Deriteks İstanbul Avrupa Yakası Temsilcisi Veysel Arslan ile işçi sınıfına dönük saldırılar, sendikal mücadelenin güncel durumu ve asgari ücret görüşmeleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
YENİ DEMOKRASİ- OHAL ile birlikte işçi sınıfının kazanılmış haklarına dönük saldırılar, grev ertelemeler, fiili asker-polis saldırıları artarken, işçi sınıfının da lokal eylemlilikleri hız kazanıyor. Bu gelinen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? İşçi sınıfı açısından nasıl bir süreç yaşandı?
V. ARSLAN- Öncelikle bu tip duyarlı gazatecilik örneği göstererek zaten sesi cılız çıkan sınıf sendikalarının sesi olduğunuz için teşekkürü bir borç biliyorum. İşçi arkadaşlarım adına bizler nezdinde milyonlarca işçinin sesi olmak gerçekten önemli diye düşünüyorum.
Sorunuza gelince aslında bu konuda bir dokun bin ah işit durumu var ve çok da geniş bir konu. Mümkün olduğunca öz olarak değerlendirmeye çalışayım. Aslında benim kendimce bir tespitim var: OHAL’in fiili yüzü gizli OHAL olarak Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçları ile birlikte siyasal atmosfer değişmeye başladığını düşünüyorum, otoriterleşme sürecinde bir dönüm noktası yaşandı, arka arkaya yaşanılan saldırılarla, artan baskılarla süreç giderek baskıcı bir tırmanışa doğru ilerledi. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün ardından da bu baskı ortamı resmi yönleri ile inşasına girişilen bir OHAL dönemi yaşanmaya başlandı.
Sürecin tam tabiri; Uluslararası Yatırımcılar Derneği’nin düzenlediği toplantıda kürsüye çıkan Erdoğan, sermaye temsilcilerinin karşısına geçince açık açık konuştu ve dedi ki “OHAL’i iş dünyası için kullanıyoruz. Grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz.” Aslında bu OHAL ile ilgili gerçeği çok net olarak ifade ediyor. Yani emekçilere karşı kullanılan bir OHAL sopası var. Şimdi kalktı gibi görünüyor ama adı yok kendi tıkır tıkır işliyor. Tabi biraz açmakta ve somutlamakta fayda var.
2 yıl süren OHAL sürecinde sermaye ve temsilcilerinin işçi-emekçilere ve kazanılmış haklara dönük saldırıları tavan yapmış durumda, aslında işçi-emekçiler dışında toplumun tüm kesmine dönük saldırılar tavan yapmış durumda. Demokratik haklardan, basın-ifade özgürlüğüne, yargı sisteminden, hak arama mücadelesindeki itirazlara varıncaya kadar bir tırpanlama mevcut.
OHAL kamuda yüzbinlerce işçinin ihracı, akademisyenlere gösterilen baskı, kurulan komisyonların göstermelik çalışması, şüpheli ölümler ve intiharlar. Aslında bunlar kategorik açıdan biz sendikaların gündemi dışındaymış gibi dursa da tam tersi bir durum mevcut her alanda emek üreten sendikalı sendikasız birçok yaşamı birçok işçi-emekçi halkımzı bazen direkt bazen de dolaylı olarak etkiliyor ve bu haliyle aslında her gelişme bir şekilde işçi-emekçilerin gündeminde, bizi etkiler durumdadır.
