Cenazelerimizin Anlattıklarına Kulak Verelim

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]

2015 yılında Amed’in Sur ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında katledilen Hakan Arslan’ın cenazesi 7 yıl sonra ailesine teslim edildi. Oğlunun cenazesini bir kutu içinde teslim alan baba Ali Rıza Arslan “Ne savcı vardı ne de hâkim, bir memur vardı. 28 yaşındaki oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu dolaptan çıkarıp elime verdiler, bunu hiç beklemiyordum, gözlerim karardı, nefesim kesildi.” diyor. Bu yakınmayı tanıyoruz: Taybet Ana’nın çocuklarından, Cemile Çağırga’nın annesinden, ATK’den (Adli Tıp Kurumu) cenazesini bekleyenlerden… Öz yönetim direnişleri boyunca silahlı/silahsız halktan yüzlerce kişi katledildi. Hâlâ cenazesini teslim alamayan şehit aileleri var. Devletin bu direnişten duyduğu korku yankıları hâlâ sürmektedir: Geçtiğimiz hafta Figen Yüksekdağ’ın sokağa çıkma yasaklarında katledilenleri anlattığı “Yıkılacak Duvarlar” isimli şiir kitabına getirilen toplatma ve imha etme kararı bunun örneğidir. Mücadelenin gelecek nesillere taşınabilecek her türden simgesi, nesnesi devleti rahatsız etmektedir; çünkü tüm bunlar bir hafıza yaratmaktadır. Cenazelerimiz de bu hafızada yer tutmaya devam etmektedir.

Devletin savaş politikalarının bir yansıması olarak karşımıza çıkan cenazelere işkence, son dönemde boyutlanmış ve devlet cenazelerin ailelere teslim edilmemesi, kimsesizler mezarlığına gömerek yerlerinin bilinmemesi, cansız bedenlere fiziksel işkence gibi çeşitli işkence yöntemini uygulamayı artırmıştır. Özellikle gerilla alanlarında kimyasal silah kullanmaktan çekinmeyen Türk devleti, gerillayı imha etme hevesiyle hareket etmektedir. Gerilla cenazelerinin bombardıman sonucu vücut bütünlüğünü kaybetmesi ya da vücut bütünlüğü olan cenazelerin tanınmayacak hale gelmesi/getirilmesi de cenazelerin ailelere teslim edilme süreçlerini uzatmaktadır. Teşhise sokulmayan ailelere DNA dayatması yapılarak sürecin sürüncemede bırakılması da işkencenin başka bir ayağını oluşturmaktadır.

Cenazelerin sahiplenilmemesi isteği ile hareket eden Türk devleti, cenazeleri sahiplenmenin mücadeleyi de sahiplenmek olduğunu biliyor. Bu nedenle cenazelere ayrıca yönelen devlet hem cenazelerin teslim edilmesinde hem de cenaze törenlerinde faşist karakterini ortaya koymaktadır. Öyle ki şehitler mezarlarına konulduktan sonra bile saldırılara maruz kalmaktadır. Bu fiziken şehit mezarlarına saldırı gibi görünse de bir düşünceye saldırıdır. Kırılmak istenen mezar taşları değil, bir iradedir. İbrahim Kaypakkaya’nın cenazesinin torbayla babasına teslim edilmesiyle Hakan Arslan’ın kemiklerinin babasına kutuda teslim edilmesi arasında 50 yıldır değişmeyen bir gerçeklik var: TC’nin faşist karakteri.

2015’te dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye Kürdistanı’na başlatılan operasyonlar için “Huzur, istikrar ve özgürlüğü getireceğiz.” demişti. Bugün Kürt’ün oyunu devşirmek için her kesime kucak açtığını söyleyen faşist bloklar o gün “huzuru” sağlama çabasıyla karakterlerinin gereğini yapmışlardır. Bu faşist karakter bir anda, bir seçimle üstünden atılabilecek bir olgu değildir. Devletin her organında sürdürülmeye ve Türkiye halkının bilincine sistematik olarak işlenmeye devam etmektedir.

Halk tarafından ATK, yargı ve medyanın tarafsız olmasının beklendiğini biliyoruz ya da tarafsız olmaları isteniyor diyebiliriz. Fakat bu alanların hiçbir dönem devlete karşı bir konumda olmadığını da biliyoruz. Medyaya ayrıca değinmek bu yazı için gerekli olacak; çünkü şovenizmin büyütülmesindeki en etkili araçlardan biri. Devlet operasyon ve katliamlarının “meşruluğunu” buradan inşa etmeye başlıyor. Emrinde binlerce medya çalışanı ve “yazar” ile bu süreci örgütlüyor.

Türk devletinin yeminli kalemşoru Independent Türkçe yazarı ve akademisyen Yüksel Hoş cenazenin aileye kutu içinde teslim edilmesinin gündem olmasından rahatsız olarak “Çok mu zordu kremate edip toz etmek? Yarım litre gaz yağı ile bitecek bir işti oysa neden böyle dramlara imkân veririz ki anlayamam. Üniversiteler kadavra bulamıyor biz bunları kargoyu da ödeyerek ailelere veririz. Düşman kazanıyoruz böyle.” dedi. Kürtlerin cenazesini alenen yakarak imha etme çağrısı yapılması, bu boyutta yol ve yöntem göstermek TC’nin kuruluş kodlarında da vardır. TC ayakları üzerine dikilmeye başlarken inkâr ve imhaya başvurmuş, zorla asimilasyona sarılmıştır. Ulus devlet politikasını da bu eksende sürdürmeye devam etmektedir. Yüksel Hoş gibi kişiler de statüsünü kullanarak bunu dillendirmekten çekinmemektedir.

Faşist kanatta bunlar yaşanırken PAK (Kürdistan Özgürlük Partisi) Başkanı Mustafa Özçelik, Hakan Arslan’ın cenazesi teslim edildikten sonra 2015’te Kürt illerinde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının zemininin Kürt Ulusal Hareketi tarafından hazırlandığını yazdı. Yazısının devamında da katledenlerin ve “zemini hazırlayanların” halktan özür dilemesi gerektiğini belirtti. Ulusal bilincin bu denli bulanıklaştığı, dost-düşman ayrımının silikleştiği ve nihayetinde düşman olgusunun anlamından uzaklaştığını görüyoruz. Mustafa Özçelik’in “özür dilenmelidir” isteği savaşın yoğunlaştığı ve çatışma alanlarının arttığı bu koşullarda gerçeklikten uzak, boş bir istektir. Devletten özür bekleyen bir pozisyona girmek ve o pozisyonu korumaya çalışmak, kendine Kürt ulusunun ilerici gücü olarak sunan bir unsur için ileri bir talep olamaz. Sanırız Mustafa Özçelik hâlâ “Çözüm Süreci”nde yaşamaktadır.

TC’nin savaş politikası olarak hayata geçirdiği cenazelere işkencenin karşısında durmak bugün dost ve düşmanı kavramının gereklerindendir. Savaşın bir gerçeğidir ve bu gerçeğe göre konumlanmak önemlidir. Gerçekle kurduğumuz bağ kadar başarıya ulaşma koşulumuz olacaktır.