17 Nisan 2018’de Devlet Bahçeli “sürpriz” bir şekilde yeni “ortağı” Tayyip Erdoğan’a erken seçim çağrısı yaptı. Erdoğan da gecikmeden 17 ve 18 Nisan’da sırayla Bahçeli ve AKP yetkili organlarıyla “dar alanda kısa paslaşmalar” yaparak 24 Haziran 2018’de “daha da erken seçime” gidileceğini ilan etti. Seçim ilanının kendisinin dahi danışıklı dövüş biçimindeki “şikeli” yapısı, seçimin niteliğine ve muhtevasına dair ilk belirlemeleri yapmayı kolaylaştırıyor. Seçimin ilan edilmiş biçiminden önce bu seçime dair belirlemeleri kolaylaştıran siyasal, sosyal gelişmeler söz konusudur.
Tayyip Erdoğan “erken seçimin” bir kriz belirtisi olarak defalarca dile getirmesine rağmen 24 Haziran erken seçimini ilan etmek zorunda kaldı. Tayyip Erdoğan bu noktada o kadar hassas ki 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra gerçekleşen 1 Kasım 2015 seçimlerini “erken seçim” yerine “tekrar seçim” diye isimlendirerek algı yönetimine de girişti. 24 Haziran seçimleri “CumhurBAŞKANLIĞI” rejimine geçişi içeren bir muhtevaya da sahiptir. Yeni sisteme geçişi, bölgede yaşanan gelişme ve risklere karşı bir an önce gerçekleştirme zorunluluğu olarak tanımlamışlardır. Tayyip Erdoğan-AKP ve MHP kliği ilan ettikleri erken seçimi esasında bir politik kriz ortamında ilan etmektedirler. Tutumları, davranışları ve söylemleri tercüme edildiğinde karşımıza politik krizlerini temsil eden ifadeler çıkmaktadır.
PARÇALANMA, ARAYIŞ VE POLİTİK KRİZİN BİR SONUCU OLARAK SEÇİMLER
“Erken”, “tekrar”, “baskın” vb. adı ne olursa olsun rutin dışı bir seyirde izleyen seçim zincirlerinin sistemin yaşadığı politik krizin tipik sonuçlarından biri olduğunu belirtmek gerekir. Türk hakim sınıfları ise bir süredir referandumları da içine alan oldukça sık periyotlarla kitleleri sandığa taşımaktadır. Sandık koşullarını tekrar tekrar ortaya çıkaran şey egemen sınıflar arasındaki çatlakların derinleşmesi ve tıkanan sisteme dair arayışlardır. Son on yılda tam üç defa referandum yapılarak anayasal değişikliklere gidilmesi dahi egemen sınıfların politik iktidar sorununa işaret etmektedir. Gerçekleştirilen değişiklikler ve oluşan yeni dengeler sonucunda sürekli başka sorunların ortaya çıktığı bir tablo söz konusudur. Hatırlanacağı gibi 15 Temmuz darbe girişiminin sorumlusu olarak 2010 referandumunun oluşturduğu dengeler ilan edilmişti. Kriz ortamında “Başkanlık” referandumunun yarattığı dengelerin hangi gelişmelere neden olacağını ise zamanla göreceğiz. Çünkü AKP-MHP ittifakı yeni dengelerin ittifakıdır. Bu “yeni” ittifak, dağılma gösteren egemen sınıf ittifaklarının yeni koşulları üzerinde kurulmuştur.
Son beş yılda egemen sınıf klikleri arasındaki ilişkide ciddi bir geçişlilik söz konusudur. Bu özellikle hakim pozisyondaki Tayyip-AKP kliğinin yönlendirici ve etkili hamleleriyle gerçekleşmektedir. İç politikada, kendi iç bütünlüğünü bozan ama dağılmasına müsaade etmeyen hamleler (Ahmet Davutoğlu’nun tasfiyesi ve Abdullah Gül’ün hedefe alınması gibi) öne çıkarken ve dış politikada sürekli arayış halinde, dönemin ruhuna uygun şekillenen ittifaklar göze çarpıyor. Bu hamleler özellikle Tayyip Erdoğan ve AKP’nin politik ömrünü uzatmasına, sistemin kriz içinde bir şekilde yönetilmesine olanak sağlamaktadır. Aynı süreçte egemen klikler arası ve klik içi sorunlar da derinleşmektedir. Genel olarak yönetme krizine sürekli yeni halkalar eklenmekte, derinleşen politik kriz kliklerin saldırganlığını artırmakta ve bunun faturası halk yığınlarına baskı, zulüm ve daha katmerli bir sömürü olarak yansımaktadır. Sistemin ekonomik ve siyasi olarak derin bir sarsıntıya meyilli yapısı altında eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitleler sürekli genişlemektedir.
