Siyasi parti, demokratik kitle örgütü, sendika, akademisyen, yazar vb. onlarca kişi ve kurumun imzasıyla “Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformu” kurulduğu açıklandı. Koronavirüs salgını nedeniyle hayati denilen talepleri sıralayan platform, yayınladığı açıklamada bir muhatap belirtmemiş olsa da taleplerin muhatabının devlet olduğu anlaşılmaktadır.* Platform bu talepleri sunduktan sonra her gün belli bir saatte ışık söndürme eylemi yapacaklarını duyurdu. Bu tür platformlar ve “eylem” biçimleri yeni değildir, birçok dönemde devrimci ve komünistlerin karşısına çıkmıştır. Ancak bu platformu özel kılan ölümcül bir salgın baş gösterip sistem her yerinden dökülürken ortaya çıkmasıydı. Daha özel olanı ise kendisini devrimci, sosyalist olarak tanımlayan kurumların bu platformdaki imzacılığıydı. Koronavirüs salgınının ortaya çıkardığı koşullarda, sistemin karakterini, devletin tutumunu ve kaçınılmaz olarak kendini dayatan devrimci çizgiyi yok sayarcasına ortaya konan talepkârlık ve adına “eylem” bile diyemeyeceğimiz bu pasif tutum tartışılmayı hak etmektedir. En başta belirtelim ki faşizm karşısında hiçbir karşılığı bulunmayan ve kendisine “devrimci”, “sosyalist” diyenler için pasifizm ve reformist çizginin derinleşmesi anlamı taşıyan bu tür girişimler devlet karşısında somut, ciddi hiçbir sonuç doğurmayacağı gibi devrime ve devrimci çizgiye de ait değildir. Partizan, bu nedenlerle söz konusu metne imza vermemiş, platforma dâhil olması yönündeki davetlere ‘olumlu’ yanıt olmamıştır.
Koronavirüs salgınıyla beraber kapitalist-emperyalist sistemin ve egemen sınıf devletlerinin niteliği apaçık ortaya çıktı. Salgının ortaya çıkışında sistemin yarattığı ekolojik kriz, yayılmasında devletlerin ‘umursamazlığı’, ölümcül bir tehdit haline gelmesinde piyasaya göre işlediği için çöken sağlık sistemi kendini ele vermekte gecikmedi. Sermaye ve onların hizmetindeki devletler, önceliği ülke ekonomisini ve şirketleri korumaya vererek halkı bir anlamda kendi kaderine bıraktı. Aralarındaki nicel farklara karşın tüm burjuva ve burjuva-feodal devletlerin gerçekliği budur. Kendi sınıf çıkarlarını temsil eden “ekonomi”nin gerçekleşebilmesi için işçi sınıfının salgın tedbirlerinin dışında tutulması ve üretimin devam ettirilmesi gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu, herkese evlerinizde kalın dendi işçiler ise fabrikalara yönlendirildi.
Açıklamaları ne yönde olursa olsun belli ki egemen sınıflar ve devletler, koronavirüs salgını karşısında gayet “realist” bir tutum içerisindeler. Kimisi “sıkı tedbir ve test” kimisi “sürü bağışıklığı”nı tercih etti fakat hepsi “iç ekonomi”yi ve “şirketleri” ayakta tutma noktasında ortaklaştı. Salgının yayılma düzeyi ekonomiyi etkilemesine ve bu etkinin düzeyine göre önemliydi. Yaşlılar, hastalar, işçiler veya her yaştan yoksullardan oluşacak “kayıp” telafisi mümkün sınırlarda tutulmalıydı, o kadar.
