Toplumsal bir varlık olarak insanın kendini gerçekleştirme sorumluluğu taşıması itibariyle giriştiği maddi, düşünsel üretimlerinin tamamına kültür adını veririz. Gündelikte biz bunu “yaşam biçimi” diye tanımlıyoruz ki esasen yanlış değildir. Bu tanımlamayla sınıf, toplum, düşünce alanındaki söylemler, uygulama alanındaki maddi üretimler bütününü ifade etmiş oluyoruz. Bu alanlara ideoloji, siyaset, sanat, gündelik kullanım eşyaları ve mimari vb.de girer. Yaşam biçimi dediğimiz bu çerçeveyi, o kültürün içinde bulunduğu toplumsal yapının dışında ele almak mümkün değildir. Marks’ın “Maddi hayatın üretim tarzı, hayatın toplumsal, politik ve ussal süreçlerini de belirler” tespiti de bu gerçekliği saptar. Yani iktisadi gelişme beraberinde felsefi, hukuki, politik, edebi, sanatsal vb. gelişmeye de yön verir. Ekonomik temelle bir koşutluk içerisindedir tüm bunlar. Diyebiliriz ki “Maddi üretimin belirli bir biçimi, ilkin belirli bir toplumsal yapıya ve doğa ve insanlar arasında belirli bir ilişkiye yol açar. Devlet yapısı ve halkın zihniyeti bu iki etkenle ve dolayısıyla kültürlerinin karakteriyle belirlenir.” (Marks)
MLM klasiklerde de vurgulandığı gibi, topluma hakim olan ideoloji egemen sınıfların ideolojisidir. Poulantzas da “genellikle egemen ideoloji toplumsal formasyonun ‘harcını’ oluşturur” diyerek ideolojinin egemenlerin elinde nasıl işlevlendirildiğine dikkat çeker. Elbet kültürel hakimiyet de bunun dışında değildir. Çünkü üretim araçlarına sahip olanlar ideolojik-kültürel üretim araçlarına da sahiptirler. Bu ise kültürel hakimiyet mücadelesinin politik mücadele konusu olmasını koşullayan temel nedendir.
Bugün emperyalizmin neo-liberal ideolojik saldırısı, ekonomik tarzına uygun olarak yansımasını en fazla kültürel alanda bulmaktadır. Kitlelerin ideolojik olarak kazanılması, öncesi toplumlara nazaran kapitalizmde daha fazla öne çıkmış ve inceltilmiş biçimler, yol-yöntemler kazanmıştır. Özellikle “son on yirmi yıl içerisinde kültür değer oluşumunun başlıca alanı haline gelmiştir.” (Jeremy Gilbert/ Anti-Kapitalizm ve Kültür, Ayrıntı Yayınları)
Burjuva sistemin doğrudan ya da dolaylı kitleleri egemenlik alanında tutmasını sağlayan her şey devrimci mücadelenin konusudur. Bunun sacayaklarından olan kültürel alan da bu nedenle önemli bir yer tutar. Geniş halk kitlelerinin olabildiğince bu etki alanından çıkarılamadığı sürece sınıf mücadelesinin sağlıklı gelişimi de mümkün olamayacaktır. Mücadelenin her alanı ve biçimi kendine özgü kültürel oluşum ve özelliklerin yaratımına yol açar. Ancak hepsinin temel özelliği sınıfın, devrimci kültürün niteliğini taşımasıdır.
Karşımızdaki olguyu tanımlamak, özelliklerini kavramak, ona karşı mücadeleyi etkin ve sonuç alıcı kılmak açısından önemseriz. Bir o kadar kendimizi de kolektif bir devrimci olarak yapılandırıp oluştururken en ileri seviyede bir nitelik kazanmayı hedefleriz. Buna ulaşmanın anlayışına, yol ve yöntemlerine yöneliriz. Konu burjuva ve devrimci kültür olunca konuya bunların tanımlanması, farklılıkların ortaya konulmasıyla başlamak da kaçınılmazdır.