Egemen sınıfların, sistemin huzur ve güvenliğini de düşünerek cenk alanı olarak seçtiği yerlerden biri sandık olmaktadır. Bu cenk alanında parçalanan, taraflaştırılan ve gerçekle yüzleşmesi engellenen ise geniş kitleler olmaktadır. Geniş kitlelerin “rızası” sandıkta yeniden alınarak sistem kendi meşruiyetini güçlendirmek istemektedir.
BOYKOT SİLAHINA ÖMRÜ DOLMUŞ MUAMELESİ YAPAN REFORMİZMİN ZAYIFLIĞI
Tarihsel rolünü esasta tamamlamış olan parlamentarizm ve burjuva seçimler kitleler üzerinde yarattığı etkiyle halen politik ömrünü ve rolünü sürdürmektedir. Bu bağlamda özellikle bizim gibi ülkelerde seçimlerin ve parlamentonun oynadığı rolün politik yönünü doğru kavramak ve buna göre konumlanmak önemlidir. Faşist diktatörlük uluslararası politik iklimle uyumlu hareket ederek sistemini biçimlendirmekte ve devamlılığını korumaya odaklanmaktadır. Bu bağlamda onun parlamentosu, anayasası ve yasaları egemen sınıfların çıkarı için sadece bir incir yaprağıdır. O esas gücünü ve mekanizmasını buralardan almaz. Yazılı olmayan faşist kurallarından, yasalarından ve faşist kurumsal işleyişinden alır. Ancak bu tabloya rağmen seçim ve parlamentonun politik işlevini tümüyle kaybettiğini söylemek yanlış olur. Bugünkü gerçeklikte geniş kitlelerin daha etkili bir şekilde bilinçlendirilmesinde ve devrimci potansiyelinin daha dinamik hale getirilmesinde boykotun rolü kavranmaksızın kitlelerin faşizm karşısında doğru bir politik bilinç ve konumlanış alması sağlanamaz.
Özellikle son beş yıllık süreç boyunca faşist diktatörlük ve onun dümenindeki Erdoğan-AKP kliğinin seçimi bir aldatmaca ve yönetme biçimine dönüştürüp, egemen sınıflar arasındaki denge ve ilişkide bir savaş alanına çevirerek geniş kitleleri manipüle etmekte ve onları kendi iktidarına ve sisteme yeniden bağlamaktadır. İlerici, devrimci, demokrat güçlerde ise “sandık” mücadelesiyle bu faşist yapıyı geriletme ve yenilgiye uğratma yaklaşımı hakim olmaktadır. Bu temelde egemen sınıflar arasındaki çatışmanın bir uzantısına, onlar arasındaki saflaşmanın bir parçası haline gelmeye kadar uzanan yaklaşımlar hüküm sürmektedir. Son anayasa referandumunda yaşandığı gibi Erdoğan-AKP kliğinin faşist saldırılarına öfke kusan geniş kitleler bir önceki anayasa için sandığa davet edilerek “Hayır” cephesine angaje edilmiş, sistemin bir bütün faşist karakteri sadece Erdoğan-AKP kliğinde cisimleştirilmiş, kitleler sonucu başından belli olan bir seçimin basit bir dolgu malzemesine dönüştürülmüştür.
Parlamentonun, seçimlerin sistemin güvenliği ve geleceği için bizzat faşist diktatörlük tarafından tek taraflı olarak yok sayıldığı adeta tepelendiği koşullar yaşanmaktadır. Seçilmiş HDP milletvekilleri ve eşbaşkanları tutuklanmış, seçilmiş belediye başkanları görevlerinden alınmış ve kayyum sistemi hayata geçirilmiş, meclis OHAL ve KHK’ler ile devre dışı bırakılmış, siyasi mücadelenin sistem ve kitleler nezdinde bir alanı olmaktan çıkarılmış, bu anlamda görünürdeki biçimsel siyasi işlevi dahi berhava edilmiştir. Tüm bu gerçeklere rağmen sanki seçimler ve parlamentodan faydalanma ilkesel, zorunlu ve kaçınılmazmış gibi yaklaşan parlamentarist siyasi çizgide demirlemiş demokratik-ilerici çevrelerin yanında devrimci-yurtsever kesimler de söz konusudur. Boykotun tarihsel ve politik rolü olmadığına dair geniş kitleleri ikna etmeye çalışan bir ideolojik ve ilkesel düzeye çekilmiş bir tutum söz konusudur.