Kimi emperyalist-kapitalist devletler salgın karşısında devasa bütçe ve destekler açıkladılar. Bu bütçelerden kuşkusuz o ülke halkına düşen kırıntılar da vardı. Bizimki gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde ise devletin şirketleri korumaya dönük kimi tedbirleri olsa da salgına karşı halkı da kapsayacak şekilde büyük bütçeler açmaya yetecek bir artı birikimi yoktu. Var olan birikim devletteki ve özel sektördeki komprador büyük sermayeyi korumak ve ayakta tutmakla görevliydi. Hatta bu görev için emekçilerden kesilerek oluşturulan işsizlik ve sigorta fonu da devreye koyuldu. Emperyalist ülkeler, yarı sömürge ve sömürge ülkelerden aşırdıklarıyla daha olanaklı koşullara sahipken yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin ise işçi sınıfı ve halka “dua” ve ölümden başka sunacakları bir şey yoktu.
Evet bu tabloda işçi sınıfının ve geniş emekçilerin talepleri önemli bir yerde duruyor. Sistemin saldırılarıyla beraber salgının bedelini ödeyenler de işçi ve emekçiler. Doğal olarak salgına ve sisteme karşı mücadelenin merkezinde de onlar var, onlar olmalı. Fakat sınıf düşmanlarımızın bu kadar net ve “realist” olduğu koşullarda, işçi sınıfı ve emekçiler adına söz söyleyen, kendini “devrimci”, “sosyalist” vb. tanımlayan politik hareketlerin bu derece hayalperest olması ya da buna hizmet etmesi kabul edilebilir mi? Sistemin ve devletin gerçeği karşısında üç maymunu oynamanın, talep listesi oluşturarak ışık yakıp söndürmeyi savunmanın neresi devrimcidir?
Somut durum ve taleplerin dillendirilmesi sistemin, hâkim sınıfların, devletin teşhiri ve onlara karşı mücadelenin geliştirilmesinde bir araçtır. Özellikle de sendikalar ve demokratik kitle örgütleri üzerinden bu taleplere dayalı bir mücadelenin geliştirilmesi anlaşılabilirdir. Ki bu durumda bile yani sendikalar ve demokratik kitle örgütleri de olsa sömürü sistemi ve faşizmin karakterine gözlerini kapayan, kendini salt taleplerini ilan etmekle sınırlayan anlayışlarla mücadele edilmek zorundadır. Somut, acil talepler ve hatta daha ileri gidelim birtakım reformsal talepler sömürü sisteminin ve faşist devletin kendisine karşı bir mücadelenin aracı kılındığında anlamlıdır. Aksi ise pasifizmdir, üç maymunu oynamaktır, halkı bu oyunda figüran haline getirmektir.
Sendikalar ve demokratik kitle örgütleri söz konusu olduğunda dahi talepkârlık ve ışık yakıp söndürme gibi pasifist eylem biçimleri eleştiri ve öneriye tabiyken aynı tutumu benimsemek devrimcilik, sosyalistlik iddiası olanlar için ise kabul edilemezdir. Kapitalist-emperyalist sistemin ve özelde faşist iktidarların niteliği salgının yarattığı çok yönlü etkiler içerisinde bu derece açıkken odağında sisteme ve devlete karşı köklü bir mücadeleyi, devrimi bulundurmayan her çağrı ve girişim, politik hareketler nezdinde devrimci çizgi ile reformist çizgi arasındaki ayrımın da ölçütüdür.
Evet her politik hareket “devrim” ve “sosyalizm” söylemini bir şekilde kullanıyor. Fakat mücadele kurgularının, eylem biçimlerinin, halka hitap eden metinlerin kısacası her bir davranışın da bu söylemle uyumlu olması gerekir. Bir taraftan “devrim”, “sosyalizm” deyip halkı açıkça salgının insafına bırakan, işçilere hastalık ve ölüm pahasına üretimi dayatan sisteme karşı, sistem içi önerilerle tutarlı olamazsınız. Bir taraftan faşizm, faşist devlet deyip aynı faşizmden sosyal adaleti ve demokrasiyi bekleyemezsiniz. En önemlisi geniş yığınlara, faşizm karşısında kayıtsız kalarak, pasifizmi adres göstererek devrimci bir etki yapamazsınız.
