Tarihsel Bellek’ten sayfalarımıza düşen bu kez 28 Şubat “post-modern” darbe oldu. O günkü siyasi durumu etkilediği gibi sonrasına da yansımış, bugünü bir gelişme olması böylesi bir hatırlamayı gerekli kılıyor.
28 Şubat Kararları görünür de şeriata ve yükseliş halinde olduğu iddia edilen irticacı dalgaya karşı alınıyordu. Fakat somutta asıl hedef Başbakan koltuğundaki Erbakan ve hükümet ortağı olan partisi idi. Çünkü Erbakan ve partisi yani Refah Partisi, irticai yükselişin taşıyıcısı görülüyor böyle bir liderin partisinin hükümet ortağı olması “laik Cumhuriyet”e dönük büyük tehlike olarak değerlendiriliyordu. Kurulduğu Haziran 1996’dan itibaren Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi yönünde bir süreç işletilmiş, 28 Şubat’taki MGK toplantısı ve kararları da bu sürecin uğraklarından biri olmuş ve sonuçta Temmuz 1997’de Refah-Yol hükümeti düşürülmüştür. Şimdi biraz ayrıntılara girelim.
REFAH PARTİSİ’Nİ CAZİP HALE GETİREN KOŞULLAR
Türkiye komünistler, devrimciler, Kürt yurtseverleri dışında demokrat aydınlara, bilim insanlarına ve gazetecilere dönük faili meçhullerin yaşandığı bir döneme de tanık oldu. 1995’e kadar içlerinde Uğur Mumcu, B. Üçok, T. Dursun, Ç. Emeç’in de olduğu bu ölümlerde ana akım medya İran’ı ya da kimi dinci örgütleri işaret etmiştir. Bu saldırıların kim tarafından örgütlendiği ve gerçekleştirildiği bugün bile açığa çıkmış değildir. Aynı dönemde bir de Sivas, Gazi ve Ümraniye katliamları yaşanmıştır. Bu katliamlarda hedef Alevi halkımız ve onun duyarlılıkları olmuştur. Bu dönemde devrimci durum hala yükseliş halindedir. İşçilerin kamu emekçilerinin ve gençliğin yaygın eylemleriyle birlikte KUH’un ve komünist devrimci hareketin kırda ve şehirde etkili eylemleriyle birlikte hatırı sayılır bir gücü söz konusudur.
Türkiye’nin yarı sömürge, yarı feodal yapısına özgü ekonomik kriz aynı dönemde daha bir boyutlanmış ve TL’nin devalüe edilmesi, aşırı yükselen faizler, iflaslar vs. ile birlikte giden, 5 Nisan 1994 kararlarıyla sonuçlanan bir süreç yaşanmıştır.
T.Özal’ın barış görüşmeleri için KUH’a mesaj göndermesi, Özal’ın şüpheli ölümü ve yine C. Ersever, E.Bitlis gibi Jandarma Genel Komutanı ve JİTEM kurucularının hâkim sınıflar arası çatışmaya kurban gitmesi/öldürülmesi, Çillerin Amerika’daki mal varlığının tartışılması ve SHP’nin İSKİ vakasıyla SHP-DYP koalisyon hükümetinin yolsuzlukla çalkalanması aynı dönem içinde yaşanan gelişmelerdir.
Bu süreç ekonomik ve siyasi krizin derinleştiği ve hâkim sınıfların yönetememe krizinin boyutlandığı, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının siyasi temsilcisi olan partilerin gerilediği, halkın bu partilerden uzaklaştığı bir süreçtir. Erbakan’ın Refah Partisi’ni öne çıkaran bu ve benzer gelişmeler oldu.