Daha özelde direkt biz sendikalarla ilgili OHAL ile birlikte saldırıya uğradığımız alan GREV YASAKLARIDIR. OHAL döneminde 7 grev yasaklandı. Grevi yasaklanan işçi sayısı ise 154 bin 767 olarak hesaplandı. OHAL döneminde birçok grev, sendikal faaliyet ve işçi eylemi yasaklandı. ASİL ÇELİK, EMİS, AKBANK, ŞİŞECAM, MEFAR, MESS, SODA SANAYİ (ŞİŞECAM) işçilerinin grevleri yasaklandı. Avcılar Belediyesi taşeron temizlik işçilerinin direnişi başladıktan sonra OHAL ilan edildi orda direniş zabıtalar, belediye yetkilileri, OHAL gerekçe gösterilerek hemen kaldırılmaya çalışıldı fakat işçilerin ve örgütlü oldukları Belediye-İş 2 Nolu Şube’nin kararlı duruşu sonucu direniş devam etti. Tabi saldırılar bu kadarla da kalmadı. Başta her fırsatta araya sokuşturulan kıdem tazminatı gaspı “kıdem tazminatının fona devri” gündemleştirildi. BES aktifleştirilerek işçilerin emeklerinden tasarruf edilmeye çalışıldı, varlık fonu meselesi, zorunlu arabuluculuk, özelleştirmelerdeki hızlı saldırılar, iş cinayetlerindeki artış, kiralık işçi büroları, taşerona kadro yalanı ile taşeron sisteminin devlet eliyle yasallaşması OHAL ve sonrası onu bütünleyen saldırılar şekline dönüştü. Başka bir dert ise OHAL Kanunu, valilere basım ve yayım faaliyetlerinin kısıtlamanın yanı sıra; gösteri ve toplantı yürüyüşlerini engelleme, sendikal faaliyetleri sınırlayabilme, çalışma koşullarına müdahale edebilme yetkisi de veriyor. Gören de sanki örgütlenme önünde bugüne kadar sınırsızca rahat bir ortam varmış gibi var olan birkaç olumlu hali de kökten kazımak istiyorlar. Şimdi hatırlamıyorum sayısını ama son kararnamlerden birinde yine AKP tarafından çıkarılan ve patronların isteğiyle aşamalı olarak uygulamaya giren iş güvenliği kanunun tahlikeli işyerleriyle ilgili kısımlarının uygulanması, bir kez daha 2019 sonuna ertelendi iş cinayetlerine çıkarılan daveti olarak düşünebiliriz bunu da.
Yani biz işçi-emekçiler açısından anlaşılması gereken olgu şu; patronlar organize çalışıyor: Ücret artışını, hakları, yukarıdan aşağıya mümkün olduğu kadar aza indirmek için tetikteler. Arkalarında hükümetiyle, devletiyle, kanunlarıyla, polisi, jandarmasıyla, mahkemeleriyle, koca bir düzen var! Patronların düzenlerinden güç alarak kendilerini güçlü hissetmesi, aslında normal, anormal olan tüm bunlara maruz kalan işçi-emekçilerin tüm bunlara rağmen örgütsüz ve dağınık oluşu. Saldırıların berraklığı kadar ortak örgütlü duruşun da ihtiyaç olduğu berrak. Çünkü bu düzen her gün milyonlarca işçinin çalışması, çabası sayesinde işliyor, yaşamaya devam ediyor, hem de onları yaşatanlara uyguladıkları baskı-sömürü aracıyla.
YENİ DEMOKRASİ- Yaşanan bu saldırılara karşı sendikaların tavrını nasıl yorumluyorsunuz?
V. ARSLAN- Sendikasız, sigortasız, güvencesiz, kuralsız, 12-14 saat boyunca sefalet ücretleriyle çalışmanın bu denli yaygın hale geldiği bir dönemde sermaye ve onun temsilcilerinin daha da fazlasını isteme pervasızlığına şaşmamak gerekiyor. Sendikal örgütlülük düzeyi bugün yok denilebilecek seviyelere inmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınladığı bir istatistikte yanlış olmasın tam hatırlamıyorum ama komik ve sürrealist bir sendikalılık oranı vermişti. İşçi sınıfının yüzde 50’ye yakın bir kısmı sendikalıdır diyordu! Oysa memur sıfatıyla çalışan işçileri bir tarafa bıraktığımızda, bugün sendika aidatı ödeyen ve toplu sözleşme kapsamında bulunan işçi sayısı topu topu 850 bin civarındadır ve günden güne düşen bu sayı, sendikalaşma oranının gerçekte yüzde 6 civarında olduğu anlamına gelmektedir. Dahası, kimi sendikaların yaptığı araştırmalara göre, özel sektörde sendikalılık oranı son on beş yıl içerisinde yüzde 8 civarından yüzde 3’e düşmüş durumdadır.
