Son günlerde sık sık karşımıza çıkan bir bilgi var: “TÜİK verilerine göre, 2008-2016 yılları arasında 104 bin 531 çocuk kayboldu.” Bu veri bize birçok şey söylüyor. Örneğin, paylaştığımız en güncel verinin 2016 verisi olması Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 8 senedir kaybolan çocuklara dair herhangi bir istatistik paylaşmadığı anlamına geliyor. 1 sene içerisinde, 13 binden fazla çocuğun kaybolduğu anlamına geliyor. Bu ülkede, günde 35 çocuğun kaybolduğu anlamına geliyor. Verilere daha yakından baktığımızda karşılaştığımız gerçek ise bize verilerin zaten kayıp çocuk sayısına işaret etmediğini gösteriyor. TÜİK yayınladığı tekzip ile şunu ifade ediyor: TÜİK’e adli bilgiler olarak gelen veriler kayıp çocuklar üzerinden değil, bulunup devlete teslim edilen çocuklara dair. Dolayısıyla açık biçimde şunu söyleyebiliriz ki TC devletinin hiçbir kurumu kayıp çocuklara dair bir veri tutmuyor, tutuyor ise bunu halk ile paylaşmıyor. Karşımıza sık sık çıkan bu bilgi ise kayıp değil, kaybolduktan sonra “bulunan” çocukların sayısı.
Bu durumda biz kendi elimizdeki veriler yani toplumsal hafızamız üzerinden konuşalım. Bizim elimizdeki veriler kayıp çocuklara dair verileri paylaşmayan, buna dair bir politikası, gündemi dahi olmayan devletin bizzat kendi eliyle çocukların oldukça sistemli bir biçimde kaybedildiğini/katlediğini gösteriyor. Bir önceki yazımızda Türkiye’de yaşamakta olan çocukların ne koşullar altında yaşam mücadelesi verdiğini sormuş, bunun yanıtını vermiştik. Bu yazımızda da Türkiye’de yaşam hakkı elinden alınan çocukların durumunu soralım. Bu ülkede ölen çocuklar hangi nedenlerle ölüyor? Elbette buna dair doğru bir veriyi TÜİK’ten beklemiyoruz, kendi verilerimize dönüyoruz. Türkiye’de çocuklar operasyonlar ve saldırılarda, yargısız infazlarda, dur ihtarlarında, rastgele ateş açmalarda, toplumsal eylemlere saldırılarda, alıkonulma yerlerindeki muamelelerde, faili meçhul cinayetlerde, mayın ve çatışma atıklarının patlamalarında ölüyor. Çocuklar bireysel silahlanma sonucunda, ihmal sonucunda, patlama ve bombalı saldırılarda; uyuşturucu kullanımı, gıda zehirlenmeleri, soba zehirlenmeleri ve ev içi şiddet nedeniyle; gözaltında vurularak, sınırda vurularak, mayın patlaması ile, zırhlı araç tarafından ezilerek, iş cinayetlerinde, afetlerde ve intiharda ölüyor. Çocuklar, kent içindeki inşaat çukurlarına düşerek, denetlemesi yapılmamış asansör boşluklarında sıkışarak, sıcak havalarda girdikleri ve uyarı levhası dahi olmayan sulama kanallarında yüzerken ölüyor. Burada adını anmak istediğimiz ve anabileceğimiz binlerce çocuk var, burada hepsini anamayacağız ancak bazılarını anmadan geçemeyeceğiz.
Şırnak’ta 18 aylık Mehmet Aytun’un annesinin kucağındayken gaz fişeği ile, 7 yaşındaki Miraç Miroğlu kapısının önünde bisiklet sürerken çarpan zırhlı araç ile, cenazesi günlerce derin dondurucuda bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga evinin bahçesinde otururken 3 asker kurşunu ile vurularak, 10 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Ahmet Direk Turan Haskiro Adana’da çalıştığı yerde asansörde sıkışarak, MESEM adı altında çalıştırılan 16 yaşındaki çocuk işçi Eren Dağ Konya’da elektrik akımına kapılarak katledildi.
Hiçbirinin faili cezalandırılmadı.
Urfa’da 12 yaşındaki kayıp Abdülbaki Dakak zorla gönderildiği Semerkand Vakfı denetimindeki medresenin yakınında bir ahırda asılı halde bulundu. Medrese kapatıldı, imam açığa alındı, haberlere yayın yasağı getirildi. Bu yazının yazıldığı günlerde, 2009’da askerlerin attığı gaz fişeğiyle katledilen 18 aylık Mehmet Uytun davasında, 15 yıl sonra olay yeri keşfine karar verildi. Ağrı’da 4 yaşındaki Leyla Aydemir’in ölümünden sorumlu bulunan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Yusuf Aydemir, istinaf mahkemesinin “eksik soruşturma” kararıyla “suçsuz” bulundu ve tahliye edildi.
Hiçbirinin faili cezalandırılmadı.