On milyonların yarasına merhem olmaktan uzak “dayanışma ağları”, egemenlere “devletçiliği” öneren yaklaşımlar, balkonlara “beyaz bayrak” asalım diyenler ve şimdi “ışık yakıp söndürme”yi propaganda eden politik hareketler… Bütün bu tutumların ortak yanı sistemin ve faşist devletin gerçeğini yok sayarak işçi sınıfı ve halka pasifizmi propaganda etmeleridir. Bu yaklaşımlarda, sınıf düşmanlarımızdaki gerçekçiliğin esamesi bile yoktur. Oysa biz biliriz ki “gerçekler devrimcidir.” Devrimciler bugüne kadar bedeli ağır ve acı sonuçları da olsa gerçeklerden yola çıktılar. Mücadele stratejilerini gerçekler üzerinden yükseltmeyi savundular. Fakat görülüyor ki koronavirüs salgınıyla beraber belirsizliğin ve çaresizliğin girdabına sokulan sadece halk değildir. Halkta sosyal ve psikolojik sonuçlar üreten bu belirsizlik birçok politik hareket nezdinde ise ideolojik hastalık üretiyor. Bu pasifist çizgi özgülünde, devrim iddiası ve iktidar bilinci dün nasıl parlamentarizm, reformizm ve liberalizm karşısında beyaz bayrak çektiyse bugün de koronavirüsün açık ettiği çelişkiler karşısında beyaz bayrak çekmektedir. Bugün devrim ve sosyalizm iddiası altı boş metinlere, yanıp sönen lambalara ve evlerin balkonlarına hapsedilmek istenmektedir. Bu egemenlerin de pek mazur göreceği bir davranış biçimidir.
Tartıştığımız şey hiçbiri özel olarak karşısında durmayacağımız “talepler” değildir. Devrimciler özellikle böylesi koşullarda talep eden değil hâkim sınıflara ve iktidara karşı mücadeleyi organize eden, devrimi propaganda eden ve örgütleyen bir pozisyonda bulunmalıdır. Bu kadar etraflıca talep listesi oluşturduktan sonra bütün bunları halkı pasifizme hapsetmekten başka bir anlamı olmayan bir girişime bağlamak talepler uğruna mücadelenin de altını boşaltmaktır. Faşizmle yönetilen bir ülkede yaşıyoruz ve bu faşizmi karakterize eden en temel özelliklerden biri azgın bir sömürü ve baskı politikasıdır. Bu Türkiye gibi “zayıf ekonomiler”in, faşizmle yönetilen ülkelerin bir gerçeğidir. Her bir söylemimiz her bir adımımız bu gerçeğe göre şekillenmek zorundadır. Doğal olarak bu ülkede hiçbir hak faşizme karşı mücadele yürütülmeden elde edilemez. Hiçbir talep egemenler ve devlet tarafından sırf geniş kitleler istiyor diye karşılanmaz. Ne “sosyal demokrasi”yi diriltme uğraşları ve “devletçiliği” göreve çağıran girişimlerin ne de bu tarz pasifist tutumların faşizm gerçeği karşısında bir kıymeti harbiyesi vardır. Dahası “sosyal demokrasi”nin, devletçiliğin, reformculuğun işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını temsil ettiğini kim söyleyebilir. Birisi sisteme kendini kurtaracak bütünsel modeller önermenin diğeri sistemi onarmanın siyasi çizgisinden başka bir şey değildir.
Faşizm koronavirüs salgınıyla beraber işçi sınıfı ve halka yoksulluk, hastalık ve ölüm sunuyor. Çelişki bu kadar açık ve çarpıcı; faşizmin tutumu da bir o kadar net ve gerçek. O halde devrimci, komünist bir hareketi tanımlayan şey talepler ve adına ‘eylem’ bile diyemeyeceğimiz pasifist tutumlar olamaz. Devrimci, komünist bir hareket özellikle bu koşullarda devrimin propagandasını yapar, bunun için açık bir biçim kazanmış bu ölümcül çelişkilerden yola çıkar. Ölümcül bir salgına teslim edilen işçi sınıfı ve halkı her fırsatta bu ölümün sorumlusu olan sisteme ve faşizme karşı hesap sormaya, aktif mücadeleye çağırır.