Bakanlık açıkça sahte rakamlar yayınlıyor ve sendikal bürokrasi bu yalanlar karşısında sesini çıkarmıyor. Daha da öteye geçerek bu yalanlara ortak oluyor. Peki neden? Çünkü gerçek rakamlar açıklanırsa, mevcut yasalara göre, bugün neredeyse hiçbir sendikanın yüzde 10 barajını aşmasının mümkün olmadığı ve dolayısıyla toplu sözleşme yapma hakkının bulunmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Bir başka deyişle, mevki ve ayrıcalıklarına sımsıkı sarılan sendika ağaları, ikbal kapılarına kilit vurmamak için bugüne dek hükümetlerle danışıklı bir dövüş, birbirinin ayıbını örtme politikası gütmüşlerdir. İşçi ücretlerinden otomatikman kesilen üye aidatlarıyla oluşan milyonlarca liralık fonların faiz ve rant gelirleri sendika ağalarının hizmetinde olduğu sürece, onların işçi sınıfının geniş kesimlerini örgütlemek gibi “riskli ve masraflı” bir gayretin içine girmelerine ne hacet! Yalanlara ve egemen sınıfın icazetine dayanan bir sendikacılık anlayışından işçi sınıfına bir hayır gelmeyeceği apaçık değil mi? Böylesi bir anlayıştan sendikal yasaları değiştirmeye ve sınıfın kitlesini örgütlemeye dönük enerjik bir seferberlik beklemek ham hayal olurdu.
Hal böyle olunca mevcut konfederasyonlarda bu arada hepsini de katarak söylüyorum (DİSK adından mütevellit kendisini bunun dışında tutmasın) biraz önce söylediklerim paralelinde ortaya çıkacak hatırı sayılır bir işçi hareketi çıkmayacağı kendi içinin doğallığındadır. Söylemeden geçmek haksızlık olur ki her konfederasyonda bazı genel merkez ve şube düzeyinde iyi niyetli her şeye rağmen doğru bir çizgi tutturmaya çalışan diğerlerine göre daha samimi işçiden yana bir şeyler yapmak için uğraşan sendikalar var ama bu kaideyi bozmuyor maalesef. Oysa ortada yıkılacak koskoca bir kaide var. İşin ciddiyetini göstermek için bir örnekle noktalayayım bu soruyu HAK-İŞ konfederasyonu Başkanı Sayın Mahmut ASLAN kıdem tazminatının fona devri formülü ile gasp edilmesine “Kıdem Tazminatı’nın fona devrine sıcak bakıyoruz” gibi trajikomik bir açıklama yapıyor.
YENİ DEMOKRASİ- Yaşanan ekonomik krizle birlikte zaten açlık sınırının altında olan asgari ücret, her geçen gün erimeye devam ediyor. Asgari ücret görüşmeleri başladı biliyorsunuz, yaşanan ekonomik krizle beraber düşünürsek, bu görüşmelerden işçi sınıfı lehine bir şey çıkacağını düşünüyor musunuz?
V. ARSLAN- Aslında bu görüşmelerden hiçbir dönem işçi sınıfının istediği bir sonuç çıkmadı, çıkmaz da.
Asgari ücret ülkemizde, “Asgari Ücret Komisyonu”nda sahnelenen bir “oyun” olarak cereyan etmektedir. Komisyonun, yıllardır oynadığı bu oyunun sonucunda asgari ücret, daha önce izleyen herkesin tahmin ettiği gibi, bu yıl da patronların ve Hükümetin ittifakı ile belirlenecek. Arkasına işçilerin gücünü almayan Türk-İş’in Asgari Ücret Komisyonu’na verdiği üyeler ise bu oyuna “meşruiyet” sağlamanın ötesinde bir etkiye sahip olmadılar. Bu yıl küçük bir farkla oyuna dahil edilen bir asgari ücetlinin görüşmelere katılması oldu.
Elbette burada belirtmek gerekir ki; asgari ücretin dört kişilik bir işçi ailesinin değil sadece “Çalışan kişinin asgari ücreti” olarak belirlenmesi bir çelişkidir. Türkiye’de iş asgari ücretin belirlenmesine gelince asgari ücret, bir kişinin “asgari geçim masrafı” olarak tarif edilmektedir. Birden o işçinin bakmakla yükümlü olduğu aile çocuklar görmezden gelinir. 3 çocuk ister o da yetmez 5 çocuk ister ama iş bunların yaşamları için sorumluluk almaya geldiği zaman mesele teke düşer. Rakamlara bakacak olursak asgari ücretin nasıl olması gerektiğini net olarak görürüz. Yoksulluğu bile hedef koyamayan bir asgari ücretin belirlenmesine nasıl bakılırsa öyle bakıyoruz. Çok net olarak görülüyor ki asgari ücret yaşama maliyetini karşılamaktan uzak…
Bu gerçekler ışığında bir rakam tartışmaktan çok asgari ücret tartışmasının işçinin gerçek talebini yansıtacak güç olmayı hedeflemek gereklidir. Elbette ki burada asıl sorun; sendikaların tıpkı diğer meselelerde olduğu gibi asgari ücret mücadelesinde, işçilerin gücünü ortaya koymak yerine patronları ve hükümet temsilcilerini tartışarak ikna etmeyi esas almış olmasıdır.
