24 Kasım’da sarı yeleklilerin, “dünyanın en güzel caddesi” olarak lanse edilen, tekelci burjuvazinin yoğunlukta olduğu ve Fransa’nın lüksüyle ve şatafatıyla övündüğü Champs-Elysées Caddesi’nin zaptından sonra hareketin seyri niteliksel ve fiziksel boyutta değişti. 24 Kasım başkaldırısından bir hafta sonra, 1 Aralık gününe randevu verildi. 1 Aralık’ta CGT’nin (Fransa’nın en etkili ve sol olarak adlandırılan konfederasyonu) her yıl yaptığı geleneksel eyleme çağrısı vardı. Bunun yanı sıra AB ülkeleri haricî yabancı öğrencilerin kayıt harçlarını devasa boyutlara çıkaran yasanın gündeme gelmesi üzerine öğrenci sendikaları ve örgütlenmelerinin başka bir noktada düzenlediği bir eylem; yine bu iki eylem dışında polis tarafından öldürülen Adama Traore adına kurulmuş Justice Pour Adama Traore (Adama Traore İçin Adalet) kolektifinin Les Quartiers en Gillet Jaune (Sarı Yelekli Meydanlar/Banliyöler) şiarıyla düzenlediği bir eylem vardı. Bu üç eylemin kendi sorunlarına özgü (işçi hakları, hayat pahalılığı, devlet ırkçılığı, polis şiddeti, öğrencilere uygulanan ayrım ve harç ücretlerinin faiş artışı gibi) şiarları ve talepleri vardı. Bütün bu eylemler birkaç haftadır Fransa’yı politik anlamda sarsan Sarı Yelekliler eylemleriyle ortaklaşma derdindeydi (Bu noktada CGT’nin genel sekreterinin eylemden birkaç gün önce Sarı Yelekliler Hareketi’ne dair ilgisiz tavrı ve eylemlere doğrudan katılma, meydanları faşistlerden alıp harekete proleter bir karakter kazandırma noktasındaki pasif halini belirtmek gerekiyor). Sarı Yeleklilerin esas hedefi ise 24 Kasım’da olduğu gibi yine Champs-Elysées Caddesi’ydi.
Eylemlerin öncesinde, özellikle sol cenahta altı yedi bin civarında CRS’in (çevik kuvvet) sadece Champs-Elysée’ye yığınak yapacağı ve dolayısıyla caddeye çıkmanın bir hayli güç olduğu konuşulurken, sabah saatlerinde başlayan ilk etapta binlerin katıldığı devamında on binleri bulan sarı yeleklinin Champs-Elysée’de polisle çatışması, yer yer polisi kuşatması ve alan, moral, güç üstünlüğünü kimi durumlarda alması çok ciddi bir motivasyon kaynağı oldu. Öğlen saatlerinde ise diğer eylemler başladı. Öğrenci eyleminin bu noktada sönük geçtiğini fakat eyleme katılan ciddi bir kesimin sarı yelekliler eylemine katılmaya doğru yöneldiğini söyleyebiliriz. Bunun yanısıra Adama Traore kolektifi öncülüğünde başlayan hareket, hem kolektifin kendi militan çizgisinden hem de banliyöleri temsiliyetinden dolayı kitlesel biçimde Champs-Elysée’ye yürümeye başladı.
EYLEMCİLERİN NİTELİĞİ VE EYLEME RENGİNİ VEREN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLER
Öğleden sonra binlerce sarı yelekli Champs-Elysée’de alan hakimiyeti sağlamaya çalışırken birçok farklı koldan, polisin yolları kapatmasına rağmen caddeye yürüyüş iradesi vardı. Yukarıda saydığımız öğrenci, işçi, anti faşist, anti kapitalist sloganların ve taleplerin dile getirilmesinin yanında kuşkusuz ki en popüler slogan “Macron istifa” idi. Gezi İsyanı’nda da sık sık rastladığımız gibi eylemciler yolları bloke ederken bir yandan da Macron’a, hükümete ve polise karşı yer yer küfürlü yer yer de ironik sloganlar attılar. Öte yandan birçok eylemcinin Fransız milli marşını söylediğini, bir kısmınınsa Fransa bayrakları taşıdığını söyleyelim. Bu noktada belli bir kesim tarafından dillendirilen “Sarı Yelekliler faşistler tarafından yönlendiriliyor” ya da “harekete rengini veren aşırı sağ hareketler” söylemlerine değinmek lazım.