Komünistler, halk ile düzen arasındaki çelişkileri devrim yoluyla sonuçlandırmak için onların ileriye dönük her eylemini, önderliğine giriştiği devrimin bir parçası olarak görürler. Devrim sürecinin bütün parçalarını kendi anlayışı, amacı, tarzı ile birleştirme, bütünleştirme amacı güder ve sürece önderliğin başarısını böyle mümkün görürler. Kitlelerle ilişkisini “yatay” düzlemde, taleplerle, dayanışmacılıkla tarifleyenler ise kaçınılmaz olarak burjuva dünyanın üretimine hizmet ederler. Onu yıkmak ise bundan farklı bir bilinç ve perspektif gerektirir. Devrimin başarısı bakımından esas öneme sahip olan önderlik rolüdür. Oysa devrimciliğin, sosyalistliğin bu derece sıradanlaştırılması devrimi imkansızlaştırılmakla eşdeğerdedir. Politik rolünü “yatay” düzlemdeki “bir araya getirici” role indirgeyen anlayış reformist bir anlayıştır. Ve ne yazık ki birçok “devrimci” kurumda adı konmamış bir biçimde çizgileşen şey bu reformist politika ve önermelerdir.
İmza listesinde ülkemizdeki devrimci-demokratik hemen her kurumu bulmak mümkün. Başta da belirtmiştik bizim için önemli olan kendine “devrimci” diyen kurumlardır. Çünkü bugün devrimci çizginin bu olmadığı açık ve net bir dille vurgulanmalıdır. Bu açıklamadaki “devrimci” imzalar, faşizm karşısında hiçbir güç oluşturamayan pasifizmin ve reformist çizginin derinleştiğinin göstergeleridir.
Sağ tasfiyeci grup da bu metinde utanmazca “Partizan” imzasını kullanmıştır. Herkes bilmelidir ki bu ismi kullananların Partizan’la uzaktan yakından bir alakası yoktur. Partizan adını bu pasifist açıklamalara alet edenler, kimi açıklamalarda ve platformlarda imzacı olmak dışında ciddi hiçbir varlığı bulunmayan sağ tasfiyeci gruptan başkası değildir. Bu imza metniyle bir kez daha görünür olmuştur ki bu tasfiyecilerin Partizan’la, Kaypakkaya’nın temsil ettiği komünist çizgiyle ve en önemlisi devrimci bir iddiayla ilgileri yoktur. Nerde reformist-liberal bir yönelim, ideolojik bir savruluş, proletaryanın kızıl bayrağı yerine başka bayrakların altında toplanma varsa bu tasfiyeci grubu orada bulabilirsiniz. Ve bilinmelidir ki orada “Partizan”ın adını kendi ideolojik savruluşu ve tasfiyeci çizgisine alet etmeye çalışan bu gruptan başkası değildir. Kendilerine de ‘önerimizdir’; bu isim size fazla ağır, altında ezilip büzülmeyi bırakın, “özgürleştirin” kendinizi. Reformist, liberal, “özgürlükçü bireyler” ya da ne olmak istiyorsanız onu olun, yolunuz açık. “Partizan” ve “Kaypakkaya”nın adının arkasına saklanmaktan vazgeçin.
*Platformun açıklamasında belirtilmese de change.org’da başlatılan imza kampanyasında muhataplar “Karar Vericiler: Fahrettin Koca (T.C Sağlık Bakanlığı), Recep Tayyip Erdoğan (T.C Cumhurbaşkanlığı), Zehra Zümrüt Selçuk” olarak belirtilmektedir.