Biz ölümü seçiyoruz. Zaferi kazanana kadar ölüme meydan okuyoruz… Bizim ölülerimiz dahi teslim olmamış, baş eğmemiştir…
Halk uğruna verilen mücadele içinde bir tüy kadar bile değeri olmayan bir ölümü değil halkımızın yüreğinde bir yara gibi taşıdığı, acısını öfkesiyle sardığı, insanlığın büyük bir minnetle hatırlayacağı, en onurlu duygularla anacağı bir ölümü seçiyoruz. Hakim sınıfların çıkarları için insanlığın yüce değerlerine ihanet içerisinde olan bir ölümü reddediyoruz. Her ölüm erken, her ölüm vakitsizdir halkımızın nazarında ve her ölüm ölenin yakınlarına büyük acılar, ayrılıklar, özlemler bırakır. Hele ki en yiğit evlatlarını uğurlarken bu acı, ayrılık arkada kalan özlem çok daha büyük bir derinlik kazanmaktadır. Ancak şehitlerimiz ölürken dahi yaşamı savunduklarından ölümlerini değil devrettikleri mücadele bayraklarını, sorumluluklarını ve görevlerini bırakırlar arkalarında. Bu sorumluluk ve görevlerin daha yüksek bir bilinçle yerine getirileceğinden emin olarak daha yüksek bir kararlılıkla karşılarlar ölümü. Peki aynı yüksek bilinç ve kararlılıkla devredilen sorumluluk bayrağını taşıyabilmek için ne yapmak gerekmektedir. Bunun cevabı niçin yaşıyoruz, ne için ölebiliriz? sorularında gizlidir. Mücadelenin her anında kendimize yeniden ve yeniden sormamız gereken temel sorular bunlardır. Biliriz ki emperyalist kapitalist sisteme karşı verilen mücadelede ölüm bir sonuç değil koşuldur. Devrimin zaferle taçlandırılması için şarttır. Böyle söylediğimizde devrimcilerin ölüme “sevdalı” oldukları, savaşmak için savaştıklarını düşünenler hatta bu düşünceyi pervasızca savunanlar çıkabilmektedir. Bu sebeple ölümü ve savaşı kutsadığımız propagandası eşliğinde, insanın insanı, insanın doğayı, bir sınıfın bir başka bir sınıfı, bir cinsin bir başka cinsi, bir ulusun bir başka ulusu sömürüsüne dayanan bu sistem içinde yaşamın sürdürüleceği savunulabilmekte, gerici fikirler toplumun tüm hücrelerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Biz yaşamı savunuyoruz. Ölüme karşı yaşamı savunmanın bedelini tereddütsüz ödüyoruz. Sömürüye karşı sömürüsüz bir dünyayı savunmanın diyetinden korkmuyor, insanı insan yapan, insanı doğadaki diğer canlılardan ayıran, varlığının bilincini, kendiliğindenliğe bırakmayarak kendisi için sınıf olmanın bilinciyle şehit düşerken geleceği inşa ediyoruz. Bu sebeple ne yaşam ne de ölüm devrimciler için bilinçsiz bir eylemin gelişi güzel yansıması değil bilinçli varlığımızın eylemlerinin zorunlu sonucu olarak kavrıyoruz ölümü. Bunun için “Nerede mücadele varsa orada fedakarlık vardır, ölüm de olağan bir şeydir.”
Elbette bir gün ölünecektir. Yaşamda, doğada hiçbir canlı yoktur ki maddi varlığı ölümle sonlanmasın ancak tam da bu maddi varlığın sonlandığı yerde bir başka maddi varlığa dönüşerek doğanın diyalektiği sürmektedir. Düşünce ve duygularında diyalektik hareketi aynı öyle ilerlemekte, gelişmektedir. En yüce duygularla/tereddütsüz feda ruhuyla ölümsüzleşenlerimizin düşünce ve idealleri, soylu duygularla bezenmiş inançları, ardıllarında daha yüksek bir bilinç geliştirerek daha büyük fedakarlıkların, daha büyük zorluklarla baş edebilme cesaretini yaratmakta mücadele yoldaşlarımızın şahadetiyle daha büyük bir cüretle ilerlemektedir. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine ruhunu veren şehitlerimizin koşulsuz ve şartsız fedakarlıkta sınır tanımayan bu inançlarıdır. Şehitlerimiz kanlarıyla düştükleri yere şunu yazmıştır; “Ya silahlarımız susacak ya da onlar yaşayacak.” Ardıllarının karşılığı; “susmayacak silahlarımız, susmayacak silahlarımız, susmayacak silahlarımız”dır.
