Yine bir kiraz zamanındayız. Gökleri fethe çıkan Paris proletaryasının, içlerinde binlercesinin kurşunlar ve süngülerle katledildiği, Piere Lachaise Mezarlığı’nın duvarı önünde komünarların cesetlerinin yükseldiği ve komünün yenildiği o kiraz zamanındayız.
Zemheride yanında yoldaşı şehit düşen ve kendisi yaralı yakalanan, işkencelere meydan okuyan, “Ben, bütün bunları samimiyetle inandığım Marksist, Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan pişmanda değilim. Asla pişman olmadım. Ben, bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım” diyen, komünizm için çarpan bir yüreğin, aylarca süren işkencelerin ardından kurşuna dizilerek susturulduğu bir kiraz zamanındayız, yani Mayıs’tayız, Mayıs’ın 18’indeyiz.
Önder yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya bundan 47 yıl önce, 18 Mayıs 1973 yılında katledildi. O bir komünistti ve Türkiye denilen bu coğrafyada başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilerin kurtuluşuna, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı ve uluslar arasında tam hak eşitliğine, kadının özgürlük mücadelesine kendini adaması katline sebep için yeterliydi. Türk faşist devleti, Denizleri darağacında, Mahirleri kuşatmada katlettiği gibi katletmişti İbrahim’i. Fakat “Türkiye’de komünizmle mücadelede şimdi halka en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz” biçiminde Kaypakkaya kritiği yapan faşist Türk devleti için, İbrahim Kaypakkaya bir komünist olmanın ötesiydi.
DEVRİMİN YATAĞI KİTLELER
İbrahim, Deniz ve Mahirlerin çıkışına değin Türkiye proletaryası ve diğer ezilen yığınların mücadelesine önderlik eden reformizmdi. Devrim ve sosyalizm iddiası revizyonistlere-reformistlere kalmıştı. Oysa 1960’ların başından itibaren fabrikalarda ve köylerde filizlenmeye başlayan bir halk hareketi vardı ve bu hareket öğrenci gençliği de içine katarak Türkiye’nin ‘68 ine, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ne, toprak işgalleri, grevler ve boykotlara evriliyordu. Kitlelerin bu denli kaynadığı koşullar önderlik ve politika konusunu da gündeme getirir ki nitekim öyle de olmuş, bütün ileri kesimleri çatısı altında toplayan TİP’deki hakim çizgiye karşı güçlü bir itiraz yükselmiştir. TİP’in reformist-revizyonist yapısına tepki olarak ayrılmalar, deklarasyonlar birbirini izlemiş ve Denizler, Mahirler, İbrahimlerin devrimci çizgi ve pratikleri bu koşullarda belirginleşmeye başlamıştır. Marks’ın bir başka vesileyle söylediği gibi “ … Yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.” O günkü sorun devrimci, komünist bir hareketin olmayışıydı. Toplumsal hareketin gelişimi, kitle hareketlerinin biçim ve yönelimi, kısacası kitlelerin içerisinde bulunduğu objektif gerçeklik ‘71 devrimci çıkışının ebesi olmuştur. Yine bu gerçeklik Kaypakkaya’nın sözleriyle, “kahraman işçi sınıfımızın, fedakar köylülerimizin ve yiğit gençliğin çığ gibi yükselen mücadelesi, hızla yayılan Marksist-Leninist eserler, Çin’de Başkan Mao’nun önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri, bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek genç bir komünist hareketin fışkırmasına elverişli ortamı hazırlıyordu.”
MLM HER ŞEYE KADİRDİR ÇÜNKÜ DOĞRUDUR
Deniz ve Mahirler devrimci çıkışlarını örgütlü boyuta taşıyıp THKO ve THKP/C’yi kurdukları sırada İbrahim yoldaş, yöneticileri arasında olduğu TİİKP’in revizyonist, sosyal-şoven, sınıf işbirlikçi çizgisinin değişmeyeceği ve bu çizgiyi temsil eden kliğin iflah olmayacağı değerlendirmesiyle birlikte TİİKP içerisindeki hatırı sayılır bir sayıda komünist-devrimci kadro ve militanlarla birlikte ayrılmış, 1972 Nisan’ında TKP/ML’yi kurmuştur.
