Günümüz insanın sanatın deviriciliğine daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacı olduğunu söylersek yanlış olmaz. Zira insan daha önce bu kadar özgürlük yitimine uğramamış, onun bilinci hiç bu kadar köreltici saldırıya maruz kalmamıştı.
Vaatlerinin aksine küresel ölçekte savaşlar, ekonomik krizler, eşitsizlik, işsizlik, ahlaksızlık, umut kırıcılığı ve daha pek çok insanı aşağılayıcı durumların kapitalizmin zorunlu sonuçları olduğu belli olunca, buna tepki olarak post-modernizm, parçalanmış topluma sosyal, kültürel, dinsel biçim kazandıracak bütünlük aramak üzere ortaya atıldı ve tepkili olduğu şeyin –kapitalizm- en güçlü saldırı silahı haline geldi.
Kapitalizm, insanın zihinsel, estetik dünyasını, özgürlük idealini, sahip olduğu değerlerin, tamamını tarumar etmiş, bireyi sıkıntıya sokmuş; insanın yitiminin mekanı olacak boşlukta, fakat kapitalizmin bir parçası olarak varolmuştu post-modernizm.
Hayatın her alanına giren bu felsefi tanımlama iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış arasındaki bildiğimiz anlamdaki sınırları silmiştir. Belirsizlik, kuralsızlık, yönsüzlük, eklektizm, ahlak krizi, aşırı tüketim onun temel niteliklerindendir. Ona göre her şey o kadar hızla değişir ki sosyal, siyasal kültürel, yapılar daha tanımlanamadan bir başka şey halini alır. Bu sebeple kesinlikten kuşkulanılır. O halde değerlerden de kuşkulanılmalıdır. Zira onlar da belirsizdir. Belirsizlik insanda güven eksikliğine sebebiyet verir İnsanın kendine ve başkasına güvenine kastedip onu ortadan kaldırır. Belli bir standarttan bahsedilemediğinden süreçlere uyum sağlayamayan insan yeteneklerini de ortaya koymakta zorlanır, bu zorluk onu psikolojik sıkıntıya sürükler.
Kapitalist sistemde her şey ticarileşince ve maddi kazanç için “her şey mubah” ölçüsü geçerli olunca kurallar, ilkeler, ahlaki ölçüler de göz ardı edilir. Bir kaotik manzara içinde makinenin bir parçası haline gelmiş birey ruhsal bir parçalanmayla sorumluluk kabul etmez. Ahlaki sorumluluk da ortadan kalkmıştır. Çünkü seçeneksizliktir hakim olan; neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu belirsizleştiğinden ıstırap ve ruhsal sıkıntılar bireyin yaşamını çekilmez ediyordur. Standartlar belirsizleşince itiraz-muhalefet azalmış “tolerans” ve “hoşgörü” telkinleriyle karmaşa katlanılır gösterilmektedir.
Değerleri düşünce ve maddi dünyadaki fiillerimiz için referanslardır. Onlar belirsizleşip ortadan kalkınca anlam ve önemleri de yitmiş, bunlarla beraber ardından bıraktıkları boşlukta insan zaman ve mekan algısını da kaybetmiştir.
Standart dışı yaklaşımlar “nasıl uygun gelirse öyle derleme” tek seçenektir. Birbirine uygun olmayıp farklı olanların bir arada iç içe geçmesi görülür. Dışlanacak belli olmadığından ayıklama da ihtiyaç değildir. Siyah, beyaz dahi rengini yitirmiş tek bir gri renk olmuştur.
Gündelik hayatın ve zihnin her kavgasına hakim olarak yayılan post-modern yaklaşım sanatın bilgi verme etkinliğini; zaten en fazla da bunu kullanarak insanlara kapitalizme tabiliğini burjuva ideolojiye biatini vaaz eder.
