Büyüyen Mülteci Sorunu ve Egemenlerin Çıkar Politikası

Emperyalist kapitalist sistemin yarattığı göçmen ve mülteci sorunu dünya genelinde gittikçe daha derinleşiyor. Hemen hemen her gün binlerce insan yaşadıkları ülkeleri terk ederek göç yollarına düşmek zorunda kalıyorlar. Bunlardan bazıları çıktıkları bu yolculuklarda hayatını kaybediyor, yolculuğu başarıyla tamamlayabilenler ise gittikleri ülkelerde sefalete mahkûm ediliyor; patronlar tarafından iliklerine kadar sömürülüyorlar. Bunun üzerine bir de sürekli olarak egemenlerin kışkırtmaları ile milliyetçi-faşist saldırıların hedefi oluyorlar. Ülkemizde de mülteci meselesi, son dönemde yaşanan Afgan göçü nedeniyle yeniden gündemin ilk sırasına yükseldi. Türk hakim sınıfları bir yandan AB’ye karşı pazarlık unsuru olarak kullanmak, ucuz iş gücü kaynağı yaratarak sömürürken diğer yandan ise halkı mültecilere karşı kışkırtarak şovenizmi körüklemektedir. Her ne kadar farklı söylemler kullanıyormuş gibi görünse de AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİP’ine kadar tüm düzen partileri bu politikada ortaklaşmaktadır. Bu düşmanlaştırma politikasının toplumda ciddi bir karşılık bulduğunu da belirtmek gerekir. Ankara’nın Altındağ ilçesinde Suriyeli mültecilere karşı gerçekleşen saldırılar bunun net bir örneğidir. Türkiyeli gençlerle Suriyeli gençler arasında yaşanan bir kavga, faşist grupların kışkırtmaları sonucunda Suriyelilere dönük bir linç saldırısına dönüşmüştür. Özcesi egemenler, mülteci düşmanlığı ile emekçileri bölmek ve çürümüş düzenlerinin kurtarmanın peşindeler. Dolayısı ile devrimcilerin mülteci meselesini daha çok gündemine alması ve yaratılmaya çalışılan mülteci düşmanlığına karşı daha fazla mücadele etmesi elzemdir.

Her şeyden önce altını çizmek gerekir ki mülteci sorunu emperyalist kapitalist sistemin kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Zira bu sistem bir avuç egemenin dünyayı sömürmesine, talan etmesine dayanır. Birkaç emperyalist ülke yarı sömürgeleştirdiği ülkelerin zenginliklerini, kaynaklarını çeşitli yöntemlerle gasp ederler. Emperyalizm bu sömürüden yalnızca komprador burjuvazi ve toprak ağalarına kırıntılar bırakırken, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde yaşayan işçi sınıfı ve ezilenler sefaletin kollarına itilir. Ayrıca emperyalist kapitalist sistem savaşla, militarizmle, işgallerle karakterizedir. Emperyalist hem birbiri ile giriştikleri rekabet kapsamında hem de yarı-sömürgelerdeki hakimiyetlerini derinleştirmek, yeni bölgeleri talan edebilmek adına durmadan işgallere girişmekte veya uşaklarını da kullanarak bölgesel ya da iç savaşlar çıkartmaktadır. Savaşlar, açlık ve sefalet yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeleri her geçen gün daha da “yaşanmaz” hâle getirmektedir. Emperyalizmin yarattığı bu tablonun bir sonucu olarak da bugün göç olgusu ortaya çıkmaktadır. Esasında göçmen ve mültecilerin ezici çoğunluğunun Kongo, Afganistan, Suriye, Somali ve Libya gibi emperyalistlerin savaş alanı haline getirdikleri ve iliğine kadar sömürdükleri ülkelerden alması bu sorunu yaratanın kim olduğunu açıkça göstermektedir. Özellikle emperyalistlerin 1970’li yıllarla birlikte neoliberal politikaları devreye koyması, göçmen ve mülteci akınını daha da şiddetlendiren ve sorunu büyüten bir faktör olmuştur. Zira neoliberal politikalarla birlikte yarı-sömürgelerdeki zenginliklerin emperyalist ülkelere transferi inanılmaz boyutlara ulaşmış, emperyalist sömürü büyümüştür. Buna bağlı olarak daha fazla kâr peşinde koşan emperyalistlerin, diğer ülkelere müdahaleleri artmış, işgaller ve savaşlar daha sık yaşanır olmuştur. Bunun sonucu olarak da özellikle Afrika ve Asya bölgelerinden Avrupa’ya doğru yoğun bir göç dalgası yaşanmaya başlamış ve bu dalga günümüze değin büyüyerek sürmüştür/sürmektedir.

