[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Ekonomik krizin yönetilmesine dair faşist diktatörlüğün bulduğu tek çözüm faturanın kapsamının sürekli genişletilmesidir. Açıklanan Orta Vadeli Program (OVP) enflasyonla mücadeleye odaklanan, emperyalist sermayeye “yapısal düzenlemeler” ile güvence sunan ve bunun sonucu olarak da yeni borçları güvenceye alan bir içeriktedir. Tayyip Erdoğan OVP’ye tam desteğini açıklarken “sıkılaşma politikasında” kararlı olduklarını belirtti. “Sıkılaşma politikası” diyerek faize desteğini açıklasa da bunu açıktan itiraf etmemesi onun “ekonomiden” en azından bu ölçüde anladığını gösteriyor!
Mehmet Şimşek ise OVP’nin hayata geçirilmesinin önemini vurgularken Tayyip Erdoğan’ın bu programın arkasında durmasının hayati olduğunu ifade etti. OVP’de enflasyon, büyüme tahminleri vs. bir bütün olarak revize edilirken sorunların kaynağı olarak Maraş depremlerini gösterdi. Sıkılaşma politikasının, tasarruf söylemlerinin egemenlerin argümanı olmaya başladığı noktada emekçilere ağır faturaların kesildiği ilan edilmiş demektir. Bunun ekonomi politikasına dönüşmesi gidilen yolun yol olmadığının farkındalığına işaret eder. Bu da söz konusu faturanın bir reçete halinde halka uzatılması anlamına gelmekte.
Tayyip Erdoğan’ın bu programın arkasında olmasına yüklenen anlam da bu reçetenin geri çevrilemez olduğuna işaret eder. Bunun için her yolun yaratıcı şekilde deneneceğini öngörebiliriz. Kitleleri kutuplaştırma, ideolojik hegemonyayı sağlamlaştırma, şovenist ve dini söylemleri güçlendirme, “ulusal gururu” gerici bir içerikte okşayacak yalanları yayma, gerçek gündemleri örtme, devletin tüm baskı mekanizmalarını en acımasız şekilde kullanmayı içeren, bunlar için tüm politik yeteneklerin hayata geçeceği bir süreç örgütlenmektedir. Aranan destek bunun içindir.
Bu konuda ciddi deneyime sahip Erdoğan süreç içerisinde tüm birikim ve deneyimi ile yönelimin engellere takılmadan hayata geçmesini sağlayacak şekilde hareket etme iradesi oluşturacaktır.
Yaşanan ekonomik krizde faşist diktatörlük borç, faiz sarmalı içinde debelenirken işçi ve emekçilerden daha fazla artı değer sızdırmak yani sömürüyü yoğunlaştırmak, kazanılmış sosyal ve ekonomik hakları tırpanlamak, dolaylı vergi sistemini güçlendirmek, enflasyon ve kur hareketliliği içinde halkın gelirini emmek, gasp etmek gibi politikaları gemi azıya alarak sürdürüyor. Yani toplamda bir yandan borcu borçla kapatmak için emperyalist tekeller ve fonlara güvence vererek sermaye akışkanlığı sağlarken diğer yanda bu eksende oluşan ve oluşmaya devam eden faturayı emekçilere kesme yolunda kesin bir irade ortaya koyma siyaseti izlenecektir.
Ekonomik sistemin yeniden düzenlenmesinin emperyalist mali sermayeye daha fazla bağımlı hale getirmeyi içeren bir yönelim olduğu açıktır. Mehmet Şimşek borç döngüsünün sürdürülmesinde Dünya Bankası’ndan üç yıl içinde 35 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’nden ise 11 milyar dolar geleceğini açıkladı. Ama daha önemlisi emperyalist mali kurumların belirlediği çerçevede bir yönelim izleneceğini belirtti. Merkez Bankası’nın politika faizinin peş peşe artırılması, Kur Korumalı Mevduat (KKM) sisteminden çıkış planının ilan edilmesi, döviz kuru üzerindeki baskının kaldırılması gibi tedbirler hızla oluşturuldu. Şimdi halk kitlelerini bu politikaya ikna için “geleceğe mektuplar” okunmaktadır. Kabul edilen şey ise kısa vade diye tanımlanan süreçte acılı, sancılı ve faturası ağır olan bir sürecin yaşanmasıdır. Bunun emekçiler cephesindeki karşılığı ise ev kiralarının ödenememesi, sofrasındaki ekmeğinin azalması, en temel sosyal ihtiyaçlardan yoksunluk, ücretlerin daha fazla erimesi, alım gücünün düşmesi vs. olacaktır. Orta ve uzun vadede ise kişi başına düşen gelirin artması, enflasyonun tek hanelere düşmesi, refah düzeyinin artması ve elbette daha “milli ve yerli” olan bir büyük devlet yaratılması vaat edilmektedir. 2025 ve 2026 için bu hedefler konulmaktadır.