Panzerin altında kalan Yahya, havan mermisiyle katledilen Ceylan, çatışma arasında kalan Mizgin, mayına basan Erdal, Alim-Der yurdunda başı kesilerek katledilen Mehmet Sami Tuğrul, Roboski’de bombalanan 19 çocuk, yataklarında uyurken evlerine giren zırhlı araçla öldürülen Furkan ve Muhammed, mezarlıkta kendini asan 9 yaşındaki Suriyeli göçmen Vail El Suud ardından, hiçbir fail cezalandırılmadı. Çünkü fail doğrudan devletin kendisidir. Devletin, sistemin devamlılığı için giyindiği “dokunulmazlık zırhı” yine aynı devlet tarafından delinmeyecektir. “Devlet bekası” propagandası ile halkı devletin çıkarlarını korumaya sevk edilmektedir. Bugün ise durum iyidir; çünkü halk doğasını, kadınlarını, çocuklarını, haklarını devlete karşı koruma görevi üstlenmesi gerektiğini farkına varmaktadır.
Şimdi Adalet Bakanı Yılmaz Tunç: “Narin kızımızın ölümünden sorumlu olan ya da olanlar, adalet önünde hesap verecektir.” diyerek karşımıza çıkıyor, biz de diyoruz ki sizin yalanlarınız varsa kitlelerin tarihsel hafızaları ve sağduyuları var; üretim ve sosyal mücadele sürecinde edindikleri deneyimler, yaptıkları gözlemler var. Hatırladıkları ve unutmadıkları var. Siz yukarıda adı geçen ve geçmeyen hangi çocuğun ölümünden sorumlu olanlardan hesap sordunuz da Narin’in katillerinden hesap soracaksınız? Hesabı soracak olan halktır. Hesabı soracak olan biziz ve diyoruz ki hesap soracağız.
“Çocuk cinayetleri politiktir” şiarı gelişigüzel söylenmiş bir belirleme değildir. Peki neden politiktir? TC devletinin gerçekliği ve tarihi, yozlaşma ve çürümenin ortasında ardı ardına kaybedilen, katledilen çocukların tarihidir. Çocukların nasıl bulunacağını herkes biliyor ancak sistem-siyaset kendini tekrar edip duruyor. Bu öyle bir tekrar ki toplumsal hafızada kayıp çocuklara dair “Ayla olmak” diye bir deyim bile var. 1961 yılında, darbe sonrası 1961 genel seçiminden hemen önce her gün gittiği bakkal yolunda kaybolan ve yıllarca aranan 6 yaşındaki Ayla’dan bu yana kendini tekrar edip duran bir sistem bu. Sonucu ise haberler, yükselen reytingler, kayıp arama programları, meraklı seyirciler ve onlarca tartışma.
Narin’in kaybolması ardından da süreç farklı ilerlemedi. Jandarmanın arama sırasında köyde büyük bir cephane bulması sonrasında ise Narin’in katledilmesine ilişkin haberlere yayın yasağı getirildi, ardından da bu iddialar hiç konuşulmadı.
Narin’in kaybolması ardından herkes parmağını doğrultacak bir suçlu aradı. İlk hedef “Kürtlük” oldu. Kürtler “geri kalmış” gelenek ve töreleri ile bu tür vahşetlerden sorumlulardı (!) Ardından hedef köylüler oldu, yine “geri kafalılığı” ile bu tür durumlara neden oluyorlardı. Şehirlilerin daha güvende hissetmeleri için herkes var gücü ile konuştu. Oysa bunların ortasında görmezden gelemeyeceğimiz gerçekler var, bu gerçekleri dile getirmeden geçmeyelim. Narin Güran cinayeti ile ilgili yürütülen soruşturmada tutuklanan amca Salim Güran’ın bir toprak ağası olduğunu, HÜDA-PAR ve Hizbullah ile ilişkilerde sıklıkla adının geçtiğini ve faşist devletin dostu olduğunu görmemiz gerekiyor. Peki bu neyi gösteriyor? Türkiye’nin egemen sınıfları çıkarlarını korumak için kol koladır. Devletin Türkiye Kürdistanı politikalarında çocuk, kadın, yaşlı, hayvan kısaca hiçbir canlının yaşamının bir değeri yoktur.
AKP’nin Diyarbakır vekili Galip Ensarioğlu çıkıp bir şeyler bildiğini ancak “bizimle” paylaşamayacağını çünkü ailenin “dostu” olduğunu, onları üzecek bir şey söylemek istemediğini dile getiriyordu. Elbette buna şaşırmıyoruz. Çünkü onların kimlerin dostu olduğunu çok iyi biliyoruz. Emperyalistlerin, komprador kapitalistlerin, toprak ağalarının, tarikatların, katillerin dostları halkın dostu olamaz.
Tüm bunların karşısında ağlamayı, yas tutmayı ve izleyici olmayı mı tercih edeceğiz? Kapılarımızı pencerelerimizi kapatıp kendimizi ve çocuklarımızı korumanın yollarını mı arayacağız? Daha önce dile getirdiğimiz gibi yeniden dile getirelim: Hayır, bunları kabul etmiyoruz. Yukarıda adı anılan ve anılamayan binlerce çocuğun hiçbirinin katilinden hesap sormayanlar ne şimdi ne de gelecekte hesap sorabilirler. Hesap soracak olanın biz olduğu bilinci ile öfkemizi isyana çevirelim.
devam edecek…