Egemen sınıfların çığırından çıkmış bir çatışma alanına dönüşen sandık ve seçimler, boykotun Erdoğan-AKP kliğinin işine yarayacağı propagandasına da olabildiğince nesnel bir zemin sunmaktadır. Bu durumu özellikle CHP’nin başını çektiği egemen sınıf kliği olabildiğince etkili kullanmaktadır. Faşist diktatör Tayyip Erdoğan ve faşist AKP-MHP ittifakına karşı öfke ve kinle dolu geniş kitleler CHP’nin bu propagandasının yoğun bir şekilde etkisinde kalmaktadır. Bu faşist kliğin anti-faşist halk kitlelerini manipüle eden politik propagandası, kendi çıkarları için anlaşılırdır. Anti-faşist toplumsal kesimler bir yandan CHP’ye derin ve kapsamlı bir güvensizlik yaşarken öte yandan örgütsüz olmanın getirdiği ve demokratik-devrimci cephenin zayıflığından kaynaklanan seçeneksizlikle bu faşist klik partisine eklemlenmektedir. Özellikle son seçimlerde sandığa gitmeme durumunun AKP ve Tayyip Erdoğan’a yarayacağına dair yaygın propaganda kitlelerde “demokrasicilik” oyununu canlı tutmaya dönük etkili bir propagandaya dönüşmüştür. Bu durum kitlelerin boykot yoluyla öfke ve tepkisini göstermesinin önünde bir barikat olarak kullanılmaktadır.
Reformist cephenin bu geri propagandanın gönüllü aktörleri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Seçimleri esas mücadele biçimine çeviren ve egemen kliklerden birine yedeklenmekten kurtulamayan bu reformist çizgiyi öne çıkaran politik iktidar iddiasından yoksunluk ve ideolojik kırılmalardır. Aksi halde seçimlere yönelik gerçekleri dillendirmek, kitlelerin boykot eğilimini desteklemek, onu parlamento ve seçimler dışında bir mücadeleye ve iktidar perspektifine yönlendirmek gibi ‘zor’ bir görevle karşı karşıya kalacaklardır. Özellikle egemen sınıflar arasındaki çelişkinin ve sistemin bir bütün politik krizi ve yönetme noktasında yaşadığı sorunun boyutu ortaya konduğunda sistem dışı arayışa tekabül eden boykot çıkışı sorumluluğu ciddi bir tutum anlamına gelmektedir. Bu temelde boykotun yaratacağı sistem karşıtı etki, sistemin daha sert ve acımasız bir tepkisiyle karşılanacak ve çelişki sertleşecektir. Reformist cenahın bu düzeyde bir gelişmeyi göğüsleyecek ne bir ideolojik duruşu ve konumlanışı ne de sistemden kopuşa uygun sınıfsal karşıtlığı ve çelişkileri söz konusudur. ÖDP’den EMEP’e, TKP’lerden CHP içindeki reformcu damara kadar bunu göğüsleyecek bir yaklaşım söz konusu değildir. Bu gerçeklik aşırılığa kaçan bir biçimde boykot karşıtlığında kendini ifade etmektedir. Pasifizmi ve tasfiyeciliği öne çeken, geniş kitleleri bir bütün olarak faşist sisteme karşıtlık yerine sistemi Erdoğan ve AKP ile özdeşleştirerek kitleleri tek yanlılığa mahkum eden bir politik tutum öne çıkmaktadır.
KÜRT HAREKETİ VE KULLANMAKTAN İMTİNA ETTİĞİ BOYKOT TERCİHİ
Boykota karşı duran diğer bir eğilim de Kürt Ulusal Hareketi ve onun güç ve etkisine göre yönelim belirleyen ve adeta kimlik bunalımı yaşayan devrimci, demokrat, ilerici kesimlerden gelişmektedir. Kürt ulusal hareketi boykot tercihine mücadele tarihi boyunca çok kolay başvurmamıştır. Bunun birçok nedeni vardır. Ancak asıl nedeni esas mücadele biçimine, bunun ana dinamikleri olan silahlı mücadeleye ve hiç kuşkusuz kendi örgütlü gücüne güven meselesiyle ilgilidir. Bu bağlamda seçimlere katılım sağlayarak hem sisteme gücünü gösterme hem de bu vesileyle kürsüyü en etkili şekilde kullanma yöntemi benimsenmektedir. Özellikle barış ve uzlaşma siyasetini esas aldığı süreçten bugüne seçimlere yönelik yaklaşımı adeta sabitlenmiş, tek bir taktiği benimsemiş, boykot silahına politik bir rol yüklememiştir. Kuşkusuz bu onun sistemli hale gelmiş çizgisiyle ilgilidir. Bu yaklaşımın uzlaşmacılıktan malul olduğu ancak örgütlü gücünü ve mücadelesini çok geriye atmadığını belirtilmelidir. Hiç kuşkusuz bu Türkiyelileşme adı altında HDP projesinin ortaya çıkmasına kadar geçerlidir. Özellikle HDP ile sistemi demokratikleştireceğine ve bunu da parlamento yoluyla yapacağına dair ortaya atılan iddia ve konumlanış, bu rüzgarın yarattığı etki ve ulaşılan oy oranı ile daha da öne çıkmıştır. Devamında sistemin Kürt meselesinde savaşa yeniden evrilmesi, tüm demokratik kanalları ve legal sahayı kapatmaya yönelik hamleleri ulusal hareketin bu alanda örgütsel yapısını, etkilediği kitleyi ve izlediği politikayı bir krize sokmuştur. HDP’nin hedefine ulaşmada belirlediği araç ile o aracın egemeni olan sistemin bu aracın kullanımına dair katı sınırlaması ve saldırganlığı bu yönelimin krizinin nedenidir. Bu anlamda yönelimin kendisi meşruiyet sorunu yaşamakta, Kürt halkının reaksiyonuyla karşılaşmaktadır. Boykotun kullanımına dair Kürt hareketinin tutucu yaklaşımı ise devam etmektedir. Özellikle yaşanan çok yönlü saldırganlıkta bu tutuculuk, seçimler yoluyla değişimin sağlanacağına dair ideolojik bir algıya ve şekillenişe dönüşmektedir.