Emperyalistler kendi yarattıkları bu sorun karşısında, her zaman olduğu üzere iki yüzlü bir tavır takınmaktan da geri durmuyorlar. Bir yandan sanki bu insanları göç etmek zorunda bırakan kendileri değilmiş gibi mülteci akınından şikayet ederken, öte yandan bu sorundan azami bir fayda elde etmeye çalışmayı da ihmal etmiyorlar. Örneğin, ihtiyaç duydukları dönemlerde, mültecileri ucuz iş gücü kaynağı olarak kullanmak üzere ülkelerine almaktadırlar. Göçmen ve mültecilerin zor durumundan faydalanarak onları en ağır sektörlerde ucuza çalıştırmakta, ucuz göçmen emeğini işçi sınıfı üzerinden baskı unsuru haline getirerek, genel olarak ücretlerin düşürülmesini sağlamaktadır. Böylece egemenler kârına kâr katmakta, artı-değer gaspını büyütmektedir. Diğer yandan emperyalistler mültecilerin varlığından ideolojik olarak da faydalanmaya çalışıyorlar. Bunu da özellikle kriz nedeniyle işini kaybeden, yaşam standartları düşen işçi ve emekçileri mültecilere karşı kışkırtarak yapmaktadır. Böylelikle halkın kriz nedeniyle artan öfkesini sisteme değil, göçmen-mülteci emekçilere yöneltmesi hedeflenmektedir. 

Ülkemizde de özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte yoğun bir mülteci akını yaşanmıştır. Bugün ülkede yaklaşık 5 milyon Suriyeli mülteci yaşamaktadır. Yine özellikle Afrika, Irak ve Afganistan gibi bölgelerden milyonlarca göçmen ve mültecinin varlığı da söz konusudur. Son dönemde de gündemde sıkça yer aldığı üzere Afganistan’dan ülkeye yoğun bir göç dalgası yaşanmaktadır. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki mülteciler esasında Türkiye’ye, Avrupa’ya gidebilmek için gelmektedir. Ancak TC’nin AB ile geri kabul anlaşması imzalaması ve AB’nin sınırlarını sıkı bir şekilde kapatması nedeniyle Türkiye’de yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalmaktadırlar.

Türk hakim sınıfları tıpkı emperyalist efendileri gibi mülteci meselesinde son derece riyakarca tutum ve politika geliştirmişlerdir. Ülkedeki mültecilerin büyük bir kısmını oluşturan Suriyelilerin ülkelerini terk etmek zorunda kalmasında TC en az efendisi ABD kadar suçludur. Zira TC, Esad rejimini devirebilmek adına Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesinde ABD ile birlikte elinden geleni yapmıştır. TC, Esad’ın kısa sürede devrileceğini ve mültecileri ülkesine gönderebileceğini hesaplamış ancak Esad’ın bir türlü devrilememesi sonucunda bu hesapları alt üst olmuştur. Sonrasında TC Suriyeli mültecileri temelde AB’ye karşı bir koz olarak kullanmak istemiştir. Suriyeli mültecileri istemeyen AB’ye mültecileri ülkede tutma sözü verilmiş, bunun karşılığında da AB’den kimi ekonomik ve politik tavizler koparılmaya çalışılmıştır/çalışılmaktadır. Nitekim 2016 yılında imzalanan göç anlaşması ile birlikte TC 3,5 milyar Euro karşılığında AB’nin sınır bekçiliğine soyunmuştur. Dış politikada sıkıştığı, AB ile gerilim yaşadığı her dönemde sınırları açma tehditleri savurmuş ve elindeki bu kartı en etkili biçimde kullanmaya çalışmıştır. Bunu yanında TC en başından beri mültecileri ucuz iş gücü kaynağı olarak görmektedir. 