Dünya devleti olmak için ise Tayyip Erdoğan 2053 ve 2071 gibi tarihleri işaretleyerek bugün halka kesilen faturalar karşısında dişlerini sıkma ve “sabretme” öğüdü vermektedir.
TC, ekonomik yöneliminde emperyalistlerle daha uyumlu hale gelen yapısını dış politikada da hayata geçirme çabasındadır. Bu eksende Hakan Fidan’ın ciddi mesai harcadığı görülüyor. Zira emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden faydalanarak kendine alan açma siyaseti ciddi oranda tıkanmıştır. Irak ve Suriye’de ABD ve İngiliz emperyalistlerinin Rus emperyalizminin hegemonyasını aşındırmayı da içeren, ancak bölgenin kendi çıkarlarına uygun olarak dizayn edilmesine odaklanan girişimlerinde TC’nin yeni roller edinme ya da kendi çıkarlarına rağmen bazı gelişmelerin önüne geçme hamlesi yapmaya başladığını görüyoruz. Özellikle bu adımlarında Kürt düşmanlığıyla beslenen ve Kürt ulusal kazanımlarını sınırlamaya odaklandığı açıktır. Esas olarak da bu şekilde Kürdistan’ın belli parçalarında askeri, politik ve ekonomik etkisini artırma ve kendi siyasi hegemonyasını kurma planları oluşturmaktadır. 2011’den bu yana izlediği bu siyasetin sonucunda Suriye ve Irak’ta belli kazanımlar elde etme durumu da oluşmuştur. Buralarda göz ardı edilmeyecek siyasi -askeri bir güç olmanın yanında pratik düzeyde de konumlanmıştır. Bunu korumak ve geliştirmek gibi bir yaklaşıma sıkı şekilde tutunmaktadır. Bu eksende İran ve Rusya ile Astana ve Soçi görüşmelerini inşa etmiş, cihatçı çeteleri Kürtlere karşı kışkırtan ya da doğrudan kullanan karta dönüştürmüş, Esad rejimi ile Kürt kazanımlarını yok etmeye odaklı görüşmelere kapısını sonuna kadar açmıştır.
Faşist diktatörlük Suriye ve Irak Kürdistanı’na yönelik askeri işgal ve saldırı planlarını en etkili şekilde uygulayacak zemini yaratmaya odaklanmıştır. Son süreçte bu temelde Barzani, Irak merkezi hükümeti ile Kerkük statüsü ve PKK’ye saldırı eksenli görüşmeler gerçekleştirmiştir. Yine Rojava’ya doğrudan saldırılar yanında Arap aşiretleri ve cihatçı çeteleri kullanarak ve kışkırtarak da saldırılar düzenlemiştir. ABD ve İngilizlerin Rojava ve Irak Kürdistanı’nı Barzani çizgisi doğrultusunda birleştirme yönelimi ve PKK’yi tecrit etme çizgisi TC için hem fırsat hem de potansiyel bir tehlike anlamına gelmektedir. Onun PKK’ye yönelik daha güçlü saldırılar gerçekleştirme niyetini köpürten şey Kürt ulusal kazanımlarının genişlemesidir. Kürt ulusal kazanımlarının bir statü oluşturmak üzere yerleşmeye yüz tuttuğunu görmesi onu saldırmak için her fırsattan yararlanmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda Kerkük üzerinden köpürtülen şovenizm, Rojava’yı zayıflatmak için hem cihatçıları kışkırtma hem de Esad ile görüşme çabası göze batan gelişmelerdir.
Sezgin Tanrıkulu’nun 1990’larda TSK’nin işlediği ve mahkemeler nezdinde kabul edilmiş katliamları konu etmesi karşısında da güçlü bir şovenist kampanya devreye girmiştir. Bunun Irak ve Suriye Kürdistanı’na yönelik TC’nin güncel planlamalarından ve saldırı hesaplarından bağımsız olmadığı açıktır.
Kürt meselesi, göçmen meselesi, emperyalistlerle yaşanan kimi sorunların politikaya dönüştürülmesi, komşulara düşmanlık siyaseti kitleleri Türk şovenizmiyle doldurmakta ve sistemine meşruiyet sağlamaktadır. Yoğunlaşan ekonomik krizde ise bu kampanyalar daha sık ve etkili şekilde devreye girmektedir.
Önümüzdeki süreç Kürt ulusal haklarına yönelik saldırıların tırmandığı, emperyalizme daha güçlü şekilde bağlanıldığı bir süreç olacaktır. Şovenizmle bu bağlamda soluksuz mücadele ve kitleleri sorunların özünde yatan politik gerçeklerle bilinçlendirme çalışmalarını yoğunlaştırmalıyız. Ekonomik krizden daha da önemlisi politik kriz kitleleri eskisi gibi yönetilmek istemeyen bir şekillenişe itecektir. Tüm şekillenişimiz, politik yönelimimiz ve mücadele araçlarımız bu ihtiyacı karşılamak üzere olmalıdır. Geniş halk yığınları daha azıyla, sistem içi iyileştirmelerle değil iktidarı zapt etme bilinciyle donatılmalıdır.