Proletarya Partisi’nin kuruluşunun üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçmiştir. Lenin’in RSDİP’i 20 Başkan Mao’nun ÇKP’si 28 yılda iktidarı ele geçirmiş, zafere ulaşmıştır. Bu örnekler karşısında zamanın görece uzunluğuyla Partimizin maddi gücü arasındaki büyük orantısızlık ilk bakışta göze çarpmaktadır. Partimizin ulaştığı seviyeye rağmen önder Kaypakkaya ve onun görüşlerinin bir meşale gibi parıldıyor olması bu görüşlerin ne denli güçlü olduğunu gösterir. Düşünceler gücünü gerçekle olan ilişkisinden, gerçeğe ne denli nüfuz etmiş olmasından alır. Kaypakkaya yeni bir düşünce yaratmadı; onun düşüncesi proletaryanın ideolojisi olan Marksizm-Leninizm-Maoizm’e dayanır. O, Türkiye gerçeğini MLM’nin yasaları ışığında diyalektik ve tarihsel materyalist bakış açısıyla inceledi. Onun, nesnesiyle ilişkisi değiştirme odaklı bir incelemedir; bundandır ki pratik ve kavramsal aşamalardan geçerek olmuş ama “pratiğin esasında birleşmiş” (Mao) bir bilgidir onunki. Onun düşünceleri ideolojik mücadelenin kızgın ateşi içerisinde ve dolayımsız değiştirme eyleminde oluşmuştur. Kaypakkaya bir devrim önderidir, bütüncüldür. Nasıl ki ideolojik mücadelenin kızgın ateşi içerisinde düşüncelerini oluşturmuşsa, pratiğin kızgın ateşine dalarak partiyi ve savaşı inşa etmeye, inşa sürecine bizzat önderlik etmeye koyulmuştur. Bu bütüncül önderlik gerçeğine sahip olan bir devrim büyük sıçramalarla birlikte ilerler. Böyle bir önderliğin yokluğunda ise devrimin hızında olumsuz etkilenme olur.
Proletarya Partisi gerçekleştirdiği 1. Kongre’yle İbrahim yoldaşın geneli özele yaratıcı biçimde uyarlayarak geliştirdiği düşünceleri sahiplendiğini, bu düşünceleri eylem kılavuzu olarak aldığını bir kez daha ilan etmiştir. Olumlu ve olumsuzluklarımızla yarım asra yaklaşan bir tarihimiz var, bu tarih bizim. Lenin, Marksizm her şeye kadirdir, çünkü doğrudur, diyordu. Olumsuzluklarımız, gerileyişimiz esasta her şeye kadir olan o güçlü silahtan yeterince yararlanmayı bilememe ya da o silahtan uzaklaşmış olmaktan geliyor.
Faşist Türk hakim sınıflarının en tehlikeli, dediği; ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması olarak gördüğü fikirlerden, o fikirlerin kurucusu olan önder yoldaşımızdan, İbrahim Kaypakkaya’dan dün olduğu gibi bugün de korkuyorlar. Onun ismi, resmi böylesine korku saçıyorsa biliniz ki gerilemiş, darbelenmiş de olsa, onun eserinin yani Proletarya Partisi’nin kaya gibi, dimdik duruyor, savaşıyor olmasındadır.
YÜKSELDİKÇE BALMUMUNDAN KANATLARI ERİYEN İKARUS’U BEKLEYEN SON
Neoliberal politikalar bir sermaye birikim rejimi olarak kapitalizmin dünya çapında yayılma ve gelişmesini sağlamıştır. Bu politikalar sonucu yarı-sömürge ülkelerde içpazar gelişmiştir. Köylerden kentlere doğru gerçekleşen göç, iç pazarın genişlemesine yol açmıştır. Fakat bu gelişme yarı-feodal temel üzerinde gerçekleştiği için, bölüşüm ilişkilerinde sayısal bir değişimle sınırlı kalmıştır. Verili üretim ve mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi yönünde işleyen bir sürecin zorunlu bir sonucu olarak iç pazarda genişleme gerçekleşir; oysa yaşanan üretim ve mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesine bağlı olarak değil, neoliberal politikaların biçimlendirdiği uluslararası işbölümü sonucu bir iç pazar genişlemesidir.
