[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Toplumun tüm tarihsel sürecinde, tabiatı yorumlama ve anlamaya dair iki temel yaklaşım söz konusu olmuştur. Bunlardan biri, tabiatın anlaşılamayan davranışlarını mistik ve gözlemle temas edilemeyecek olaylara bağlayan metafizik yaklaşım, bir diğeri de gerçeği olduğu gibi ve bağlantıları ile birlikte, maddeden bağımsız olmayacak şekilde açıklayan materyalist yöntemdir. Anlayış ve yorumlama söz konusu olduğunda, tüm öngörülerin temelinde bu iki yaklaşımın olduğu görülmektedir. Ancak değiştirme eylemi söz konusu olduğunda artık metafizik devre dışı kalmıştır. Çünkü bilim gerçek araçlara ihtiyaç duyar. Değiştirebilme eylemine yön veren yöntem, aynı zamanda diyalektik olmak zorundadır. Çünkü değişimin doğası ancak iç ve dış nedenler arasındaki bağlantının yeterince doğru şekilde ele alınması ile mümkündür. Bu ele alışın en net yöntemi ise diyalektik materyalist yöntemdir. “Materyalist diyalektik, dış nedenleri değişmenin koşulu olarak görür, iç nedenleri ise değişimin temeli olarak görür. Dış nedenler, iç nedenlerin aracılığı ile etkili hale gelir.” (Mao Zedung, Çelişki Üzerine)
Tabiatın davranışını anlamak ve açıklamak da çelişkinin doğasını iyi bir şekilde tarif etmekle mümkün olacaktır. Çünkü bilim, maddenin hareketini, iç ve dış nedenlerin tümü ile birlikte açığa çıkarmaya çalışır. Bu sebeple de herhangi bir nedeni madde ve hareketi dışında aramaz. Metafizik ise, bilimin ortaya çıkardığı bilgi-bilimsel sonuçların uzağında, açık kalmış kapılarda varlığını bulur. Ya da bu sonuçları, henüz erişilememiş ve açıklanamamış fenomenlere dair öngörüler yapmak için çarpıtma yoluna gider. Böylece kendisine varlık zemini bulur. Bu metafizik yönelimler, sözde bilimler olarak karşımıza çıkarlar. Çünkü bilimin açıkladığı olaylar, örneğin şimşek ve yıldırım gibi olgular, artık dinlere veya idealist anlayışlara dayanak olamamaktadır. Ancak henüz yeterince anlaşılamamış ve muamma olan olgular, sözde bilimlerin bilgi-bilimsel sonuçları çarpıtarak çeşitli önermeler yapabildikleri alanlar olmaktadır.
İlk çağlardan bu yana, bilimin tüm yönleri ile aydınlattığı idealist yorumlara dayanak olan birçok olgu, yerini yenilerine bırakmaktadır. Örneğin, artık depremlere hangi koşulların sebep olduğu bilinmektedir, şimşek nasıl oluşur bilinmektedir, meteor yağmuru ve yanardağ patlamalarının sebepleri bilinmektedir. Eski dönemlerde dinlere mistik yorumlarla konu olan bu olguların açıklığa kavuşturulması, dinsel konuların da gitgide daha soyut ve daha uzak temellerden beslenmesine yol açmıştır. Elbette, halen “dünya düz bir tepsi gibidir” diyenler vardır; ancak bunlar, yeni idealist yorum ve disiplinlere konu olmayacak kadar ciddiyetsiz seviyededir. Konumuz olan, bilimsel gelişimin ve bilgi bilimsel birikimin sonuçlarının idealist anlayışlara mahal bırakıp bırakmayacağıdır. Bilim, dinlerin de konu aldığı evrenin, gök cisimlerinin, canlıların ortaya çıkışı gibi birçok konuyu gelişim ve değişim süreçleri ile ortaya çıkarır, çelişkilerin alacağı yöne dair öngörüler yapar. Bunu yaparken de aslında maddenin sonsuz dönüşümünü tekrar ve tekrar ispatlar.
