30 Ekim-9 Kasım tarihlerinde Dersim Aliboğazı’nda yaşanan bombardımanda ölümsüzleşen TİKKO Dersim Bölge Komutanlığı üyesi Cumhur Sinan Oktulmuş’un (Deniz) sağ tasfiyeci kaçkınların manipülasyonlarına yönelik kaleme aldığı “Biz geçici olanların tersine kaldığımız yerden devam ediyoruz” başlıklı mektubu yayınlıyoruz.
“Gerilla alanındaki “geçici yol arkadaşlarımızın” son hamleleri ve devamındaki pratikleri bizler açısından oldukça öğretici oldu. “Kötü öğretmenlerimiz” bize bu süreçte, partiyi, örgütü korumayı, örgütlü yaşamanın gereklerini; bir devrimci açısından partiye, yoldaşlara, halka bağlılığın önemini bir kez daha hatırlattı(!) Yaşananların, tartışmaların bu kadar açık yürütüldüğü, buna rağmen birçok manipülasyon, dedikodu ve bilgi kirliliği ile partiye, devrime, mücadeleye olan inancın yıpratılmaya çalışıldığı bir sürecin içinden geçtik/geçiyoruz. Şimdiye kadar savaşın içinde bulunduğu zorunlu koşullardan da kaynaklı bu tartışmaların genelde dışında kaldık. Süreç içinde partimizin aldığı kararları ve açıklamaları esas alıp, yolumuza çıkan engelleri aşarak “işimize baktık!” Ancak gelinen aşamada gerilla alanının, şehit yoldaşlarımızın, dedikodularla kaçkınlıklarına malzeme yapıldığı pratiklere şahit olduk.
Burada tüm yaşananları uzun uzadıya aktarmak isterdim. Ancak buna hem imkan yok hem de gerekli değil. Burada sadece alanımızda hizip örgütleyerek silahları toprağa gömüp, savaş alanından kaçanların ibret verici birkaç öyküsünü anlatacağım. Gerisi herkesin kendi takdiridir.
“Geçici Komser”, belli hesaplarla geldiği gerilla alanında istediğini elde edemeyince Aliboğazı’nda 12 yoldaşın şehit düştüğü operasyondan sonraki baharda “alandan nasıl giderim”in hesabını yapmaya başladı. Malum, işler zorlaşmıştı. Düşman elindeki tüm olanaklarla üstümüze geliyordu. Gerillanın görece “rahat” günleri geride kalmıştı. Örgütümüzün neredeyse en deneyimli-iş bitirici kadrolarının çoğu şehit düşmüş, sayımız da görece azalmıştı.
Partide de işler iyi gitmiyordu. Bir “kurtarıcıya”, bir “kahramana” ihtiyaç vardı (!) Etrafına baktı. Böyle birini göremedi (!) Savaşçı yoldaşları hesaba katmaya bile gerek yoktu onun için…
Alınan kayıpların ardından örgütü toparlamak, savaşın önümüze çıkardığı yeni sorunları pratik içinde çözmeye çalışmak, tüm bu süreç içinde partiyi örgütlemek vb. bütün bunlar, öyle kolay değildi. Ve oldukça uzun bir zaman alırdı. Ayrıca sadece yazarak ve konuşarak Halk Ordusu’na önderlik edilemeyeceğini de kısa süren gerillacılık yaşamından öğrenmişti.
Bunun için her türlü zorluğa katlanmak, yaralarımızı sarıp, olanaksızlıklara rağmen yürümeye devam etmek gerekirdi. Bir savaşın içindeydik. Düşmanımız vardı. Ve yaşananlar savaşın doğasında vardı. Bir yandan da partinin başına geçip onu doğru yola koyacak bir “kahraman” eksikliği kendisini her yerde hissettiriyordu(!) Bunu “esas” alanda “partinin merkezi görevinin icra edildiği alan” da yapmak, maalesef aklına gelmedi(!) Daha doğrusu işine gelmedi. Sürekli “batıdakilerin bana ihtiyacı var” deyip durdu. Gerçekten de batıdakilerin ona ihtiyacı vardı. Çünkü belli ki onlardan da bir “kahraman” çıkmayacaktı. Nihayetinde her fırsatta reklamını yapmaktan çekinmediği 25 yıllık partili kimliğinin getirdiği sorumlulukla(!) “partinin başına geçecek kahraman” olarak kendini gördü. Belli ki burada “harcanmaya”, buradaki “basit işlerle” ömür tüketmeye pek niyeti yoktu.
