“Bütün sabit, hızla donmuş ilişkiler, kadim ve saygın önyargı ve görüşler zinciriyle beraber silinip gidiyor, yeni oluşumlar kemikleşmeye fırsat bulamadan eskiyip gidiyor. Katı olan ne varsa buharlaşıyor, kutsal olan ne varsa dünyevileşiyor, insan sonunda makul hislerle gerçek hayat koşullarıyla, kendi türüyle olan ilişkileriyle yüzleşmek zorunda kalıyor.” (Karl Marks, Komünist Manifesto, Birinci Bölüm)
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya yansıyan bir grafik pandemi boyutuna ulaşan COVID-19 virüsünün deşifre ettiği sınıf çelişkilerinin çarpıcı bir örneği olarak hafızalarımızda yer edindi. Söz konusu grafikte İstanbul’da koronavirüs önlemleri gereğince son bir haftada evde kalan ve ‘evdekal’mayan insanların ilçeler bazında dağılımı yapılmıştı. Grafikte; Esenyurt, Bağcılar, Sultanbeyli, Pendik gibi yoksul işçi ve emekçi havzalarının evde kal(a)madıkları görülürken Florya, Bakırköy, Şişli Etiler, Kadıköy ve Ataşehir gibi küçük ve orta burjuva sınıfların yaygın olarak yaşadığı ilçelerin ‘evdekal’ uyarısını “dikkate” aldığı belirtiliyordu. Bu vesileyle ‘evde kal’anlara teşekkür ediliyor ‘evdekal’amayan ilçelere de evde kalmaları salık veriliyordu.
Kuşkusuz sadece bu grafiğe bakarak söz konusu ilçelerdeki tüm durumu açıklamak değil niyetimiz. Fakat bu grafiğin genel bir sınıf haritası olduğu da reddedilemez. Ortaya çıkan resim virüsün “zengin-fakir ayırmadığı”, “herkese karşı eşit olduğu” demagojisini de yerle bir ediyordu. Çünkü grafikte eşit bir dağılım yoktu ve ‘evdekal’amayan bu ilçeler İstanbul’un yoksullar havzasıydı. Emekçiler yaşamak için çalışmak zorundaydı. Sermayeyi koruyan önlemler, yardım paketleri, devasa bütçeler onlara ayrılmamıştı, virüs tehdidine rağmen çalışmak zorundaydılar ve keyifleri hiç yerinde değildi(!) Özel mülkiyete dayalı bir avuç asalağın sömürü düzeninde virüs olağandışı bir durum yaratmamış “fıtrat” işlemeye devam etmişti.
Televizyonda “sosyal mesafe” uyarıları yapıp evde kalınmasını tembihleyenlerin yüzlerce metrekare evlerine sığdırdıkları bir hayatları olabilir, mümkün. Eve sığdırılabilen bir hayatın gerekleri için yani yaşamak için çalışmak zorunda olan emekçiler için bu mümkünlüğün pek bir karşılığı yoktu. Fabrikalarda, tekstil atölyelerinde, şantiyelerde, kargo şirketlerinde, iş yerlerinde hâlâ insanlarla ve eşyalarla temas etmek zorundalardı. Çünkü burada da sınıfsallık işliyordu çarkın döndürülmesi gerekiyordu ve çarkın dişlerinde ilk öğütülecekler ise emekçilerdi.
İşçi ve emekçiler için “gönüllü karantina”, “kendi OHAL”lini ilan etme durumunun da bir karşılığı yok. Çünkü emekçiler sağlıksız ve toplu üretimin yapıldığı koşullarda çalışmaya devam etmek zorundalar. Çalışılmadığında açlık gerçekliğiyle karşılaşarak temel beslenme ve barınma tedbirlerinden yoksun kalmak da pek iyi bir “tercih” de değil!
Koronavirüs her safhada, sınıfsallığı teşhis aşamasında da tüm gerçekliği gözler önüne seriyor. Virüsün erken teşhis ve iyi bir tedavi ile yenilebileceği herkes tarafından biliniyor. Peki, yoksul halka erken teşhis ve etkili bir tedavi mümkün mü? Hastanelerde virüs belirtilerine rağmen bekletilen, sevk edilmeyen insanlar varken zenginler aynı gün test sonucu alıp özel tedavi görebiliyorken emekçilere de hastanelerde “dua” ederek beklemek ve bol kolonyalı tedbirler kalıyor. Solunum cihazındaki yetersizlik, hasta veya hasta olmayan onlarca kişinin aynı serviste tutulması, yetersiz testler vb. tüm tedbirsizlikle erken teşhis ancak bir “ütopyanın” konusu olabildi. Tüm bu çelişkilere ve eşitsiz koşullara karşın her gece “sermaye için sağlık” anlayışına bir de alkışlı destek isteniyordu. Peki, hem yoksulların hem de sağlık emekçilerinin virüsten korunmadığı koşullarda bizden neyi alkışlamamız isteniyordu? Sağlık emekçilerinin çabasını mı? Ne yazık ki durum hiç de alkışın gürültüsünde propaganda edildiği gibi değil. O alkışın yüklendiği anlam virüsle ilgili gerçeklerin gizlenmesi, virüsün yoksulları vurduğu gerçeğinin yok sayılması, işçi ve halk sağlığı için yine sağlık emekçileri için ciddi hiçbir adım atmayan devlet ve egemenlerin suçlarının üstününü örtülmesidir.
Koronavirüsün sınıfsallığı deşifre etmenin dışında var olan ekonomik krizi derinleştirme gibi etkileri de var. Virüs fırsatçılığı ile bankaların borç ertelemede zorunlu tuttuğu faizler, virüsten sonra emekçilerin sırtına binecek ve var olan sefalet düzeni giderek derinleşecektir. Faturalara yapılacak zamların durdurulacağı gibi ifadeler göz boyamaktan öteye geçmeyecek. Halen şantiyelerde, madenlerde ve birçok işyerinde çalışmak zorunda olan işçiler “ekmek arası ıspanak”la geçiştirilmek isteniyor. Bu gerçekler ‘evdekal’amayanların evde kalmayıp ne yaptığını çok iyi gösteriyor.
İnsanlık ilk defa böylesi salgınlarla karşılaşmıyor hatta daha sarsıcı ve ölümcül virüs salgınları tarih boyunca karşımıza çıktı. Bu virüs krizinin ardından da sermaye hızlıca yaşadığı ekonomik kayıpların yaralarını sarmaya girişecektir. Kriz emekçilere fatura edilecek, işsizlik artacak, emperyalist rekabet daha da kızışacak ve sömürü katmerlenerek devam edecektir. Peki, virüsten daha vahşi emperyalist-kapitalist düzenin doğayı, insanlığı bir avuç asalağın çıkarı için dizginsizce sömürüsünün bir “tedavisi” var mıdır? Elbette ki vardır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ve bunun için yürütülen sınıf mücadelesi “esas virüs”e karşı işçi ve emekçilerin en etkili çözüm yöntemidir.