24 Aralık 1995 genel seçimlerine farklı vaat ve söylemlerle giren RP, oyların %21’ini alarak, 158 milletvekili ile seçimde birinci parti çıkmıştır. Meclisteki hiçbir parti RP ile bir koalisyona yanaşmadı. Basına “ordu hükümet görüşmelerinde RP’yi dışarıda tutmak istiyor” bilgisi “sızdırıldı”. Hükümet krizinin yaşandığı günlerde, Genelkurmay Başkanı İ.Hakkı Karadayı, Meclis Başkanı M.Kalemli’yi arayarak olası bir RP’li koalisyona dair ”kaygılarını” iletiyor, “bu koalisyon kurulursa çok üzüleceğimiz olaylardan endişelenirim, bunu engellenmenin bir yolu varsa üstünüze düşeni yapın” diyordu.
ANAP ve DYP’nin üç ay süren başarısız koalisyon hükümeti denemesinden sonra, hükümet kurma görevi tekrar Erbakan’a verildi. Haziran 1996 yılında Erbakan Çiller ile anlaşarak Refah-Yol hükümetini kurdu. Hürriyet Gazetesi Genelkurmay Başkanlığı’na atfen “gerekirse silah kullanırız”ı manşet yaptı. Ordu “Başbakanlık kriz masası” kuruluşu ile ilgili genelgeyi hükümete zorla imzalattı. Bu genelgeye göre “herhangi bir kriz durumunda Başbakan’ın yetkileri MGK Genel Sekreteri’ne devredilecek”ti. Ordu aynı dönemde “Batı Çalışma Grubu”nu kurarak fişlemeyi de içeren bir istihbarat çalışmasına girişmiştir.
Erbakan ve partisi açıkça tehdit ediliyor, kuşatılıyordu. BKM ve BÇG Erbakan ve hükümetinin kafasına namlunun dayatılmasıydı. Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet gazetelerinin başı çektiği medya ordusu “irtica” kazanını kaynatıp duruyor ve “laik Cumhuriyet”in korunması için ”irtica-şeriat” karşıtlığını köpürtüp duruyordu.
28 ŞUBAT’A VE REFAH-YOL’UN DEVRİLMESİNE DOĞRU
Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs Gecesi’nin sonrası 4 Şubat’ta Sincan’da tank ve zırhlılar yürütüldü; 5 Şubat’ta Demirel Erbakan’a laiklik korunmalı devlete kökten dinciler girmemeli, içerikli bir uyarı gönderdi; General Güven Erkaya irtica PKK’den daha tehlikeli, dedi; 11 Şubat’ta kadınlar “şeriata karşı kadın yürüyüşü” yaptı. Sopalar ve sarıklarıyla Aczmendiler, Fatih Camisi’nde bir grubun “şeriat isteriz” sloganları günlerce basından düşmedi.
İçinde 8 yıllık zorunlu eğitim, İHL’nin orta kısımlarının kapatılması, tüm kuran kurslarının Diyanet’e devri, tarikat faaliyetlerinin yasaklanması gibi maddelerin bulunduğu 28 Şubat Kararları bu gelişmelerin ardından gerçekleşti. Erbakan kararları imzalamayınca MGK Genel Sekreterliği “kararlar uygulanmazsa yaptırımlar gelir” açıklamasını yaptı. Susurluk pisliği de bu dönemde patladı. Erbakan fasa-fiso derken devrimci-demokratların örgütlediği Türkiye çapında gerçekleşen “aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemlerine TSK lojmanları da katıldı.
YARGITAY başsavcısı Vural Savaş 21 Mayıs 1997’de, ”laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla RP’ye kapatma davası açtı. Ve 18 Haziran 1997’de Erbakan istifa etti.