Bu yüzden de asgari ücret az mı çok mu tartışmasını belki hükümetin ve patronların emek düşmanı politikalarını teşhir etmek için bugün de tartışabiliriz. Ama asıl olarak, örneğin 2019 ve sonraki yıllar için asgari ücreti işçilerin isteklerine yakın bir düzeyde nasıl elde ederiz tartışmasını yapmak durumundayız: Bugün olanlardan, oynanan oyundan gerekli dersleri çıkararak, “en büyük toplu sözleşme” olan asgari ücret tespitini, gerçek bir toplu sözleşme olarak ele alıp masaya işçilerin gücünü koyacak biçimde mücadeleye çekmek olmalıdır.
YENİ DEMOKRASİ- Sizin de bileşeni olduğunuz bir platform kuruldu? Bu platform neyin ihtiyacı olarak doğdu ve neleri hedefliyor?
V. ARSLAN- Aslında önceki soruların içinde belirttiğimiz işçi-emekçilerin yaşadığı tüm sendikaları ilgilendiren temel bazı sorunlarımız var. Bunların başında iş cinayetleri, asgari ücretin insanca yaşamaktan uzak oluşu, kıdem tazminatının fona devri ile gasp planı, kiralık kölelik büroları, taşeron çalışma sistemi, zorunlu arabuluculuk, sendikal örgütlenmenin önüdeki engeller; başta ülke barajı, krizle birlikte eriyen ücretler,işten çıkarmalar, insana yakışır çalışma koşullarından yoksunluk vb. gibi listeyi uzatabiliriz. Bu saydığımız sorunların kaynağı bugün mücadele ettiğimiz sermaye ve patronlar düzeninin bir sonucu. Ve bu saldırılar son hızla devam ediyor. Patronlar daha örgütlü daha derli toplu, daha planlı saldırıları yapıyorken emek tarafının özellikle de biz işçi sendikalarının gücü çok parçalı ve dağınık. Aslında bu girişimde bulununan sendikalarımız bu saydığımız temel ve önmli sorunlara karşı bir mücadele yürütüyor. Bu meselelere yaklaşımda da gözle görülür bir anlayış ortaklığı var, farklılıklar var ama işçilerin çıkarlarını savunmak, kazanılmış haklara karşı saldırıları püskürtmek için de bir ortaklık bir dert var. İşte aslında aynı yöne giden, ortalama aynı bakış açısına sahip, emeğin sorunlarını kendine dert edinen sendikalarımızla bu çalışmayı başlattık. Bir de emeğin başkenti İstanbul da bu birlikteliğin olmaması gerçekten bir kayıp olduğunu düşünüyoruz. Daha önceleri başka isim adı altına benzer çalışmalar olmuştu iyi de şeyler yapıldı bizler de burda neden olmasın dedik. Hatta bunu oluşturmak görevimiz gereği olduğunu olağanüstü bir çalışma olmadığını da biliyoruz. İzmir, Gebze, Bilecik’te benzer çalışmalar var olumlu çalşmalar da yapıyorlar. İstanbul ayağı da da bir çalışma başlattık. Şu an 3 farklı konfederasyondan 11 sendikamız var daha da büyütmek hedefimiz.
İleri için de ortak mücadele kültürü adına bir değer oluşturmak istiyoruz. Bizi ayrı tutan sebepler bizi birlikte hareket etmemizi sağlayacak nedenlerden daha güçlü değil. Amacımız kalıcı uzun soluklu şubeler platformu oluşturmak. Biliyorsunuz İstanbul bu ve benzeri kimi çalışmalarda örnek oluşturacak bir emek kenti. Büyümek ve kalıcılaşmak şimdi ki hedeflerimizden ve tabi ki emeğe dönük saldırılara karşı da ortak mücadele hattını örebilmek.