“GELECEK PARLAKTIR AMA YOL DOLAMBAÇLIDIR”
Eylülü ve ekimi yüce gönüllü yoldaşlarımızın destansı direnişleri ile karşıladık. Tarihin tanıklığında bir kez daha teslim alınamaz devrimci iradenin cüret ve cesaretine umut ve geleceğin parlaklığında, gözlerimizi direnişleriyle kamaştıran yoldaşlarımızın kuşandığı fedakarlık karşısında düşmanını kıskandıran bir gerçeği gördük. Halkın binlerce evladının bu davaya olan inancının sınanmışlığında bir kez daha zulüm karşısında, özgürlüğü giyinmişlerin haklı savaşının düşmanlarının çaresizliğine, aczine tanıklık ettik. Yoldaşlarımızın kararlılıkları karşısında ölü bedenlerine yapılan işkencelerde düşmanımızı bir kere daha tanıdık. Halk Savaşı’nın zorunluluğunu, sınıf düşmanlarımızın devrimci savaşla yok edilmeden özgürlüğümüzün gelmeyeceğini, silahlı mücadelenin kaçınılmazlığına olan fikirlerimizin bir kere daha pratikte doğrulandığını, bu MLM çizginin bugün çok daha güçlü şekilde pratikte uygulanması gerektiğini dosta da düşmana da Nubar, Rosa, Özgür ve Asmin yoldaşlar şahsında ilan ettik. Şehitlerimiz, canları pahasına savundukları, ideolojik, politik çizginin doğruluğunu tartışmasız kılmıştır. Yılgınlığın bir karabasan gibi çöktüğü düşmanın “bitti bitiyor” nidaları attığı, devrimci fikirlerin reformist, revizyonist, yasalcı, barışçı, düşüncelerle zehirlendiği, silahlarını düşmana teslim edenlerin kendini MLM diye pazarladığı böylesi tarihi bir süreçte her şehit haberi tüm yoldaşlarımızda çok derin duyguların gelişmesine yol açar; özelde mücadeleye yeni atılan genç yoldaşlarımız şehit haberleriyle çok karmaşık duygular yaşar. Acı ile öfkenin karışımı bu duygular kötü değil iyidir. Onlara layık olmanın tüm benliği sardığı, devrimcileşmekte kişinin kendisini sorgulamasına vesile olması bakımından böylesi süreçler diğer süreçlerden ayrılarak öğretme kabiliyeti en yüksek dönemler olmaktadır. Devrimci mücadelenin zorluklarının, devrimcileri bekleyen gerçeklerin, bu gerçeklerle nasıl baş edileceğine dair yol ve yöntemlerin, yoldaşlaşmanın ne demek olduğu en çok da bu dönemlerde berrak şekilde anlaşılmaktadır. Her devrimci birey bu süreçlerde kendini çok daha yakından inceleme ve görevlerini, tarihsel sorumluluğunu çok daha nitelikli bir şekilde ortaya koyma fırsatını bulabilmektedir. Yeter ki MLM’nin inceleme yönteminden sapmasın.
Şehitlerimizin ağır kaybı karşısında görevlerimizi, önümüzde bizi bekleyen büyük zorluklarla dolu geleceği, iniş ve çıkışlarla dolu yolumuzu, yenilgilerin zaferin kaçınılmaz bir parçası olduğunu ve sonunda elde edeceğimiz kurtuluşumuzu daha derinlikli sorgulama ve yoğunlaşmaya dönüştürmeliyiz. Şehitlerimizin yaşam ve direnişleri bu anlamda mücadelemize can olmaya ve öğretmeye devam edecektir. Ancak bu sayededir ki aklımızdaki sorulara yanıt bulabiliriz. Yaşamımızdaki bizi sisteme bağlayan bağlara sırtımızı dönebiliriz. Ve yüksek bir düzeyde proleter devrimci bir bilinç bu bilinçle donatılmış kadrolardan oluşmuş komünist bir parti bu ruh ve bilincin örgütlediği bir halk ve düşmanına korku salan bir yapı oluşturabiliriz. Ancak bu araç sayesinde geleceği parlak kılan devrimci eylemimiz başarıya ulaşacaktır.
