Biat edene kapıların açıldığı, etmeyenin kapı dışarı atıldığı ülkemiz sanat cephesi:
Cüretlendirilen Cehalet, Cezalandırılan Muhalefet
İçinde yaşadığı toplumdan beslenmeden, onun acılarına, sevinçlerine, kederlerine, neşesine ilgi göstermeden üretim yapabilir mi bir sanatçı? Bu iddiasızlıkla ortaya koyduğu yapıt ne kadar kalıcı olur peki?
Binlerce yıldır ortaya konulan yapıtlar gösterdi ki, sanatçı yaşanılanları kendi imbiğinden geçirerek onu estetize eder aynı zamanda söylenmeyeni söyleyen dil, yazılmayanı ortaya çıkaran kalem, haksızlığa karşı çıkan fırça, çığlığı duyuran bir nota olduğunda halkın belleğinde ölümsüzleşir. İçinde yaşanılan anda değeri ortaya çıkarılmaz bazen, lakin onun kalıcılığı, gerçeğin üstünün toz dumanla karartılmaya çalışıldığı günlerde perde arkasını gösterebilme gücü olan gözlem yeteneğinden ve yaratıcılığından gelir.
Pek tabidir ki, bu yaratıcılık ancak ve ancak siyasal iktidardan, sermayeden, egemenlerden bağımsız olabilme gücünden beslenir. Aksi takdirde halkının sanatçısı değil sarayın soytarısı olma vasfı içerisinde kendini çok rahatlıkla bulabilme tehlikesi belirir.
Bu konuda hafızalarda tazeliğini koruyan pek çok örnek mevcut kuşkusuz. Örneğin ülkenin ilk kadın ozanlarından biri olma özelliğine sahip olan, toplumsal sorunlara duyarsız kalmayan, siyasal kimliği nedeniyle eşiyle birlikte sürgün de edilen Şahsenem Bacı yıllarca bu duruşunu korumuşken, aynı şeyi oğlu Yavuz Bingöl için söyleyebilmek mümkün değil artık.
O annesinden öğrendiği sazı Saray’ın beyni ve ruhu İbrahim Kalın’la birlikte artık sadece tıngırdatmaktadır. Yine annesinden aldığı “solculuğu” haraç mezat ‘’reis’’ güzellemeleri yaparak halka doğrulttuğu bir silaha çevirmekten geri durmamaktadır. Halkın içinden çıkıp, onun değerlerini öğrenmiş ama o sınıfa ihanet ederek o değerleri kesesini doldurmanın bir aracı olmaya çevirmiştir artık. “Tayyip Bey’in sokaklarda ölmüş annesine küfredildiği zaman, ertesi gün o da Berkin Elvan’ın annesini yuhalattı. Bu çok insani bir şey…” demesinin ardından gördüğü tepki ile özür dilese de sonrasında siyasal iktidara olan yakınlığı onun duruşunu ortaya koyuyordu artık.
Her geçen gün ev baskını ve gözaltıların yapıldığı hapishanelerde binlerce muhalifin olduğu, insanların sosyal medya paylaşımlarında bile temkinli hale getirilip korku iklimi yaratıldığı bir ortamda Hülya Koçyiğit’in sözleri yandaş sanatçılığın hali pür mealini ortaya koyuyordu: “Bu ülkede kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Yaptıklarından dolayı bir gün herkes Erdoğan’ı takdir edecek.” Halkının yaşadığı acılardan bunca kopuk olan yandaşlık artık dizginleri öyle bir ele almıştır ki, siyasal iktidarın kültür-sanat cephesinde yaptığı kıyımlar, KHK ile tiyatro, sinema TV bölümlerinin neredeyse akademisyensiz bırakılması, tiyatro oyunlarının sansürlenmesi, filmlerin yasaklanması, sanatçıların hedef gösterilerek linç edilmeye çalışılması bile Koçyiğit için yok hükmündedir artık.
Roland Barthes’in dediği gibi: “Faşizm sadece konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir’’ sözünden hareketle sanat cephesine dayatılan biat etmenin hem yaptıkları üretimlere yansıması hem de altı çizilerek söylemlerinde bunun vurgulanmasının dayatılmasıdır. Efrin saldırısı sonrası hepten azdırılan milliyetçi/şovenist dalga bu baskılanmanın en bariz örneklerini gözler önüne sermiştir. Bir yanda sette kullandığı askeri üniformayı giyerek savaşa destek sözleri yazan Burak Özçivit varken diğer yanda “savaşa hayır” yazan Ceylan Ertem vardır, bir yanda Efrin’e göreve gönderilmek isteyen Yılmaz Morgül vardır bir yanda savaşa karşı bir mektup yazarak AKP’li vekillere gönderen 170 aydın ve sanatçı. Bunlardan siyasal iktidarın istediği doğrultuda konuşanlar yandaş medya tarafından pohpohlanırken, savaş karşıtı paylaşım yapan Ceylan Ertem ve 5 yıl önceki röportajında zorunlu askerliğe karşı olduğunu söyleyen Mert Fırat sosyal medyada lince uğratılmıştır.
