Özgür varlığıyla ya da yokluğuyla belli olanlardan değildi, varlığı bir “dert” ise yokluğu bir yaraydı onu tanıyan herkes için. Her durumda “belliydi.” Kimi zaman ise yeri doldurulamazdı.
Gelenekten geliyordu Özgür. Hani şu doğduğu andan itibaren, isteği ve belirlenmiş tercihi dışında, tüm sınıfsal, toplumsal, siyasal sorunların evde, mahallede gündem olduğu, bunların nasıl çözüleceğinin ateşli tartışmalarının yapıldığı koşullar içinde doğdu, büyüdü ve köklerini aldı. İlk dinlediği türküler, şiirler kavga üzerineydi. Bunlarla yoğruldu, sadece bilincine değil ruhuna kazıdı. Özgür bu köklere sımsıkı sarılarak, lise çağına geldiğinde atak bir şekilde, bu öğrendiklerini bir tercihe çevirdi. Artık devrimciydi. Çevresinde gördüğü, dinlediği, hayran kaldıkları gibi olmayı tercih etmişti.
Rus Sosyal Emperyalizminin dümenindeki Gorbaçov’un artık maskeyi yırtmak için ilk hamleleri olan Glasnost ve Perestroyka’yı Lenin ve Stalin yoldaşın kürsüsünü işgal ederek ilan ettiği ve tüm dünyada “sosyalizmin” sonunun geldiği yaygaralarına yataklık eden tarihte dünyaya geldi ALİ KEMAL YILMAZ. Henüz “tarihin sonu” tartışmaları başlamamıştı, Sovyetleri inşa edenlerin torunlarının referandumda “revizyonizm bayrağı altında da” olsa “Sosyalizm” devam etsin kararına rağmen Boris Yeltsin önderliğinde tanklar bu kararı tanımayarak henüz “birliği” dağıtmak için darbe yapmamıştı. Evet henüz dünya “tek kutuplu” dünya olmamıştı. Henüz geri dönüşlerin tamamlanması üzerinden “sosyalizm tarihin çöplüğüne gitti” diye emperyalist-burjuvazi ve tüm gericiler proletaryanın, ezilen halkların ve ulusların tepesine çullanmamıştı. Ali Kemal dünyaya gözlerini açtığında tüm bunların gerçekleşmesine giden yolların inşasına revizyonizm daha fazla hız vermişti sadece.
Ali Kemal büyürken, komünizm davası bir yandan büyük kuşatmaya alınıyor, diğer yandan İbrahim Kaypakkaya’nın partisi komünizm bayrağını dalgalandırmak için can veriyor, can alıyordu. Komünizm öldü diye koparılan yaygara içinde Ali Kemal komünizm için can veren can alanları duymaya devam ediyordu. Bir dava vardı ve o dava sürüyordu, sürdürülüyordu.
Kavgaya atıldığında rüzgar devrim aleyhine daha güçlü esiyordu. Kavga şiirleri yazanlar artık “barış” şiirleri ile yetiniyordu. Büyük anlatıların, aşkın savunucuları artık herkesin kendi anlatısını kendisinin oluşturmasını salık veriyordu. Toplumsal devrimin örgütleyicileri artık toplumsal evrim çağının başladığını öğütlüyordu. Ezilenlerin her şeyi kazanması gerektiğini yumruklarını sıkarak savunanlar iyileştirmelerin nimetlerini ellerini ovuşturarak kabul ediyordu. Yani ezcümle, “çağın değiştiği” ve artık yeni şeyler söylemek gerektiği korosu oluşturulmuştu. Koro çok güçlüydü. Tüm itirazları, çıkan aykırı sesleri bastıracak kadar güçlüydü. Koro alaycıydı, koro pervasızdı, koro sinsiydi ama koro korkaktı hem de çok korkak.
Ali Kemal önce korkuyla yüzleşti. Bu yüzleşmede ölüm korkusunu seçti. Neydi ölüm? Ölümün kendisi mi korkutucuydu yoksa ölümün düşüncesi mi? Ne için ölüm anlamlıydı ve kaçınılmaz olan bu son nasıl karşılanmalıydı? Hesaplaştı Ali Kemal. Güçlü hesaplaştı. Durmaksızın hesaplaştı. Korkuyu tanımladıkça, ona hakim oldukça korkusuzluğu örgütledi. Korku değildi mesele, korkudan korkmaktı. Gelişmenin önünde engel, anlamanın ve kavramanın önünde engel, kendinden vazgeçmenin önünde engel, güveni geliştirmenin önünde engel. Korktukça tutsak olanları gördü. Korkuyu yendikçe ÖZGÜRleşenleri de. Ali Kemal korodan gelen sesin nedenlerini anlıyordu. Orda bir dünya görüşü, orda bir sınıfın tutumu, orda bir teslimiyet çağrısı, orda bir iddiadan uzaklaştırma girişimi ve orda çelişkileri keskinleştiren değil çelişkileri terapi edip dizginleyen bir korku silsilesi vardı.