Alanlarda çok ciddi bir eylemci kitlesinin hayatlarında ilk defa eyleme çıktığını gözlemlemek mümkün. Bunun yanısıra sağ partilere oy veren, onlara sempati duyan, göçmen/mülteci/yabancı karşıtı (ya da bu karşıtlığı sorun etmeyen) bir kesimin olduğunu söylemek de mümkün. Fakat sıklıkla dile getirilen “halk hareketi” kavramının bu tarz kesimlerle “halklaştığını” görmezden gelmemek gerekir. Ayrıca bu kesimlerin hareketi baltalayan, harekete yön veren, harekete rengini veren bir yoğunlukta olmadığını çok net bir biçimde söyleyebiliriz. Paris’in birçok yerinde “casseur” olarak adlandırılan, tekelci sermayenin mağazalarını, bankalarını; devlete ait binaları ve polisi doğrudan hedef alan anarşist, otonomcu ve sosyalist yapılar “kırmaya” devam ederken bireysel ve pasifist engellemeler dışında hiçbir müdahale olmadı. Hatta, 1 Aralık’ı kitlesel isyan haline getiren taraf da burasıdır, hayatında ilk defa eyleme çıkanlar, “sağcılar,” “milliyetçiler”, “faşistler” deneyimli diyebileceğimiz militanlardan çok daha “barbar” çok daha militandılar. Onlarca araba yakıldı, yüzlerce barikat kuruldu, polisle sayısız yerde çatışmaya girildi, birçok yerde polis kovalandı, yakın-uzak tanımadan her yerde devletin kolluk güçleri hedef alındı. 1 Aralık günü kitlesel ve kolektif bir şiddet pratiği vardı.
Sokaklar, caddeler ve meydanlar saatlerce tutuldu. Fransız milli marşını söylerken polisle çatışan, polis arabalarını yağmalayan, yolları trafiğe kapatan ve birçok eylem pratiğini deneyen insanların önemli bir kısmı bu kişilerden oluşuyordu. Hayat pahalılığı, işsizlik, vergiler, yaşam standartları gibi birçok meseleye karşı ayaklanan ve devlete karşı meşru şiddet hakkını kullanan on binlerce insana daha alt düzeyde yoğunlaşmış (milli marş söyleme, faşist partiye oy verme, milliyetçilik, yer yer ırkçılık gibi) politik pratikler üzerinden aydınlanmacı kestirip atma idealizmini kuşanmak bizim işimiz değil.
DEVLETLE YÜZLEŞEN “DEVLETLİLER”
1 Aralık isyanı üzerinden şu konu üzerinde de durulmalı: Güçlü mücadele deneyimleri olan, örgütlü devrimci/otonom/anarşist yapıların ulaşamayacağı oranda bir şiddet deneyimi yaşandı. Çünkü zamanında polisi kendi polisi, devleti kendi devleti olarak gören kitlenin devletle yüzleşmesi, ondan hesap sorması kadar keskin ve şiddetli bir pratiği (aynı zamanda hayal kırıklığını) hiçbir örgütlü, ideolojik deneyimi olan yapı bu denli güçlü sergileyemezdi. Hareketin halklığı, “barbarlığı”, tehditkar tutumu da buradan gelmektedir.
Alanları polis aldıktan sonra Sarı Yelekliler bu sefer sivil yol kesme eylemlerine döndüler. Arada Champs-Elysée’yi zorlamaya çalıştılar. Her an ve her yerde devleti ve onun politikalarını teşhir ettiler.