Christupher Coudwell, Yanılsama ve Gerçeklik adlı kitabında burjuva kültürü, “özgürlüğü -insanın bütün içgüdüsel güçlerini- gerçekleştirmesini ‘bireycilik’ yoluyla elde eden bir sınıfın kültürüdür” diye tarif ediyor. Bu da kaynağını kuşkusuz özel mülkiyetten ve sömürü-baskı düzeninden alıyor, ondan besleniyor. Bireycilik, bencillik, çıkarcılık vb. sömürücü, asalak sınıfların karakteristiğidir. Kapitalizmde üretimin toplumsal niteliğine karşın üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır. Rekabet, maddiyatçılık, bireycilik, bencillik de bu özel mülkiyet dünyasından ortaya çıkar, bunlarla maluldür. Onun hukukuna, ahlakına, felsefesine, insana ve hatta doğaya bakışı ve ele alışına bunlar yön verir. Kültürü bu özelliklerle beslenir, hayat bulur. Tüm bu ve benzeri özellikler kapitalizmin varlık koşuludur da denilebilir. Marks, Felsefenin Sefaleti’nde kapitalizmle birlikte her şeyin “anlam, kanaat, bilgi, bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu”nu belirtir ve “bu genel bir kokuşma dönemidir… Maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır” der.
Sınıf kültürü; devrimci kültürü, özgür bir toplum tasavvurunun, idealinin eşitlikçi, paylaşımcı, dayanışmacı, özgürlükçü vb. özelliklerini içerir. Birey olarak özgürlüğün gerçek anlamda toplumsal özgürlük koşullarında yaşanabileceği anlayışına sahiptir. ‘Ben’ yerine‚ ‘biz’i koyar. Ve tüm bu anlayışın temel belirleyenlerinin toplumsal yaşamın vazgeçilmez öğeleri olması için mücadele eder. İşçi ve emekçilerinin özgürlüğünü savunup hedefler.
Kapitalist sistemin insanın -birey olarak da- varoluşunu özgürce gerçekleştirme koşullarını yok eden, onu ezen, emeğini gasp edip onu yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkum eden, kendine, topluma ve yaşama yabancılaştıran niteliğine karşı bir başkaldırıdır devrimcilik… Ve bunu kendini kolektifin bir parçası kılarak yaşama tercihidir. Elbet bu, o güne kadar sistemin belleğimizde oluşturduğu alışkanlıklar, düşünce tarzı, yaşam biçimi, anlayış ve davranışların varlığını dışlamaz. Kısacası kültürel şekillenişimiz burjuva kodlarını taşır. Kolektif, kendimizi değişime-dönüşüme sokacak ortam ve koşulları en etkili ve toplumsal boyutlarda kazandığımız yerdedir. Bunun bilincini, araçlarını yol ve yöntemlerini sunar bize. Biz olmak duygusunun o büyük gücünü, hazzını ve devrimci olmanın ayrıcalığını duyumsatır bize. Kolektif devrimcilik, düzenin yarattığı duygu, düşünce ve bakışın, yaşam alışkanlıklarının yerine yeni bir değerler sistemine adım atmak, onları benliğinde oluşturmak ve yeni bir insan tipine ulaşmak iddiasını sahiplenmek demektir. Kendimizi onunla, onun kimliğiyle tanımlama sorumluluğu birçok görev yükler bize.
Bilgi ve bilmek, değiştirmenin olmazsa olmaz önkoşuludur. Elbette esas olan pratiktir. Dünü-bugünü anlayıp kavramada ve geleceği kurgulamada MLM teoriyle ilişkilenişimiz, pratik anahtar rolündedir. Teorisiz pratik, pratiksiz teori kadar amaçsızdır. Bize yön veren değişme ve değiştirme isteği ve bilincidir. Bunları ne denli güçlü tutarsak o denli başarıyı yakalarız. Değişme ve değiştirme süreci elbette sorunsuz gelişmez. Çünkü her şey gibi biz de bireyler de çatışmalı-çelişkili bir varoluşun içerisindeyiz. Çelişkinin hangi yönünün ağır basacağı -düzenin empoze ettikleri mi; devrimci kişilik ve kültür mü?- tamamen bizim kendimizi nerede, nasıl görmek, nasıl yaşamak istediğimizde bu yönde harcadığımız çabada yanıtını bulur.