Bilinemez denilen birçok olgu artık bilinebilirdir. Her olguyu her zaman “tastamam” bilmek mümkün olmayabilir, ancak hiçbir olguya “bilinemez” bariyeri de konulması mümkün değildir. Eğer bilgi-bilimin kendisi de bir evrim ve gelişim süreci içinde ise bilinemez olanın da bir gün bilinir olması için hiçbir engel yoktur. Bir zaman için, araçların ve bilgi-birikimin sınırları olabilir, kavranamaz görünen birçok olgu birikebilir. “Ama bu kavranamaz şeyler, bilimin dev adımlarıyla ilerlemesi sırasında kavrandılar, çözümlendiler, üstelik; yeniden üretildiler; üretebildiğimiz şeyin bilinemez olduğunu elbette düşünemeyiz.” (Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
Buradaki sorun, tabiatı yorumlamada kullanılan yöntem sorunudur. Sözde bilimlerin de bilinemez ve kendinde şey(a priori-bilinç ve maddeden bağımsız ebedi varlığı olan) olgulara yaslanması da bu açıdan yalnızca bir süreliğine nefes hakkı kazandırmaktadır. Bugün için daha fazla sır perdesi aralanmaktadır, tabiatı sonsuz bir döngüde harekete mahkûm eden çelişkiler yumağının daha fazla halkası açığa çıkmaktadır. Evrenin, gezegenlerin ve canlıların evrimi, gelişimi ve hareketine dair bilinç, artık daha gelişkin ve öngörüler de bin yıl öncesinden daha sağlam bir şekilde gerçeklik zeminine oturmaktadır. Yaratılışçı kozmolojilerden mekanik tabiat yorumlarına kadar bütün sorunlu yaklaşımlara dayanacakları herhangi bir zemin de kalmamaktadır. “Yaratılış” kitabının 6 güne sığdırdığı Dünya’nın yaratılış hikâyesi ve genç dünyacılar tarafından takip edilen bu önerme, bilimin gelişmesi ile yerini “yaşlı dünyacılar” olarak tabir edilen, bilimin sonuçlarını kendi idealist yorumlarına eklemlemeye çalışan kesimlere bırakmasını da beraberinde getirdi.
Peki, evren nasıl oluştu? Bir dünya oluşturmak için ne kadar süreye ihtiyaç vardır?
Bugün evrenin ortaya çıkışı ile ilgili en bilinen teori büyük patlama teorisidir. Bu teoriye göre, bütün evren 13.8 milyar yıl önce, yoğun bir tekillikten genişlemiştir. Bu yoğun ve yüksek enerjili tekillik, genişlemeye başladıkça, evren içerisinde çelişik ve kaotik bir sürecin içerisinde ışıktan gök cisimlerine kadar her şeyin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat günümüzde aslında büyük patlamanın bir patlama olmayabileceği, evrenin bir zamanlar iddia edildiği gibi sabit olmadığı ve bir kozmolojik sabitin bulunmadığına dair yeni gelişmeler ışığında inşa edilen birçok yeni teori mevcuttur.
KOZMİK MİKRODALGA ARDALAN IŞIMASININ KEŞFİ
Teorik olarak, 1940’lı yıllarda, temelleri ilk defa atılan ve büyük patlama ile evrene yayılmış olması gereken, kozmik bir radyasyonun varlığına dair ilk tartışmalar yürütülmeye başlandı. Sorun şuydu ki, eğer evren yoğun ve sıcak bir tek noktadan yayıldıysa, bu yayılımın gitgide soğuyan bir radyasyon değeri olmak zorundaydı. Bu radyasyon veya sıcaklığın ise, 5 Kelvin(-268.15 derece) gibi kara cisim ışıması ile paralel bir değere sahip olması öngörüsü yapılmaktaydı. Kara cisim ışıması ise, cisimlerin sıcaklıkları ile orantılı bir şekilde ışınım yapmasıdır. 1964 yılında ise Arno Allan Penzias ve Robert Wilson isimli iki fizikçi tarafından, gözlemlerinde rastladıkları radyo gürültüsünün ne olduğunu anlamaya çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Kozmik ardalan ışıması, gitgide soğuyan ve dalga boyu uzayan bir eğilime sahiptir, bunun sebebi ise Doppler etkisidir. Yani ışığın uzaklığı arttıkça, dalga boyu da uzamalı ve kızıla kaymalıdır. Ayrıca bu kozmik ışımanın evrenin her yerinde küçük sapmalar ile de olsa görülmesi gerekmektedir. Penzias ve Wilson da radyo antenlerini hangi yöne çevirirlerse çevirsinler, bu gürültüden kurtulamamaktalardı. Böylece bunun, büyük patlamadan 300.000 yıl sonra yayılan kozmik ardalan ışıması olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca kozmik ardalan ışımasının değeri 2.7 K(-270.45) derece olarak ölçülebilmiştir.