Sanatı, kültürü, burjuva aydınlanma anlayışı ile bilinen Fransız toplumundan “Macron giyotine!” sloganları yükselmeye başladı. 5 cumhuriyet yaşamış devletin anıtları tahrip edildi. Örneğin Napolyon Bonapart’ın yaptırdığı meşhur Zafer Takı tahrip edildi ve “asıl bu bizim Zafer Takı’mız” dendi. Bunu yapanlar çoğunlukla “beyaz Fransızlar”dı. Şimdi bu noktada, bu beyaz Fransızların zamanı gelince diğer ezilen kitleleri de böyle “vahşice” yok edecekleri üzerine hezeyanlara mı girmeli, yoksa hareketin çok daha yıkıcı bir boyuta, ezilen emekçi halk yığınları ve diğer katmanları ile birlikte ortak düşmana yönelmesi için çaba mı harcamalı?
ÇATIŞMALARIN KARAKTERİ
Paris’te onlarca meydan ve toplanma alanı olduğu için, hareketin önceliği bu alanlarda, özelde de Champs-Elysées’de hakimiyet kurmak üzerine şekillenmiş durumda. Dolayısıyla esas olan düzen güçlerinin barikatlarını geriletmek değil, bulunduğu alanı koruyabilmek, mümkün olduğunca orda kalabilmek. Tabii ki bir süre sonra alanı korumanın kendisi polis barikatlarını geriletmekten geçince çatışmalar önem kazanmaya başlıyor. Fakat alanın gün boyu ve diğer güne sarkacak şekilde tutulması her anlamda zor. İnsanlar bir süre sonra kendi tüketim alışkanlıklarına geri dönmek istiyor. Bunun yanı sıra çalışmak, ertesi güne işe gidiyor olmak önemli bir engel. Ayrıca caddelerin devasa boyutlarda uzun ve geniş olması alan hakimiyeti konusunda düzen güçlerine avantaj sağlıyor. Örneğin Gezi İsyanı üzerinden İstiklal Caddesi’ni ele aldığımızda, İstiklal’in dar ve ara sokakları bol bir yapıya sahip olması, birçok ulaşım yoluyla caddeye ulaşılabilmesi; işsizlerin, gençlerin, güvencesizlerin, kısacası ertesi günü bağlayacak bir zorunluluğa sahip olmayan ciddi bir kitlenin olması İstiklal’in günlerce tutulabilmesindeki önemli etkenlerden biriydi. Fakat emperyalist bir ülkede bu esnekliğe sahip olmak fiziki ve teknik olarak çok zor.
HAREKETİN “ENGELLERİ”
Paris, yapısı itibariyle “kentsel dönüşümünü” büyük oranda gerçekleştirmiş bir şehir. Aslında Paris 20 bölgeden oluşmakta. Şehrin çevresinde ise şehri sarmalayan banliyöler var. Sömürge ülkelerden gelen ve çocukları ve torunları Fransa’da doğup büyümüş kesim genellikle banliyölerde yaşıyor. Banliyölerden Paris’e akan emekçiler, mesai bitiminde tekrar banliyösüne dönüyor. Sınıfsal, kültürel, sosyal ve statüsel anlamda Paris’in beyaz Fransız’ından bir hayli farklı olan bu kesimin yaşamı çoğunlukla banliyölerde geçiyor. Dolayısıyla ciddi bir katmanlaşmadan söz etmek mümkün. Banliyöler birçok isyana ev sahipliği yapsa da beyaz “barbarla” banliyö “barbarı” arasında bir mesafe olduğu için Sarı Yelekliler Hareketi’nde banliyö gençliğinin çok düşük yoğunlukta var olduğunu söyleyebiliriz. İki tarafın birbirine olan güvensizliği, hareketin ortaklaşması önünde bir engel. Bu güvensizliğin sarı yelekliler hareketiyle birlikte ortadan kalkacağını iddia etmenin çok güç olduğunu belirtmekle birlikte olası bir ortaklığın hareketin kurumsallaşması ve süreğen hale gelmesi halinde oluşabileceğini, en azından bu ortaklığı yaratmanın yollarını arama gerekliliğini söylemek gerekir. Bu ortaklığın oluşması 1 Aralık’ta yaşanan niteliksel sıçramayı çok daha büyük boyutlara taşıyabilir.
(Paris’ten bir Partizan okuru)