Son dönemde Türk hakim sınıflarının Afganistan’dan gelen mültecilere kapılarını açtığını görüyoruz. Elbette TC’nin buradaki temel hedefi ABD’nin “isteklerini” yerine getirmek ve AB’ye karşı mülteci kozunu güçlendirmektir. Daha öncede Suriyeli mültecilerde olduğu gibi Afgan göçünü de önlemek isteyen AB’den daha çok ekonomik-politik taviz koparabileceğini düşünmektedir. 

Bu meselede düzen partilerinin farklı bir dil kullanıyormuş, farklı politikaları benimsiyormuş gibi görünmelerine asla aldanılmamalıdır. Düzen partileri arasında bu meselede zımnen de olsa bir iş bölümü olduğu açıktır. AKP’nin kullandığı sözde yumuşak dil, hem mültecilerin düzene bağlanmasını hedeflemekte hem de (söylemlerin birazcık altı kazındığında görüleceği üzere) kitleleri tahrik etmeyi amaçlamaktadır. Zira AKP’nin “mültecileri biz besliyoruz, 40 milyar dolar para harcadık” türünden yalanları gün gibi ortadadır. Bu da sefalet içerisindeki halkın mültecilere bakışının olumsuz hale gelmesine neden olmaktadır.

CHP ve şürekası ise mülteci düşmanlığını çok daha açık bir dille yapmaktadır. Bu durum CHP’nin faşist özünü bir kez daha net bir şekilde göstermektedir. CHP, saldırgan dili ile toplumun öfkesini mültecilere yöneltip aklarken AKP ise sözde yumuşak dili ile mültecileri düzen içerisinde tutmaktadır. Hakim sınıfların bu işbölümünün kazananı ise nihayetinde sistem olmaktadır. 

Egemenlerin yaratmaya çalıştıkları mülteci düşmanlığının toplumda ciddi bir karşılık bulmaya başladığının altını çizmek gerekir. Yazının girişinde de vurguladığımız üzere Ankara Altındağ’da yaşanan olaylar bunun son göstergesi oldu. Ancak bunun dışında sosyal medyada düzenlenen mülteci karşıtı kampanyalarda da gözlemlenebileceği üzere, milliyetçi-faşist ideolojiden daha az etkilenmiş toplum kesimlerinde dahi, mültecilere karşı olumsuz bir bakış gelişmektedir. Kuşkusuz ekonomik krizin yıkıcı etkileri, halkı, egemenlerin pompaladığı şovenizm zehrinden etkilemeye daha açık hale getirmektedir. Bu noktada devrimcilere önemli görevler düşmektedir. Her şeyden evvel mülteci meselesini daha çok gündem almamız, meseleye ilişkin politikalar geliştirmemiz, en önemlisi de hakim sınıfların yaratmaya çalıştığı mülteci düşmanlığına karşı daha fazla mücadele etmemiz gerektiği açıktır. Bu sadece mazlum mültecilerin hakkını hukukunu savunmak açısından değil, aynı zamanda toplumun mülteci düşmanlığı temelinde sisteme yedeklenmesini önleyebilmemiz açısından da elzemdir. Bu kapsam egemenlerin çarpıtmalarına karşı yoğun bir ajitasyon-propaganda çalışması yürütmeliyiz. Ekonomik krizin sorumlusunun mülteciler olmadığını, bunun sistemden kaynaklandığını sabırla halka anlatmalıyız. İşsizlik sorununu da düşük ücretleri gözü kârdan başka bir şey görmeyen kapitalistlerin ve onların sistemlerinin yarattığını vurgulamalıyız. Halkın ve mültecilerin çektiği ekonomik sıkıntıların ortak olduğunu, hatta mültecilerin çok daha büyük sıkıntılar çektiğini ve ezilenin ancak birlik olduğunda bu sorunlara çözüm bulabileceğini göstermeliyiz. En basitinden mülteci ve diğer işçiler ortak bir mücadeleye, greve girişmediği müddetçe açgözlü patronların ücretleri yükseltmeye asla yanaşmayacağını anlatmalıyız. En önemlisi de Suriyelilerin ve diğerlerinin mültecileşmesinde TC’nin emperyalistlerle birlikte baş suçlu olduğunu vurgulamalıyız. Bunlar yapılmadan ezilenlerin birliği sağlanama ve kazanan sistem kaybeden ise halk olur. 