HDP EKSENİNDEKİ DEMOKRATİK VE DEVRİMCİ GÜÇLERİN EKLENTİLİ BOYKOT ALERJİSİ
Bu tabloda özellikle Kürt hareketi ve HDP ile izlenen çizgiye kayıtsız bir biçimde ittifak politikasını tercih eden devrimci hareketlerin konumlanışı oldukça trajiktir. Politik iklimin yarattığı nesnel koşullara ve kitlelerin sisteme güvensizlikle şekillenen eğilimine devrimci yanıt verme yerine Kürt hareketiyle dayanışma adı altında onun seçimler noktasındaki tutucu yaklaşımı ve boykot karşıtı tutumuna eklemlenilmektedir. Bu kesimler geniş kitlelerde ciddi bir tartışmaya dönüşen boykot tercihine karşı cesaretlendirici olmak bir yana boykotun gerçekleşmemesi ikna çabasına yönelmektedir. Kopuş ve sıçrama olanağı ideolojik zayıflık, kırılma ve kimlik yitimi koşullarında daha gerilere düşmektedir. Sisteme bağlanma ve düşman bilincinin silikleşmesiyle ilerleyen çizgi, tasfiyecilik ve reformizmin her türlü etkisiyle belirginleşmekte, yönelim kazanmaktadır.
Son süreçte özellikle kitlelerin seçimlere yönelik güvensizliği, seçimlerin ve parlamentonun politik işlevinin zayıflamasına yönelik kavrayışı gelişmektedir. Reformist cenahın ve kimi devrimci-demokrat kesimlerin seçimlere umut bağlatan politik konumlanışı, bu temelde yaygın propagandası ve Tayyip Erdoğan’a kilitlenmiş siyaset tarzı ile sistemin imajı kitleler nezdinde bir nevi tamir edilmektedir.
Son üç yılda gerçekleşen seçim deneyimleri, ortaya çıkan sonuçlar, OHAL, bölgesel ölçekte Efrin’in işgali, Kürt hareketine yönelik kapsamlı saldırılar, meclisin tam anlamıyla işlevsizleştirilmesi gibi gelişmeler geniş kitlelerin tahammül edemediği bir noktaya ulaşmış boykot seçeneğinin daha güçlü tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Devrimci, ilerici, demokratik güçlerin sisteme gerçek muhalefetinin önünde CHP faşist kliğinin AKP-Erdoğan karşıtlığı ile halk kitlelerinin üzerinde yarattığı etki vardır.
Faşist sistemi ortadan kaldırmak için bugünkü koşullarda boykot seçeneği esas alınmak zorundadır. Politize olan iklimde, boykotu temeline alan aktif ve sonuç alıcı bir pratik çalışma etrafında kenetlenilmelidir. Seçimlerle, onun ortaya çıkaracağı sonuçlarla egemenlerin politik krizinin ve faşist saldırganlığının ortadan kalkmayacağı bilinmelidir. Gerçek kurtuluşun geniş kitlelerin örgütlü ve devrimci mücadelesinden geçtiğini anlatmak için bu seçim önemli bir fırsattır. Buna odaklanmayan, seçim endeksli bir çalışma seçim sonuçlarıyla birlikte demokratik-ilerici cenahın sistem karşıtı çizgisinin daha fazla aşınmasını, kitlelerin tüm örgütlü güçlere güvensizliğini büyüten bir etki yaratcaktır. Bu bugünden görülmeli ve boykotu politik rolünü kaybetmiş bir öcü gibi gösterme gayretinden uzak durulmalıdır. Zira bu gayret halkın ve devrimin çıkarlarına değil sistem içi çıkarlara hizmet etmektedir.