Özgür, korkunun korktukça büyüdüğünü keşfetmişti. Komsomol’da, örgütleme yeteneği öne çıkarken, eylemlerde atak ve hesapsız duruşu onu güçlendiriyordu. Polisle en ön saflarda çatışmaktan geri durmayan yanı, askeri eylemlerde cüret olarak ortaya çıkıyordu. Özgür, korkusuzluğunu yoldaşlaşarak, yoldaşlarını koruyarak ve sahiplenerek sürekli kılmayı da öğrenmişti. O korkusuzluk şurubu içmemişti, korkusuzluğun korkuyu da içerdiğini bildiğinden, içindeki cesareti besliyordu. Yürüdüğü yola inançla bağlandı, yolda birlikte yürüdükleriyle paylaştıkça, ürettikçe, sahiplendikçe korkusuzluğu daha güçlü kuşandı. Gözetirdi, kollardı, sahiplenirdi ve gerekirse feda ruhuyla bunu yapmaktan çekinmezdi Özgür. Gerçekten Özgür olmanın bu şekillenişten geçtiğini bilirdi. Sorun çıkan, gerçekleşmesi geciken eylemlerin, yoldaşlarının ‘’o eylemi artık kendilerinin yapacağını” söylemesi ile hızla sonuçlandırırdı. Korkusu, sorumluluklarını yerine getirememek ve partisine bunun hesabını verememekti ÖZGÜR için. Yoldaşlarını koruyamamak, eksik kalmaktı, bu bir korku kaynağıydı.
Gerillaya ayağını kırıp bir yıl gecikmeli olarak katıldı. Gitmemek için gerekçe mi buluyor diye oluşan şüpheleri fark edip sadece o alaycılığıyla karşılıyordu bunu. Komplekssizdi ne istediğini ne yapacağını bilirdi. Kimin ne dediği ne düşündüğünden çok ne yapacağına bakardı. Gelişmelerin ve tarihin soyut düşüncelerle yazılmadığını, sınıf mücadelesinin bu küçük düşünceler ve “güven” sorunu ile ilerlemediğini bilirdi.
Özgür gerillada sahiplenme, zor görevleri üstlenme, yoldaşlaşmanın adıydı. Partiyi gözbebeği gibi koruma kültürünün bir ürünüydü ÖZGÜR. Yoldaşlarını, önderlerini ve parti değerlerini korumak için, sınıf mücadelesinin gerekliliklerini karşılamak için güvenli bir limandı ÖZGÜR. Zor zamanlarda, korkunun büyük olduğu, tasfiyeciliğin bir boran gibi estiği, devrime ve silahlı mücadeleye yönelik kuşatmanın katman katman gerçekleştiği bir çağda doğdu, büyüdü ve tamda böylesi bir zamanda silah elde toprağa düştü.
Önderi NUBAR’a bağlılığı bilinmez değildi. Bir yanı uzun süre birlikte faaliyet yürütmenin getirdiği bir sonuç iken, esas yanı ise onun partiyi sahiplenme ve koruma bilincinden geliyordu. Düştüğünde NUBAR, ROSA ile birlikte, ASMİN’i de yanına alıp geçti düşmanın nokta atışı yaptığı alana. Tamamlanması gereken görevler, soruşturulması gereken çok önemli bir kayıp vardı. Düşman peşine düştüğünde yakalayamadı ÖZGÜR VE ASMİN’i. Tüm alanı tarumar eden bombardımanla düşürdü kahraman komutan ve savaşçıyı.
Korkunun kol gezdiği, olabildiğince yoğunlaştığı bir zamanda korkusuzluğu, cüreti, yoldaşlaşmayı, bağlılığı ve kavgayı emanet etti Özgür bize. Salgının insanları eve hapsettiği korku saldığı bir zamanda, şehirlerde tüm toplumun zapt edilmeye çalışıldığı, boyun eğdirilmeye itelendiği bir dönemde ideolojisini ve silahlarını kuşandı Özgür. Davayı hesapsız, korkusuz ve tüm inancıyla kuşandı. İşte korkuyu küçülterek ölümü kucaklayan irade böyle açığa çıktı Özgür ve Asmin’de. Biri komuta etti bunu, diğeri donandı ve kuşandı.
Beni bulamazsan üzülme
Eşyalarımı bulacaksın
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın.
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine
Diyordu binlerce yıl önce yazılmış bir Likya şiiri…Binlerce yıl öteden gelen bir bilincin kuşanmışlığıdır Dersim dağlarında komünist gerillaların tutumu. Şerzan düştü Haziran’da, Eylül’de Nubar ve Rosa, Ekim’de Özgür ve Asmin ve Kasım’da Denizimiz… Hepsi de henüz 15-16 yaşında kavgaya girdi, hepsi rüzgarın ters estiği zamanda devrim ve komünizm inancıyla donandı. Düştükleri yerde bulamadılar birbirlerini ama binlerce yıl öteden beslenerek gelen haklılığımız ile beslendi, güçlendi ve temas ettiler birbirlerine. Ve emaneti bıraktılar yoldaşlarına ve halkına. Parmak izleri birbirine değmeye devam edecek ısrarla, kararlılıkla ve kesintisiz şekilde. Korkuyu korkutarak, korkusuzluğu bir salgına çevirerek ilerleyecek tarih. Ve ezilen halk yığınları bu duyguyu kuşandığında her şeye muktedir olduğunu görecek. Haklılığın; zalimler için korkulacak bir şey olduğunu, korkuyu yenmek için bunu kuşanmak gerektiğini öğreterek gidiyor bizimkiler. Özgürlüğün manifestosunu yazmaya devam ediyor bizimkiler.
Bir Partizan