Egemenlerin toplumsal hakimiyetlerini, salt açık zora dayanarak oluşturup koruduklarını söyleyemeyiz. Özellikle kapitalist-emperyalist sistemde bu gerçek daha açık ve net kendini gösterir. Esas olarak ‘rıza üretme’ ihtiyacı, burjuvazinin elinde etkili bir araç olarak ideolojinin kullanımını getirmiştir. Toplumsal gelişimin bilimden teknolojiye birçok alanda ulaşmış olduğu boyut burjuva ideolojisinin kitleler üzerindeki etkisini derinlemesine ve genişlemesine güçlendirmiştir. Kapitalizm varlığını güçlendirmiştir. Kapitalizm varlık güvencesini öncelikle yarattığı düşünce ve değerlerle benzeşip aykırılıkları en aza indirilmiş atomize edilmiş bir toplumun gerçeğinde bulur. Burjuva değerleri içselleştirilmiş bir toplumun refleksleri de minimum düzeydedir ve genelde burjuva düzen sınırları içerisinde kalır.
İşte bu durum kolektif devrimci için mücadelenin açık zoru içermesi gibi düzen ideolojisine karşı etkili bir mücadeleyi de zorunlu kılar. Eğitimden kültüre, ahlaktan hukuka, estetikten bilim ve felsefeye kadar çok geniş bir alanda hem de… Elbette bunların her biri farklı yol ve yöntemlerle, araçlarla yürütülmek durumundadır. Pratik karşılıklarını süreklileştirebildiğimiz ölçüde, kolektifin özneleri olarak, kendi bilincimizi ileriye sıçrattığımız kadar nesnel gerçeklikte de değişimi yaratırız. Mao yoldaşın ‚ “Nasıl nesnel gerçeklik dünyasındaki değişme hareketinin sonu yoksa insanın pratik aracılığıyla gerçeği öğrenmesinin de sonu yoktur (…) Bizim vardığımız sonuç, öznel olanla nesnel olanın, teoriyle pratiğin ve bilme ile yapmanın somut tarihi, birliğidir” sözleri bunun ifadesidir.
Özcesi kolektif devrimci öğrenme tutkusunu canlı tutabilen, bilgisini kitlelerle iç içeliği koruyarak pratikte zenginleştiren, bilgisini doğrulayıp değişim ve dönüşümü çok yönlü yaratabilendir. Söz konusu devrimciliğin önemli bir parçası da kendisi ve kolektif ile bir gelişme dinamiği olarak kritik yapmayı; eleştiri-özeleştiriyi eksik etmemektir. İlerlemek, kendini düzenden tam anlamıyla koparabilmek ve kolektifin misyonuna uygun bir rol oynayabilmek için bu elzemdir. Mao yoldaş‚ “ilk iş mücadele, ikincisi eleştiri, üçüncüsü dönüşümdür. Mücadele yıkım demektir. Dönüşüm yeni bir şey inşa etmektir.” der. Bireysel olarak da kolektif olarak da geçerliliği itiraz götürmez bir tespittir bu.
Yaşanan ciddi sorunlarımızın üstünden gelmede, kolektif iradeye kendimizi en aktif şekilde katma noktasında ‘neredeyiz-neredeyim’ sorusu oldukça günceldir bugün. İş yapmada, sahiplenmede emekçi özelliğimizi öne çıkarabildiğimiz ölçüde; yoldaşlık duygusunu karşılıklı hissetme-hissettirmeyi önemsediğimiz ve doğallaştırdığımız; inisiyatifimizi ve yaratıcılığımızı kullanıp geliştirdiğimiz sürece; ideallerimize-kolektifimize bağlılığımıza pratik karşılıklar oluşturduğumuz ölçüde; kendimizle, yoldaşlarımızla, toplumla ve yaşamla barışık olmanın umutlu coşkusu, sevinci, mutluluğu, kazanma inancı ve direnci hiç de uzak olmayacaktır bize.
Unutmayalım ki kendimizi düzen dışına çıkarabildiğimiz her nokta kolektifimizin daha bir güçlendiği noktadır. Kendimizi gerçekleştiriş biçimimiz ve düzeyimiz kolektifimizde ve mücadelede yansısını bulur daima. Bu düzene ve onun yoz, asalak, insanı hiçleştiren, varlık olarak onu aşağılayan ve kendi çıkarlarının aracı kılan kültürünü, kendimizden ve toplum yaşamımızdan söküp atabiliriz. Onu yaratan düzeni tarihe gömebiliriz… Yeter ki geleceği istemekle, düşlemekle kalmayıp onun yaratımına hesapsız girebilelim. “Kültürel erozyon”un önüne bilinçle, kolektif irade ile bentler örüp halkın o yıkan ve yaratan büyük gücüne olan inancımızla yükseltebilmeliyiz mücadeleyi.