YENİ DEMOKRASİ- Son olarak önümüzdeki süreçte işçi sınıfını, emekçileri neler bekliyor, neler hedefliyorsunuz, nasıl bir sendika?
V. ARSLAN- Sermaye ve onun temsilcileri işçi sınıfında biriken direnme dinamiklerini, sendikalaşma yönelimini saldırıyla ezmeye çalışıyor, uzun süredir devam eden direnişler karşısındaki çözümsüzlük tutumu da bunun bir yansımasıdır. Krizin etkileri giderek ağırlaşacağı, işsizlik-yoksulluk ve yoksunlaşmnın daha da artacağı çok açık. İlerleyen günlerde işten çıkarmalar, kazanılmış haklara saldırılar da belirgin bir şekilde artacağı maalesef ki görülüyor. Yani işçi-emekçileri bir öncekinden daha kötü günler bekliyor. İşçi sınıfının biriktirdiği patlama dinamiklerine karşı saldırganlık da gemi azıya almış durumda. Bunun en güncel örneği ise 3. Havalimanı işçi direnişinde açığa çıkan bu dinamiklere karşı sermayenin yani patronların ve devletinin politikasını nasıl seyrettiğidir. Sorunu çözmek değil sorunu dile getiren işçilere saldırmak, daha fazla saldırmak ve sınıfın bütününe gözdağı vermeyi hedefleyen mesajların da çoğalacağını görmek için âlim olmaya da gerek yok. Ardından sendikalaştıkları için baskıya uğrayan ve en son yedi arkadaşları işten atılınca servislere binmeyerek fabrikada bekleyen-iş durduran TARİŞ işçilerinin kitlesel bir şekilde gözaltına alınması mesajın ve sürecin açık göstergesidir. Nerede bir sendikalaşma çabası varsa orada anında işçilerin tepesine çöken sermaye bu tutumunu siyasi baskı aracı olarak hükümetler üzerinden pratiğe taşımalarının diğer örneği de geçmiş direnişler hakkında açılan yargılama davalarıdır. Bu yaklaşım sendikalaştıkları için işten atılan ya da çeşitli biçimlerde baskı gören, ücret sorunu yaşayan işçilerin devam eden direnişleri karşısındaki katı çözümsüzlük tavrına da yansıyor. Şu anda aylardır devam eden direnişlerin hemen hepsinin ortak özelliği sendikalaşma karşısındaki düşmanlık sonucu yaşanmaları. Süren direnişlerde ortak olan talepler işçi sınıfının talepleridir. Direnişlerin başlamasında sendikal faaliyet nedeniyle işten atmalar, baskıların devam etmesi, işçi ve sendika düşmanlığı başta gelmektedir.
Buradan sorunuzun son kısmına geçmek istiyorum nasıl bir bir sendika sorusunun cevabı aslında çok açık. Lafı dolandırmaya, süslemeye, eğip bükmeye, yeni kavramlar, yeni yöntemler çıkmış gibi davranmaya gerek yok. Dün bugün ve yarın da savunacağımız temel anlayış sınıf sendikacılığıdır. Dönem sadece araçların kullanılış biçimini, ifade tarzınızı, literatürünüzü de bir değişikliğe zorlayabilir. Bunlar olağan şeylerdir. Ama asıl olan sınıf sendikacılığı, işçinin gerçek yaşamını önemseyen, dertlerine kalıcı ve yaşama uygun çözümler bulup değer katan, işçiyi sadece sendika üyesi olarak tutmayıp iyi bir sendikacı olduğu kadar iyi bir işçi kimliği kazanmış ve başkasına da kazandıran sendikal anlayış olmalıdır. İşçisini yaşamın her alanda söz sahibi olması gerektiğini savunan. Siyasetten, kültüre, yönetimden, üretmeye kendi kimliği için kendi geleceğenini kurmak için mücadele eden bir işçi bilinci yaratan sendika anlayışına sahip çıkılmalıdır. Ekonomik sıkıntılara sıkışmamış, meseleyi TİS’den ibaret görmeyen gerçekten işçinin okulu olabilecek sendika diyoruz.
Sözümü sendikamız Deriteks ile özdeşleşmiş bir sloganla bitirmek istiyorum;
Birlik Mücade Zafer, Zafer, Zafer!