Özcesi tekrar pahasına belirtmek gerekir ki, sorunu yaratanlar, sorunu çözemez. Sorunu yaratanlar emperyalistler ve onların işbirlikçileri faşist devletleridir. Suriye’de, Afganistan’da emperyalistlerin işgal ve saldırıları olurken onun işbirlikçileri de faşist devletlerdi. Afganistan’ı ABD işgal ederken Türk askerleri de ABD’nin yanındaydı. Halkları yerinde yurdunda yaşayamaz hale getirenler şimdi de onların kurtarıcı rolüne bürünüyor. Nerede görülmüş Azrail’in can dağıttığı!

Yerinden yurdundan edilen halklar can derdindeyken, emperyalistler ve işbirlikçi-faşist devletler krizi fırsata çevirme derdinde. Yarı-sömürgeliğin makus talihi emperyalizmin bekçi köpekliğidir. Geçinemedikleri için emperyalist ülkelere gitmeye çalışanları Türkiye’de tutuyor.  Aldığı bütçeyle göçmenlerin yaşam standartlarını yükseltmesi gerekirken parayı patronlara peşkeş çekiyor. Kapitalistlerin insan sevgisi para getirisi varsa vardır. Mülteci sevgisi AB’den gelen para kadardır.

Kapitalist sistemin halkı uyuşturmada kullandığı din milliyetçiliktir. Meta ilişkilerinin belirleyici olduğu yapıda milliyetçilik sürekli üretilir ve halkta da belli oranda karşılığını bulur. TC ekonomisi için mülteci sorunu, sorun olmaktan öte bir kurtarıcıdır. Ekonomik krizde beş kuruşa muhtaç haldeler, bu sorun kaynaklı AB’den üç beş kuruş gelmesi hayali kuruluyor, krizde karın tokluğuna çalışacak bir kitle oluşmuş oluyor. Krizle birlikte halkta sisteme karşı biriken bir öfke var, bu da mültecilere yöneltiliyor. Bu sorunun hakim sınıflar cephesindeki mücadelede bazı yankıları da oluyor. AKP hükümetinin açmazı bir taraftan milliyetçiliği pompalarken diğer yandan kendi tabanındaki ideolojik donanımın buna tam uyum içinde olmamasıdır. Bunu keşfeden burjuva muhalefet bloku oradan yüklenip, AKP’yi zayıflatıyor. MHP bile AKP’nin bu açmazını gördüğü için milliyetçiliğin bayraktarlığını bu konuda CHP’ye bırakmış durumda. CHP buradan yüklenirken bundan sonra halkı sömürmede sıranın kendisine geldiğini görüp heyecanlanıyor. Onun için yükleniyor milliyetçiliğe MHP’yi kıskandırırcasına. 

Mülteci sorunu karşısında hakim sınıfların yaptığı “iyi ki böyle sorunumuz var, yoksa ne olurdu halimiz” kıvamında ama sistem kendi mezar kazılarını her aşamada yaratıyor. İşçilerin vatanı yoktur, ezilenlerin, ezilmeden dolayı ortak bir şekillenişi var. Eğer politik özne başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlere bilinç taşıma görevini layıkıyla yaparsa hakim sınıfların alaşağı edilmesinin koşulları her zamankinden daha fazla mevcut hale gelir. Mültecisi, mülteci olmayan tüm ezilenlerin ortak hedef doğrultusunda harekete geçirilmesi durumunda hiçbir güç onların önünde duramayacaktır.