Erbakan ve partisinde dini duyarlılıklar yüksektir, bu biliniyor. Fakat ne Erbakan ne de RP şerri yasalarla yönetilen bir Türkiye tahayyülüne sahip değildir. Hayat tarzlarında dini değerlerin yer tutuyor olması ise onlardaki “şeriat ve irticacılığın” kanıtı olamaz. Generaller öteden beri kendilerine “laik devlet”in koruyucusu gibi bir misyon addetmiştir. Bu misyonun köklerinde 31 Mart ve Kubilay Vakası vardır. Öte yandan böylesi bir misyon Kemalist rejim tarafından da bizzat orduya verilmiştir. Ordu- laiklik ilişkisi bir gelenek (her ne kadar bugün çözülmüşse de) halini almasıyla birlikte, ortaya çıkan ordu-rejim bütünleşmesi, siyasal alana dönük müdahalelere meşruluk kazandırıyor.
Ordunun Erbakan ve Refah-Yol hükümetine karşı geliştirdiği siyasal tutum da geleneksellikten gelen refleksin payı mutlaka vardır. Fakat Erbakan ve RP’ye olan tahammülsüzlük, bu parti ve liderinin sınıf karakterine ekonomik ve siyaset anlayışına karşı gelişmiştir.
Erbakan ve liderliği yaptığı siyasi hareket “Batı” kavramı üzerinden emperyalizme karşı ulusal sanayiyi ve ulusal sermayeyi esas alan milli burjuva karaktere sahiptir. Hükümet olmadan önce savunduğu İslam Dinarı, İslam Ortak Pazarı, D-8’ler, İslam NATO’su ve İslam Barış Kuvvetleri anlayışı emperyalizmi olumsuzlama, emperyalist zincirin dışına çıkma anlamında “Doğu”cudur, anti-batıcıdır. Bununla birlikte, MÜSİAD’ın kimi üyelerinin neo-liberal politikalarla bağlantılı olarak emperyalist sermayenin fasoncusu olma, Avrupa pazarlarına açılma yönünde attığı adımlar, RP içerisinde emperyalist sermayeye doğru bir ilişkilenmeyi de getirmiştir. Dünya ekonomisi ve politikası neo-liberalizme göre şekillenirken Erbakan ve partisinin buna karşıt politikayla hükümet koltuğuna oturması emperyalistler ve uşakları tarafından kabul edilemez bir durumdur.
Bir yıllık hükümeti esnasında medyanın başlattığı topyekûn seferberlik ve ordunun geliştirdiği tedbir ve tehditler TÜSİAD-TİSK-TOBB-TÜRK-İŞ ve TZOB’dan oluşan “beşli çetenin” doğrudan müdahilliği, meselenin “laik devletin” tehdit altında olması veya onun savunulması değil, sınıf çıkarlarına sıkı sıkı sarılmak olduğunu gösteriyor. Komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarıyla onların siyasi temsilcilerinin tamamının Erbakan hükümetinin karşısında yer alması bu sınıf farklılığından geliyor.
AKP köşeye sıkıştırılan ama yine de kitle desteğini önemli ölçüde koruyan RP(sonrada Fazilet Partisi)’nin içerisinden çıkmıştır. İçlerinde milli burjuvazi ve küçük toprak ağaları olsa da esas olarak emperyalist sermayeye teslim olmuş, onların ekonomi ve politikalarını uygulayan kompradorların ve büyük toprak ağalarının partisidir. Erbakan’ın partisiyle AKP’yi aynılaştıranlar, AKP’nin RP’nin devamı olduğunu söyleyenler söz konusu sınıf ayrımını ihmal ederek büyük yanılıyorlar. Bu yanılgı 28 Şubat günlerinde irtica karşıtlığı üzerinden bir ortak payda yakalamaya, başını TSK’nın çektiği operasyona dâhil olmaya götürmüştü. 28 Şubat süreci okun sivri ucunu kime yöneltmek gerekir konusunda oldukça öğreticidir. Günümüz siyasi sürecini ve sınıflar arası ilişkiyi incelerken Erbakan ve RP deneyiminden öğrenmek gerekiyor. Sorunlara bakarken hangi sınıf tarafından ve hangi sınıfın çıkarına geliştiğini incelemek, yaklaşımı da buna uygun belirlemek gerekiyor.