Partideki “sayısal denge” durumu da ona güç veriyordu. Ve “kapağı yurt dışına atabilirse” bir fırsat bulup MK üyesi olması işten bile değildi… Öyle ya partinin yarısı onu “önder” görüyordu(!). Bu sırada partideki ayrışma süreci gittikçe daha belirgin hale gelmiş, saflar netleşmişti. Tam bu sırada o vahim olayın, Nubar Ozanyan’ın şehadetinin haberini aldık. Biz, daha olayın ayrıntılarını öğrenmeye çalıştığımız sırada açıklamalar peş peşe gelmeye başladı. Ve “kahramanımız”, gereken işareti almışçasına “küçük grubuyla” birlikte “tarihe not düşmek” bahanesiyle tarih sahnesindeki yerini aldı.
Belli ki Nubar Ozanyan’ın şehadetinden çıkardığı ilk sonuç, “sayısal denge”nin bozulması ve azınlıkta kalmış olmanın verdiği dayanılmaz acıydı. Bu gerçekten de acı verici bir durumdu(!)
Hızlıca bir hizip çalışmasına girişti; ancak bu hizip çalışması, aynı hızla deşifre oldu. Grup içinde yaşanan açık bir tartışmadan sonra yanına “ikna etmeyi başardığı”, mücadeleyi bırakmış ve Avrupa hayalleri kurmaya başlamış iki elemanı da alarak partiden ayrıldı. Sonrasında bu gruba “Çakma Komutan” da katıldı. Malum o da “ben iki taraftan da değilim, FA yoldaşla hareket edeceğim” diyerek kendini kurtaracağını düşündü. Sonrasında “Geçici DPK” ve “Geçici Komutanlık” imzalı açıklamalar ve hemen ardından gelen “Siyasi Komser” röportajı yayınlandı. Savaşı yükselteceklerine, şehitlerin hesabını soracaklarına yeminler edildi (!) Ama aslında tüm bunlar yayınlanırken Avrupa’ya kaçışın planlarını yapıyorlardı. Halka, şehit ailelerine, parti tabanına açık açık, yüzleri bile kızarmadan yalan söylediler. “TİKKO içinde gerçekten bir ayrışma varmış, artık iki ayrı TİKKO varmış” gibi göstermeye çalıştılar.
Baharda Çiğdem ve Nergiz yoldaşların şehadetinden kısa bir süre sonra “sosyo-ekonomik yapının gereği olarak gerilla savaşının Dersim’de değil de Avrupa’da başlatılması gerektiğini” öğrendik. Çünkü kahramanlarımız, ipi ilk göğüsleyenler olarak bu kez orada sahneye çıkmış, bilmem kaç yıllık partililiklerinin, bilmem kaç yıllık gerillacılıklarının reklamını yapar olmuşlardı.
Onlar, bunları yapa dursun, biz aslında sadece partimizin tarihinde birçok kez izlediğimiz bıktırıcı bir filmin kötü bir kopyasını izliyorduk, o kadar. Üstelik de bu filmlerin nasıl çekildiklerini bir dönem alanımızda eğitim veren hizbin başlarından bizzat dinlemiştik. Ve hafızamız da sanıldığı kadar zayıf değildi. Filmin son sahnesi, -oyuncular her seferinde farklı da olsa- hep aynı şekilde bitiyordu. Böylelikle bu film de aynı şekilde bitti ve biz, geçici olanların tersine, kaldığımız yerden yolumuza devam ettik.
Bir de ibretlik bir fotoğrafın öyküsü var. Biz yine bu baharda öğrendik ki kan-can pahasına yaratılan değerlerimiz, “intikam yeminleri” eden bu “geçici yol arkadaşlarının” üstün yüzeysellikleri sonucu düşmanın eline geçmiş. O fotoğrafı gören, öyküsünü dinleyen her yoldaşın neler hissettiğini gerillayı, gerilla alanını biraz bilen herkesin tahmin edebileceğini düşünüyoruz. Üstelik o fotoğrafta; henüz gerilla alanında olmalarından kaynaklı silahsız bırakmamak için verdiğimiz silahların yanında şu an eksikliğini her an hissettiğimiz, üzerine hesaplar yaptığımız bizim olan cephaneyi görünce öfkemiz yüz kat arttı.