Erdoğan’ın aydın ve sanatçıların savaş karşıtı mektubu sonrası söyledikleri tahammülsüzlüğün boyutunu gözler önüne sermektedir: “Profesör olmak, doçent olmak, sanatçı olmak size artı değer mi katıyor? Hainler. Vicdansızlar. Adiler. Ahlaksızlar.” “Reis” böyle der de şürekası durur mu? Hepsi aynı telin namelerinden çalmaya başladılar bu defa. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “Bunları bir kez daha milletimize şikayet ediyorum. Böyle aydın olmaz olsun.” diyerek istedikleri biat eden aydın tipine dikkat çekiyordu. Savaşa karşı bildiri yayınladığı için gözaltına alınan Türk Tabibler Birliği Merkez Konseyi üyeleri için de “Böyle doktor olmaz olsun!” dememişler miydi? Meslek kuruluşlarına şovenist kafayla verilen “Türk” adı bile yeterli bulunmamış, mutlak ve kesin biat isteyen bir tanım yaparak “Türk” kelimesinin kaldırılmasını istemişti reis. Nitekim “En iyi Kürt ölü ya da işbirlikçi Kürt” ise “En iyi Türk şovenist Türk” tü!
Yaşanan akıl tutulması öyle bir hal aldı ki, magazin programında dört sunucu kafa kafaya verip “Afrin’e destek paylaşımı yapmayan ünlüler kimler?” diyerek program yapabiliyor! “Sadece Diktatör” oyunuyla sahne alan tiyatrocu Barış Atay’ın oyunu yasaklanırken bu yasakçı zihniyet çocuk oyunlarına kadar her yeri kapsamına alıyor. Lakin, her şey zıddıyla beraber bu yasaklama binlerce kişinin oyun metnini onlarca yerde okuyup sahnelemesine de yol açıyor. Oyuncular Sendikası Başkanı Meltem Cumbul Atay’a destek çıktığı için linç ediliyor, sanatçı Pınar Aydınlar söylediği türküler yüzünden onlarca dava ve soruşturmayla yıldırılmaya çalışılıyor.
Faşizm, işçileri, emekçileri işinden ettiği gibi sanatçıları da “işsiz” bırakma tehdidiyle, olanaklarını elinden alarak hizaya sokmaya çalışıyor, Sıla örneğinde olduğu gibi tek bir karşı çıkış bile konserlerin iptal edilmesine, programlara çıkma yasağı getirilmesine yetiyor.
İlhan İrem durduğu yerden, hümanist bir bakış açısıyla “Güce tapmak sanatla bağdaşmayan bir kişilik bozukluğudur.” Diye tarif ediyor işgal ve savaş yanlısı tutumları. Ancak mesele kişilik bozukluğunun ötesinde ezilen halka yönelik sınıfsal ve politik bir düşmanlıktır. Bu koşullarda tarih, her zaman olduğu gibi defterine usulca kimin nasıl geçeceğini kaydediyor…
Tüm bu baskılara rağmen su götürmez kesin bir gerçek var ki, yıkıcı olmakta seviye atlayan faşizmin kendi kültürünü yaratma, kendi istediği sanatçı profilini yaratma konusunda alabildiğine başarısız olduğudur. Sözüm ona saraya çağrılarak “sanatçılık”ları kutsananlara baktığımızda bunu net bir şekilde görüyoruz. Nitekim Erdoğan’da yaptığı bir konuşmada bunu itiraf etmiş: “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” diyerek devşirerek sanatçı yetiştiremeyeceklerini kabul etmiştir.
Görünen o ki şovenizmin ve savaş çığırtkanlığının artışı verilen kayıplar arttıkça, kriz derinleştikçe daha da artacak, toplumun tüm kesimleri gibi sanatçılar da biat etmeye zorlanacaktır. Bu noktada bir toplumun türkülerinin türküleri yasaklayanlardan daha uzun yaşadığını, daha kalıcı olduğunu hatırdan çıkarmamak da fayda var. Önümüzdeki süreçte belli ki devrimci, demokrat, yurtsever kesim üzerinde dolaşıma sokulacak sözcükler “hain”likden başlayıp, “teröristliğe” uzanacak, “istenmiyorsunuz” dan başlayıp “defolun” a kadar gidecektir. Onların sözcüklerine karşılık her alanda haklı talepleri yaymak boynumuzun borcudur.
Tarih dersinden sınava girdiğimiz şu dönemde sanatçıların da haksız savaşa karşı durmak, Kürt halkının özgürlük talebini desteklemek ve zalimin yanında değil de karşısında yer almak geçer not almanın ilk ve olmazsa olmaz koşuludur.