Kozmik mikrodalga ardalan ışıması, büyük patlamaya en büyük delil olarak gösterilmektedir.
Evrenin ilk anlarında sıcaklığın ve yoğunluğun çok yüksek olması gerektiğini belirttik. Ayrıca 13.8 milyar yıl, tekilliğin yaşı değildir, yalnızca evrenin genişlemeye başladığı andan itibaren geçen süreyi ifade eder, ilk aşaması ise Planck çağı olarak adlandırılır. Evrenin ilk saniyesine dönmek, aslında bütün hikâyenin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Ancak bu ilk saniyelere dair tüm yaklaşımlar, yalnızca birer önermeden ibarettir. Çünkü provasının yapılması dahi mümkün değildir, parçacık hızlandırıcılarda dahi bu derece yüksek enerji ve sıcaklığa erişilememektedir.
İlk bir saniye, kendi içerisinde birçok döneme ayrılır. İlk birleşme döneminde yani ilk saniyenin 10-43 ‘ünde temel kuvvetler birbirinden ayrışmaya başlamıştır. Sonrasında evrenin hızla genişlemeye başladığı ve enflasyon dönemi olarak adlandırılan ilk saniyenin 10−32’sinde başlayan dönemin ardından, ortaya çıkan tüm parçacıklar, anti parçacıkları ile birlikte oluşmuştur, bu parçacıklar ise kendilerini yok etmişlerdir. Ancak var olduğu anda kendilerini karşıt parçacıkları ile birlikte yok eden bu parçacıklar arasındaki simetri bir biçimde kırılmıştır, enflasyon sürecinin getirdiği izotropik-homojen yapı, evrenin tümünün kuark-gluon plazması ile dolduğu bir döneme evirilmiştir. İlk 370.000 yıl, bu derece karmaşık faaliyetlerin olduğu, yüksek sıcaklık ve basıncın olduğu parçacıkların plazma halde olduğu bir dönemdir. Fotonlar ise evren soğudukça diğer parçacıklar ile etkileşime girmeye başlamışlardır. Ancak evrenin 380.000 yılına gelindiğinde, sıcaklık artık foton adı verilen ışık paketçiklerinin serbest hareketlerine müsaade edebilecek seviyeye gelmiştir. Bu ilk serbest ortam da ilk ışınım yani kozmik ardalan ışımasını ortaya çıkarmış ve henüz bugün tespit edebildiğimiz şekilde var olan her yeri kaplamıştır.
Bir zamanlar Einstein gibi ünlü fizikçilerin de düşündükleri şekilde, sabit ve hareket etmeyen evren anlayışına, bu gibi keşifler ciddi darbeler vurmuştur. Çünkü, evrenin doğum ışımasının bir zamanlar olması gerektiğinden oldukça düşük sıcaklık değerinde ve büyük dalga boylarında olması, bu ışığın Doppler prensibi sebebi ile gitgide uzaklaştığını göstermektedir. Yani aslında evren gitgide genişlemektedir ve soğumaktadır. Evren genişlediği için, ışığın yolculuk yaptığı mesafe de uzamakta, bu mesafe uzadıkça da ışık enerji kaybetmektedir. Kozmik ardalan ışıması da bu sebeple ışık tayfında mikrodalga olarak görünür.