Geçtiğimiz yıl bu cephaneyi almak için birçok girişimde bulunmuş, bunun için taraftarlarımızdan bağış almıştık. Cephaneyi getirmesi için kendisine de para verdiğimiz bir kurye, cephaneyi bize vermemek için bizi epeyce oyaladı. Bu kişinin hizipçilerle ilişkisi olduğunu duyduğumuzda cephane işinden haberi olan hizipçilerin bu işle bir ilgileri olduğunu düşünerek kendilerini uyardık. Kendileri bizzat “cephanenin bizim olduğunu, onunla bir işleri olmadığını, bize teslim edeceklerini” söylediler. Ancak bu teslimatı yapmak için ayarlanan randevular boş çıktı. Tek bir mermi bile alamadık.
Kısacası açıkça dolandırıldık. Bu cephanenin alınmasında ne “Geçici Komser”in ve ne de FA’nın uzaktan yakından bir ilişkileri yoktu, olmadı. Aslında kendilerinin de belirttikleri gibi gerçekten de “o cephane ile hiçbir işleri yoktu.” Bütün dertleri, cephanenin partinin eline geçmemesiydi. Ve bunu da cephaneyi düşmana teslim ederek başardılar. O ibretlik fotoğraf gazetede de yayınlandı. Herkes gördü.
Yüreğinde düşman kini, sınıf kini olan herkesin, o fotoğrafa bakıp, o fotoğrafın öyküsünü dinleyip de yüzlerce şehidimizin kanlarıyla yaratılan bu değerlerin düşmanın eline geçmesi karşısında bir tutum geliştirmesi gerekir. Düşmanın imha savaşı yürüttüğü bu koşullarda bu kırılmış, tarumar olmuş düşman bilinci, partiye olan düşmanlıkla malul bu yaklaşımla yürünecek yol, kat edilecek mesafe savaşçı çizgi, komünist-devrimci çizgi dışında her yola çıkar.
Elbette ilk defa silah-cephanemiz ele geçmiyor. Ama bu basitçe, yüzeysellikle açıklanabilecek bir durum değildir. “Kahramanlarımız” silahlarını gerçek sahiplerine teslim etmek yerine, en olmayacak yere gömüp savaş sahnesini terk etmeyi tercih etmişlerdir. Filmin belki de en çarpıcı sahnesi budur. Şimdi hizipçilerin propagandasından etkilenerek o saflarda yer alanlara birkaç soru sormak istiyorum. Savaş alanında kendilerine verdikleri isim gibi “geçici” olan bu şahsiyetler, partiden ayrılırken hep “savaşı yükseltme” söylemlerine sarıldılar. İnsan ister istemez soruyor; savaşı yükselteceklerini söyleyenlerin yolu, neden Avrupa’ya çıktı? Neden bu insanlar bu kadar rahat bir şekilde “kavga kaçkınlığı”nın teorisini yaptılar? Burada bir tuhaflık yok mu?
Buraya kadar anlattıklarım tamamen gerçeklerden ibarettir. Herkesin kendisine samimiyetle sormasını istiyoruz. Peki siz bu gerçeklerin neresinde duruyorsunuz? Ya da aslında şöyle ifade edeyim. Bu “geçici yol arkadaşlarıyla” yola devam edebilecek misiniz? Attığı her adımda tasfiyeciliği örgütleyen bir anlayışın, hala parti çizgisinde ısrarlı olduğuna dair yalanlarına, manipülasyonlarına ne kadar tahammül edeceksiniz? Tarihin tekerleği kararlılıkla dönerken ve eğilim belliyken halka, devrime gönül verenlere ve Kaypakkaya çizgisine bağlı olanlara söylenen yalanlara daha ne kadar katlanmak mümkün olacak? Malum hizipten sonra parti olarak bir yandan sürecin muhasebesini yapmaya ve bir yandan da toparlanıp yola devam etmeye çalışıyoruz.