ŞEHİTLERİMİZİ ANLAMAK/ANMAK DEVRİM SORUMLULUĞUMUZU YERİNE GETİRMEKTİR
6-9 Eylül’de Dersim’de hava saldırısında Nubar ve Rosa yoldaşların 1-4 Ekim tarihleri arasındaki saldırıda ise Özgür ve Asmin yoldaşların şehit düştüğü haberini de yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gerçeklikle öğrenmiş olduk. Daha önce düşenlerimiz gibi Nubar, Rosa, Özgür ve Asmin yoldaşlar da yaşam ve mücadeleleriyle kalanlara yeni sorumluluk ve gerçeği ortaya koymuşlardır. Bu gerçek savaş, sorumluluk ise bu savaşın ardıllarınca çok daha yüksek düzeyde bir bilinçle sürdürülmesidir. Tam da zorunluluk olan gerçek, sorumluluğumuz olan devrimi başarma görevimizdir. Bilgi diyordu Marks deneyimden doğar her bir yoldaşın toplumsal yaşamdan edindiği duyguların başında sorumluluk duygusu gelmektedir. Anneye, babaya, kardeşe, aileye, yaşama, karşı gelişen bu ilk sorumluluk duyduğu devrimci fikirlerle tanışmamızla birlikte nitelik sıçramasına uğrar ve MLM bilimi kavrandıkça bilincimiz daha yüksek bir aşamaya ulaşır. İçinde yaşadığımız emperyalist kapitalist sistem ise insanı insan yapan en temel olgulardan biri olan sorumluluk duygusundan insanı soymaya çalışmakta başta insanın kendine karşı olan sorumluluğu olmak üzere insanın insana, topluma, halka, insanlığa, doğaya vd. her şeye karşı sorumluluğuna karşı yabancılaştırmaya çalışır. Sistem insanın tüm bu toplumsal olguların ötesinde tekil varlığını kutsarken bireyciliği alabildiğince geliştirmeye çabalamaktadır. Bizimse bu olgulara karşı şehitlerimizin yaşamlarına bakmamız yeterli olacaktır. Annelerinden dinlediğimiz çocukluk hikayelerinde, yoldaşlarının dilinden dökülen anma cümlelerine dikkat kesildiğimizde yoldaşlarımızın fedakârlıklarına, mütevaziliklerine, alçak gönüllüklerine, emekçiliklerine, disiplinli oluşlarına can veren ana olgunun sorumluk hissetme olduğunu hemen anlarız. Şehitlerimiz her olaya, olguya, kişiye yani her şeye karşı sorumluk hissetmektedir. Nubar yoldaşın komünist ilkelere bağlılıkta aldığı tutumuyla önderleşmesindeki sorumluluğu, kimilerinin savaş alanından kaçtığı bir süreçte savaş alanında aldığı sorumlulukla partisine, halkına, komünizm davasına karşı sorumluluğunu öğrenmiş oluruz. Özgür yoldaşın annesi işe giderken Özgür yoldaşı da birlikte götürmek zorunda olduğunu biraz büyünce evde yalnız bıraktığını, Özgür’ün annesi işten gelinceye kadar evin bütün işerini yaptığını anlatırken hissettiği sorumluluk duygusundan partisine ve ordunun gelişimine dair sorumluluk duygusunun nasıl geliştiğini öğrenebiliriz. Rosa yoldaşın çocuk denecek yaşta aldığı sorumlulukla sınıf düşmanlarına karşı işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunda kendini nasıl bir yerde gördüğünü bu tarihsel misyonu nasıl taşıdığını kavrayabiliriz. Asmin yoldaşın “ben sabahlara güneş olmaya gidiyorum, kimse karanlığa uyanmasın diye” derken sınıfsız ve sömürüsüz dünya mücadelesinde aldığı büyük sorumluluğu paylaşabiliriz. Sorumluluk ve zorunluluğun diyalektiği bilmenin yapmayı gerektirdikleriyle açıklanabilir. İşte tam da burada “iktidar namlunun ucundadır” şiarı hatırlanmalıdır. İktidar namlunun ucunda olduğuna göre anın devrimci sorumluluğu en güçlü düzeyde silahların kabzasının kavranmasıdır. İktidar istiyorum ama silahı ben tutmak istemiyorum eğilimleri mücadele edeceğimiz en temel ideolojik hastalıklardır.
Görev ise çok yönlüdür, görevin büyüğü küçüğü, azı çoğu, o alandaki bu alandaki, benim yaptığım ya da başkalarının yaptığı biçimi olmaz. En esas görevlerimizden en tali görevlerimize kadar tüm görevlerimiz en üst düzeyde sorumluluk bilinciyle kuşanmış bir disiplinle yerine getirilmelidir. Mao yoldaşın dediği gibi “Onlar yerden ayağa kalktılar, üstlerindeki kanı temizlediler, ölen yoldaşlarını gömdüler ve savaşa devam ettiler.” (Mao Zedung, Kızıl Kitap, s. 133) Şimdi görevimiz yoldaşlarımızın kaybıyla boşalan yerleri doldurmak değil boşalan mevzilerimizi daha yüksek bir bilinçle doldurmaktır. Şimdi görevimiz savaşı sadece sürdürmek değil yükseltmektir; şimdi görevimiz devrimi zaferle taçlandırmak için sorumluluklarımıza tereddütsüzce sarılmaktır.