Post-modern sanat da onun melez, kurgusal, yönsüz belirsiz ve ahlak yoksunu dil ve üslubuyla kapitalizmin ifadesidir. Yüzeysel ve derinliksizdir. Zaten boşlukta olan yalnız insana tek hedef olarak kapitalizmin mabetleri olan alışveriş merkezlerinde alışveriş yapmayı; onun toplumsal statüsünün yükseltmesi için daha çık satın alıp daha çok tüketmeyi dayatır.
Onun sanatı “ya biri ya öteki” seçeneğini atlayarak “hem biri hem öteki” der. Farklı kültürel nesne ve eylemlerin biraradalığı yadırganacak bir şey olmayıp bunların harmonisine imkan vermektedir. Bu tam da rastgeleliktir. Bu ilkesizlikler insanın anlık tatminlerle bireyci yanını beslemekte, onun sorumluluk duygusunu aşındırarak toplumsal bağını zayıflatmaktadır. Piyasanın akışına çekilen narsis birey için sevgi, arkadaşlık dostluk ve her şey tüketim nesnesi haline gelmiştir. Eskiden para ile alınan şeyler değersiz şeyler iken, bu halde değersiz şeyler gösteriş, mutluluk ve statü nesneleri olmaktadır.
Bu ilişkilerin sanat aracılığıyla kitlelere benimsetilmesi bir tektipleştirmesi bir homojenleştirme saldırısıdır. Bu sebepledir ki sanat cepheleri kapitalizme terkedilemez. İnsandan vazgeçilemez. Umutsuz olunamaz.
İnsan ne kadar hırpalanırsa da farkındalığından vazgeçmez. Saldırılar onun iradesini zayıflarsa da, hatırlar, sorgular, arar ve tikelliğe karşı durur. Fakat onun zihninde gene de, kaybettiklerini yerine koyabilmesi için örgütlenme ihtiyacı bir sancı olarak vardır. Buradaki örgütlenmeden kasıt hayatın bütünlenmesinin bilgisine dairdir.
Burjuva ideolojisinin hakim olduğu sanat alanları tam bir ona münasip bataklık olup, oradan beslenen sanatçıların, onları finanse edenleri memnun etmek haricinde halka karşı bir sorumlulukları yoktur. Bilakis tekelleşmiş mahiyetteki alanların konforuyla halka karşı güvensiz ve duyarsızlardır. Muhalefeti görmez hatta gölgelerler. Olanı tarihsel bağlarından kopararak kurgular ve böylece halkın gündem ve ihtiyaçlarına uzak dururlar. Halka toplumsal gerçekliğe tarihçiliğe yabancılaşmış, kendi içine kapanan sanatçı kendisine de yabancılaşmıştır. Sanatın özel bir bilgi edinme aracı olması hasebiyle onun bu duyarsız, güvensiz tavrı halkın da bu bilgi edinme aracıyla uyutulması; manipüle edilmesi anlamına gelir. Böyle, toplumsal çelişmelere yabancı ele alınan sanat tam da bu günün hakim üretim ilişkilerine, hakim sınıfın hakim kültürüne uygundur. Post-modern sanat, mübalağasını söylemeliyiz ki, bu kültürel silahlanmaya, halkla birlikte karşı koyabilecek, onu ikame edebilecek yegane güç yıkıcı ve kendini hakim kılıcı niteliğiyle proleter kültürdür.
Sanatın kitleler üstündeki etki gücünün zayıfladığı bir yalandır. Toplumsal gerçekleri yansıtmayan, tarihselliğinden kopuk, derinliksiz kurgusal sanatın etkinliği azalmıştır. Buna rağmen onların etkinmiş gibi her yerde görünür olması piyasa sahiplerinin muhalif sanatçıları ve onların üretimlerini fiiliyatta gizleme, yasaklama ve piyasa oyunlarıyla saldırarak görünürlüğünü azaltma saldırılarıdır.