Gerilla alanı açısından da durum, partinin sürecine paralel işliyor. Biliyorsunuz, son iki yılda yirmi beş yoldaşımız şehit düştü. Örgütümüzün ve genel olarak gerilla faaliyeti yürüten hareketlerin hem sayısal olarak hem de nitelik bakımından güç kaybettiği bir dönemden geçiyoruz.
Düşman saldırıları neredeyse aralıksız devam ediyor. Biz tüm bu zorluklar içinde yolumuza devam ediyoruz.
Partiyi ve orduyu bu zorluklar içinde güçlendirmenin iddiasını taşıyoruz. Birileri tasfiyecilik ve reformizm rüzgarının kendilerini savurduğu “malum yerlerde” kahramanlık oyunu oynayarak kaçkınlardan „kahraman“ yaratmaya çalışırken, bizim gerçek kahramanlarımız, silah elde düşmanla göğüs göğüse çarpışarak şehit düşüyor.
Sizce gerçekten de hangisi TKP/ML’dir? Sözünün arkasında duranlar, gerçekten kimlerdir? “Özü-sözü bir olmak, tutarlı olmak”, hangisinin pratiğinde cisimleşiyor? Şehit yoldaşlarımız, partimizin kendilerine gösterdiği doğruların uğrunda şehit oldular. Geride kalanlar da en az onlar kadar iddialıdır. Şimdi biz o şehit yoldaşların izinden yürüyoruz. Kaçkınlarla kahramanlar arasındaki kalın çizgiyi ve pratiği her dürüst insan görüp değerlendirebilmelidir. İnsan mücadele yaşamında çok büyük hatalar yapabilir. Ancak önemli olan, yaptığı hataları açık yüreklilikle ve samimiyetle kabul edip bunları düzeltmeye çalışmasıdır.
İşte o zaman halkın ve partinin huzurunda büyük değer ve saygınlık kazanır. TİKKO’ya katılım çağrısı yaparken “kimseye ne şan, ne şöhret, ne mevki-kariyer, ne de başka bir şey vaat ediyoruz; herkese yalnızca mücadele etmeyi ve halka hizmet etmeyi vaat ediyoruz” dedik hep. Şimdi aynı çağrıyı hizipten, tasfiyeci, reformist, gerçek dışı propagandalardan etkilenenlere partiye dönmeleri için yapıyoruz.
Umarız bu samimi ve hesapsız çağrıya olumlu karşılık verir ve aslında olmaları gereken yerde vakit kaybetmeden yerlerini alırlar.
Son olarak birkaç şey daha söylemeden edemeyeceğim. Bu son dönemlerde buraya, bizlere ve şehitlere ilişkin yığınla dedikodu kulağımıza gelir oldu. Buradaki yönetime, şehit yoldaşlara vb. ilişkin yalan-dolanlarla örgütümüz yıpratılmaya çalışılıyor. Bütün bu dedikodulara yanıt vermeye bizim ne ömrümüz yeter ne de bunlara ayıracak zamanımız var. Kitlemizin bunlara kulak asmamasını istemekten başka elimizden bir şey de gelmez.
Bir de duyduğumuza göre “malum arkadaşlar” şehit yoldaşlara ilişkin bir kitap yayınlamışlar. Tanıtımı için de “yaşarken değeri bilinmeyip ölünce kıymete binenlere” gibisinden bir cümle kullanmışlar. Ellerindeki her olanağı partiye saldırmak için kullanan bu haysiyet yoksunları nerede durduklarını, ne halt yediklerini bilmeden, utanmazca böyle cümleler kurmayı devrimcilik sanıyorlar. Biz böylesi cümleleri düşmanın literatüründen, onun psikolojik savaş argümanlarından tanıyoruz. En az on gerilla donatacak cephanenin düşmanın eline geçmesinde “emeği” olan bu savaş kaçkınlarının şimdi oturdukları rahat koltuklarından şehitlerimiz üzerinden böylesi iğrenç propagandalara başvurmalarını ibretle ve tabi ki öfkeyle izliyoruz.
Anlatacak-söyleyecek daha çok şey var.
Ancak dediğim gibi bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.
AĞUSTOS 2018 /DENİZ