Şehitlerimizin yaşamlarından öğrendiklerimizle birlikte elbette sınıflı bir toplumdan geliyoruz ve bütün toplumsal olgular gibi bizlerde bu sınıflı toplumun ürünüyüz. Bu sebepledir ki tüm varlığımıza sirayet etmiş ayrık otu gibi etrafımızı saran sorumsuz, umursamaz öyle umarsızlık üreten birçok duygu ve yanlış düşünce de bize kadar gelebilmekte ya da daha doğru bir ifadeyle bu varlığımızla geldiğimiz komünist saflara bizim elimizle taşınmaktadır. Saflarımızı ayrık otları gibi sarmaya çalışan tüm bu yanlış fikirlerden arındırma gücünü şehitlerimizden almalıyız. Onlar devrettikleri mücadeleyi tek yönlü kavramamış sadece savaşın en ağır koşulları içinde ellerindeki silah başında tetikte olmamış, saflarımıza sızmaya çalışan her türlü yanlış fikre karşıda da her zaman tetikte olmuş, kaçkınlığa karşı tavizsizlikleriyle sürecin seyrinin değişmesinde, düşmanın imha operasyonlarına karşı ise teyakkuz halini bırakmayarak dosta da düşmana da partimizin komünist çizgisinin yılmaz savunuculuğunu yapmışlardır. Şehitlerimizden öğreneceğimiz çok şey olduğunu her yerde söylesek de öğrenmedeki cesaretimizi, değişimdeki hızımızdan, değişime karşı gösterdiğimiz direncin basıncından ölçebiliriz. Bu ölçü bizim görev ve sorumluluklarımıza karşı yaklaşımımızda, anın ihtiyacını görme kabiliyetimizde, sürecin politik ihtiyaçlarına karşı gösterdiğimiz reflekste hemen kendini gösterecektir. Nice şehidimiz bu konularda gösterdikleri cesaretleriyle diğerlerinden ayrılmakta, ölümü ilk önce karşılamanın bilincini görevleri büyük küçük diye ayırmadan, devrimci çeviklikle hiçbir sorumluluktan kaçmayan yönleriyle bize yarının nasıl inşa edileceğini göstermişlerdir. Onlar bunu yaparken nice hatalar yapmış, bu hatalardan vazgeçmesini bilerek devrimci, komünist nitelikleri geliştirmişlerdir.
Birbirinden olumlu özelliklerle dolu, savaşta usta düşman karşısında korkusuz, cüreti cesaretiyle yarıştıran kıskançlıkla partisini koruyan, tereddütsüz, komünist ilkelere bağlı, fedakarlıkta kusursuz, alçak gönüllüğü tartışmasız, sorumluluk bilinci en yüksek düzeyde kavramış, mütevaziliğiyle örnek, nice yoldaşımızın kaybı karşısında yürekli olmalıyız. Bu ağır kaybı çelik gibi karşılamalıyız. “Sayısız devrimci şehit halkın çıkarları uğruna canlarını vermiştir ve sağ kalan her birimiz onları düşündükçe kalplerimiz acıyla dolmaktadır. O halde, feda etmeyeceğimiz bir kişisel çıkar veya vazgeçemeyeceğimiz bir hata olabilir mi?” (a.g.e, s. 190)
“İnsanlık tarihi özgürlük saltanatına doğru zorunluluk saltanatının devamlı bir hareketidir.” (a.g.e, s. 147) O halde zorunluluk yukarda daha yüksek bir bilinç ve kavrayış düzeyi olarak ifade ettiğimiz proleter devrimcinin niçin yaşadığının ve ne için öleceğinin yol haritasıdır. Özgürlük saltanatına giderken zorunlulukları ne kadar kavrarsak o kadar yalın hale getiririz neden ve niçin sorularını ve devrimcilik hayat akışımız içerisinde bir uğrak yeri olmadığını, savaşın “mış” gibi olgularla yürütülmediğini bir zorunluluğun doğal sonucu olduğunu ve ancak belli zorunluluklar layıkıyla yerine getirildiğinde ortadan kalkabileceğini ve proleter devrimcilere hangi tarihsel görevler yüklediği açık ve anlaşılır hale gelecektir. Özgürlük kaçınılmaz sonudur zamanın. “Çetin bir şekilde mücadele etmeden ve bu mücadeleleri alnımızın teri ve kanımızla ödemeden, mutlu rastlantılar sayesinde kolay zaferler kazanabileceğimiz düşüncesi kadrolarımızdan tamamıyla uzaklaştırılmalıdır. Şehitlerimiz karşımıza çıkabilecek sayısız zorlukları göze almıştır. Biz daha çok zorlukları göze almayı tercih ederiz.”