Bu kanada mesuliyeti halkın düşman burjuva sınıfına atmak konformist sorumsuzluk olur. Zira halkın düşmanının halka saldırmasında yadırganacak bir taraf olamaz. Biz esas olarak proleter sanat üreticilerimizin bu konuda ne yaptıklarıyla ilgiliyiz. Devrimci sanatın güç olduğu nispette burjuva sanatın zayıflayacağı aşikardır. Bu bağlamda, devrimci sanatımızın toplumsal gerçekliği ayna misali yansıtmakla kalmayıp gelecek yönsemesi içinde üretilmesiyle etkin bir kuvvet olacağı unutulmamalıdır. Gelecek yönsemesi, söylemi toplumsal gerçekliğin sınıfsal niteliğini ve onun devrimci gelişmesini ifade eder. Proleter kültürün kendine alan açıp güçlenmesi ve nihayetinde burjuva kültür saldırısının püskürtülmesi halka, toplumsal gerçekliğin bilgisinin verilmesiyle mümkün olacaktır.
Bu söylediklerimi, sanatın, tek başına devrim yapmaya muktedir bir güç olduğu anlamını taşımaz. Fakat onun devrim yapıcı araçların önemli bir parçası olduğu anlamına gelir. Proleter kültür ile burjuva kültürün uzlaşmaz çelişkinin tarafları olduğunu; bu uzlaşmazlığın sanatta yansıtılması yabancılaşmış, parçalanmış insani kendisinin çözmek zorunda olduğu çelişkinin bilgisinin verecektir.
Kesin ifademiz şudur ki, proleter bilinçli sanatçılarımız devrimci olma misyonuyla üretmelidirler. Sanatın etki gücünün zayıfladığı görüntüsü, burjuva saldırılarının alanlarımızı daraltması sebeplidir ve başkaca içsel sebeplerden dolayı genel genel devrimci mücadelenin geldiği seviye ile izah edilebilir Her şeye rağmen bu alan katiyen terk edilemezdir. Çünkü her şey sussa dahi sanat susamaz; pek çok mevziden çekilmeler olur, sanat cephesinde olmamalıdır. Bir gerilemenin olduğunu inkar edemeyiz fakat proleter kültürün burjuva kültürden zayıf olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü bu sınıfsal hakikate aykırıdır. O halde bu alana önem verilmeli, proleter bilinçli sanatçılarımız daha fazla sorumluluk üstlenmelidirler.
Olguların tarihsel bağını kurabilenler geleceği şimdi de görebilirler. Her toplumun bir öncekinin bağrında filizlendiği gerçeğini kabul ediyorsak proleter kültürün de günümüz toplumsal düzenin de mevcut olduğunu görerek bunun sınıfsal bilgisinin kitlelere taşınması mecburiyetini hissedeceğiz. Bu bizim sanatçılarımızın asli görevi ve sanatımızın yansıtmak zorunda olduğu devrimci özüdür. Proleter bilinçli sanatçılarımızın geleceğin toplumunun yaralarını bugünden bildirmelidir.
Bu bağlam içinde söylersek, sanatımız kitlelerle geleceğin bağını kurmalıdırlar. Biz geleceğe inanıyoruz ve nu inanışımız iyimser olduğu kadar nesneldir. Çünkü geleceğin şimdideki yansımasını görüyoruz. Parçalanmış hayatın bütünleşmesinde yönelik gayretimiz var ve bu, bugün ile gelecek arasındaki bağın sanatla kurulması gayretidir. Bu ifademiz kitlelerin bilincine yönelmelidir.
Katiyen öznel arzunun dile getirilmesiyle değil fakat o da dahil olmak üzere nesnel tarihsel zorunluluğun ve bu bilincin pratikte gerçekleşmesinin aktif eylemleriyle ilgileniyoruz.
Devrimci dönüşüme inanmayarak bu bağın dışında kalmak bireyciliğe düşmek ve burjuva kültürüne biat yemini etmekte eştir. Bu sebeple sanatımız bireyin içinde mevcut olan devrimci özünü referans almalıdır. Onun iç dünyasındaki dönüşümü, devrimci yönünü, sorumluluklarını açığa çıkarmalıdır. Post-modern olanın bertarafı ve yaşamın bütünlenerek geleceğin bugünden örülmesi böyle mümkün olacaktır.