Öte yandan yeniden biçimlendirilen uluslararası işbölümünü yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin emperyalizme olan ekonomik ve siyasal bağımlılığını daha da güçlendirmiş, emperyalizmin bu ülkeler üzerindeki egemenliği kat be kat artmıştır. Bu çok yönlü ve derinlikli bağımlılık yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin kendi ayakları üzerinde durma ve gelişmesini felç ettiği gibi, emperyalizmin krizinden büyük etkilenme gibi sonuçlarda doğurmuştur. 2007-2008 krizi sonrası oluşan tablo buna örnektir.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde yaşanan gelişmeler bu ülkelerden biri olan Türkiye’de de benzer şekilde cereyan etmiş, ekonomik ve siyasi olarak girdiği sürekli kriz hali özellikle 2015’den itibaren büyüyerek gelişmiş, Covid-19 pandemisiyle birlikte krizin çapı oldukça büyümüştür.
Türkiye’nin bu krizden en büyük etkilenen ülkelerden biri olduğunu biliyoruz. Milyonlarca emekçi artık işsizdir. Küçük ve orta boy işletmeler, kahvehane, lokanta, bar gibi yeme ve içme mekanları, semt aralarındaki küçük esnaf alt-üst olmuş durumdadır. İflaslar hakkında kesin rakamlar yok, ancak büyük sayılar olduğu biliniyor. Turizmde, inşaatta, tekstilde, yani istihdamın görece yüksek olduğu işkollarında işler alabildiğine azalmıştır. Özetle işsizlik, iflaslar ve işyeri tasfiyeleri çığ gibi büyümüştür. TC devleti sermayenin krizine, onun iflaslar ve üretimsizlikle yok olup gitmesine de, emekçi kesimlerin “iş ve aş” taleplerine de çözüm getiremez. Bu kriz koşulları devlet iktidarına hakim olan klik tarafından fırsata dönüştürülecek, bu klik sürecin sonunda daha da palazlanmış olarak çıkmaya çalışacaktır.
2007 krizinden sonra durumun belirsizliğinden faydalanan işbaşındaki klik içerde ve dışarda kendi çıkarlarını öncelleyen kimi politikalar geliştirmiş, çıkarları yönünde kimi adımlar atmıştır. Diyebiliriz ki girilen süreç bu neviden hareketlere tolerans tanıyacak gibi değil. Türk hakim sınıfları ABD emperyalizminin politikalarına tabi olmak zorundadır. Nitekim S-400’lerin Nisan ayında aktif hale getirilmesinden vazgeçilmiştir. TC’yi hızlıca netleşmeye götüren bir neden dünyadaki gelişmelerin bir eğilim olarak savaşa içkin olan gerginliği olgunlaştırma yönünde seyretmesi; ikinci bir neden ise kriz içerisindeki ekonomi için ihtiyaç duyulan kaynağın yani sermayenin emperyalistlerde olmasıdır. DB ve FED’le sürdürülen perde arkası görüşmeler, Finans kuruluşlarının kapılarını aşındırmalar TC’nin nereye ve nasıl angaje olacağını açıklıyor.
