklarını anımsadı. Onlardan, köylülerden ve milis yoldaşlardan duymuşlardı. Düşmanın yayınladığı bir resimde Rıza sırtını ağaca vermiş, Sinan Rıza’nın uzanan bacaklarına başını koymuş. Gerilla bu resmin gerçekliği üzerinde durmadı. Bu bir abartı olabilirdi. Eğer Sinan’ın yarası daha ağırsa Rıza onu bacaklarının üzerine uzatmış elini başında gezdirmişti kuşkusuz. Kendi yarasını unutmuş, Sinan’a bir çare arıyordur. Aynısını Sinan’da yapardı kesin. İki safi yürek o atmosferde bunu rahatlıkla yapabilirdi. İkisi de görevlerini yerine getirmişti tereddütsüz. Evet ikisinin son anları böyle olabilirdi. “Abartıyor muyum” diye düşündü hayır hayır abartmıyordu.
Yaklaşan ayak sesleri, gerillayı tozun ve soğuğun içine geri getirdi. İçeriden gelen yoldaş bir şey olup olmadığını sordu. Bir şey olmadığını söylediler. “Haberlerde yeni bir şey var mı?” diye sordular. İçeriden gelen yoldaş operasyonun devam ettiğini, üç ölü olduğunu, iki de askerin öldüğünü söylüyor. İçeriden gelen yoldaş geri dönüp gitti. Ayak sesleri uzaklaşıyordu. Üç şehit doğru mu? “Üç şehit doğru mudur?” diye sordu birlikte mevzilendiği yoldaş. “Bilmiyorum” diye cevapladı gerilla. Evet bilmiyordu. Tek bildiği dağın öylece durduğu, Aşti suyunun akıp gittiği. Bu kesin böyleydi. İçeriden haber getiren yoldaşı da yanına mevzilenen yoldaşı da yeniydi. Kendi kendine mırıldandı, rahat, emin…“Gitti Sinan geldi Haydar; gitti Yurdal, geldi Hakan…” Daha nice nice olacağını düşünerek.
Dersim’den Bir Partizan