Bu ekonomik, sosyal ve siyasi koşullar da Lenin yoldaşın sözleriyle istense de istenmese de yeni bir devrimci durum yükselir. TC devlet iktidarı üzerinde bürokrat burjuvazinin Erdoğan liderliğindeki AKP kliğiyle MHP; yaygın olarak Ergenekoncular diye bilinen, kendini devletle var eden ve devletin çıkarlarını her koşulda öncelleyenler; merkez-sağın Ağar ve Soylu’da temsil edilen kesiminden oluşan yeni güç dengesinin hakimiyeti mevcuttur. Faşist diktatörlüğün işbaşındaki bu kliği, gerici, şoven ve dümenin başında olması nedeniyle en saldırgan, en faşist kesimi olup, ideolojik referansı İslam destekli Türkçü-milliyetçiliktir. İşbaşındaki kliğin ideolojik dokusunun esası Türkçü-milliyetçiliktir; dini öge ise bugün iç kamuoyu desteği, ama özellikle dışarıda işgal ve yayılmacılık için bir kaldıraç olarak kullanılmaktadır. Ancak biliyoruz ki bugün bu kliğin saldırılarından nasibini alan CHP-İYİP vs faşist klikleri dümenin başına geçtiği anda benzer bir çizginin sahiplenicisi olacaklardır. Tarihte Türk hakim sınıf klikleri arasındaki mücadele ve geçişler bunun kanıtıdır.
Son beş yılda faşizmin en yoğun gerçekleştiği koşullar yaşanıyor olmasına rağmen, faşizm, sınıf mücadelesi üzerinde katıksız bir hakimiyeti kuramamış, yaşanan gelişmeler, kitlelerin yeni yeni bölüklerini faşist diktatörlüğün karşısına çıkartıyor olmuştur.
Buna rağmen, Türk hakim sınıflarının işbaşındaki kliği, kitlelerin ekonomik, sosyal, siyasal gibi yaşamın bütün alanlarıyla ilişkili taleplerini karşılamaktan aciz olduğu için, kitlelerin taleplerine, dolayısıyla kitlelere saldırmak, faşizmi yoğunlaştırmak dışında bir çözüm geliştirmiş değildir. İş başındaki klik kendisini Türkiye ile özdeşleştirmekte, kendi politikalarına muhalefet eden tüm kesimleri “gayr-ı milli”, “millet/ devlet düşmanı”, “terörist” olarak tanımlamaktadır. CHP gibi bir faşist parti, onun başını çektiği “millet ittifakı”, burjuva-liberal aydınlar, “sol-Kemalist” kesimler dahi düşman addedilmektedir. Hapishanelere, açılan soruşturmalara, tehdit ve kurşunlamalara vs. baktığımızda, bugünkü faşizmin komünistler, devrimci demokrat ve Kürt yurtseverleri dışında geniş bir kesimi hedef aldığını görüyoruz. Bu, birincisi, işbaşındaki klik kitlelerden korktuğu, zayıf ve güçsüz, olduğu için muhalif duruş ve söylemleri, buradaki “cesareti” bastırmak için; ikincisi, kitle gücünü geliştirmek, yani kitle temeli oluşturmak için; üçüncüsü, CHP’nin başını çektiği kliği, burjuva liberal ve “sol-Kemalist” kesimleri kendi politikalarına tabi kılmak için yapılmaktadır. Stalin yoldaşın tespitini hatırlayalım, şöyle demişti. burjuvazinin, iç politik alanda çareyi daha fazla faşistleşme de arayacağı, bunun için de sosyal-demokratlar dahil bütün gerici güçleri kullanacaktır, demişti.
Partimiz, içerisinden geçtiğimiz bu özgün sürecin başta işçiler olmak üzere bütün emekçilerin, ezilen ulus, ezilen cins ve ezilen inanç kesimlerinin mücadele meydanlarına doğru akma potansiyelinin de farkındadır.
Proletarya Partisi, “Silahlı mücadele asla durdurulmamalıdır. Bizi geliştirip güçlendirecek olan odur” diyen Kaypakkaya’nın izindedir. Ona bağlı Halk Ordusunun mütevazı gücü, Halk Savaşı’nı büyütmeye muktedir bir güçtür. Düşmanın üstünlüğü geçicidir; asıl güç, gerçek üstünlük Halk Savaşı’nın parçası olmuş kitlelerdedir. Sınıf mücadelesinin denizine olanca gücümüzle atılalım.