Evrenin parçacıkların hareket serbestisi için uygun sıcaklığa gelmesi, yalnızca ışığın yayılmasına değil, ayrıca oluşan temel parçacıkların da hareketine ve bir araya gelmesine olanak tanıdı. Plazma halden daha yoğun madde hallerine geçiş başladı ve ilk atomlar oluştu. Evrendeki en yaygın elementin hidrojen olması da bu sürecin ürünüdür. Hidrojen atomu bir proton ve bir elektrondan oluşur, yani oluşması en pratik olan atomdur. Bu sebeple de evrenin bebeklik döneminde parçacıkların hareket serbestisi kazanması ile kuarkların proton oluşturması ve bir elektron ile birlikte hidrojen atomunun oluşması için uygun koşullar ortaya çıkmıştır. Fakat, yıldızların oluşması için görünürde henüz bir sebep yoktu. Çünkü ilk yıldızlar, evrende serbest bir şekilde dolaşan hidrojenin sıkışarak bir araya gelmesi ile oluşabilirdi ve bu şekilde de oluştu. Aynı zamanda karanlık madde etkilerinin de bu dönemde görülmeye başlandığı varsayılmaktadır.
Evrende özellikle kütleçekimsel merceklenme (kütle sebebi ile evrenin bükülmesi ve ışığın bu yörüngelerde kırılması) olgusuna dayanarak, evrenin yaklaşık yüzde 24’ünün karanlık maddeden oluştuğu varsayılır. Karanlık madde, elektro-manyetik etkileşim ile yani ışık ile etkileşimde bulunmaz, dolayısı ile tespit edilmesinin tek yolu diğer maddeler ve evren dokusu üzerindeki kütleçekimsel etkileridir. Karanlık maddenin yanında, evrenin genişlemesine neyin sebep olduğu da ayrı bir tartışma konusudur ve eldeki tek yorum, evrenin yüzde 72’sine tekabül eden karanlık enerjidir.
Kütleçekim etkileri ile bir araya gelen hidrojen atomları, birbirine yaklaştıkça ve yoğunlaştıkça küreselleşir, aynı zamanda da iç basınçları ve sıcaklıkları yükselmeye başlar. Bir araya gelen atomların kütleçekim etkileri arttıkça, sıcaklık da yükselmeye devam eder. Ortaya çıkan bu bulutsu, hidrostatik bir denge yakalayıncaya kadar da bu devam eder. Böylece ön yıldızlar oluşur.
Ancak evrenin ilk dönemlerinde yaklaşık 550 milyonuncu yılda ortaya çıkan bu yıldızların kısa süre içinde, boyutlarının oldukça büyük olması sebebi ile süpernovalara dönüştükleri ve daha ağır elementlerin de böylece ortaya çıkmaya başladığı düşünülmektedir. Süpernovalar içerisindeki ağır elementleri büyük gaz bulutları oluşturacak şekilde uzaya püskürtür, bu bulutsular da yeni yıldızların ve yeni gök cisimlerinin ortaya çıkmasını sağlar.
İLK SANİYENİN GİZEMİ: BAŞLANGIÇ VE SON, ASLINDA AYNI YER Mİ?
Bugün için gökadaların birbirinden uzaklaşıyor olması, kozmik ardalan ışımasının dalga boyunun gitgide uzaması ve kırmızıya kayması gibi birçok etken evrenin sürekli ve hızlanarak genişlediğine işaret ediyor. Bu büyümenin, enflasyon dönemi gibi belli dönemlerde ışık hızından daha yüksek hızlarda geliştiği de düşünülüyor. Bugün yeniden uzay-zaman dokusunun gitgide hızlanarak genişliyor oluşu, tersinden bir önermeyi de beraberinde getirmektedir. Büyük Patlama teorisine de kaynaklık eden temel çıkarımlardan biri de budur. Eğer genişleyen evrenin tarihsel sürecini geriye doğru sararsak nereye varabiliriz? Cevabı da tekil bir noktadan ibaret olmaktadır.
Evrenin başlangıcına ilişkin gizemler, aynı zamanda evrenin sonunun ne olacağına ilişkin sorunlar ile bağlantılıdır. İşin içine kuantum mekaniği de katıldığında, ortaya oldukça ilginç önermeler çıkmaktadır. Evrenin sonuna dair ortaya atılan teoriler iki başlık altında toplanmaktadır. Bunlardan birisi büyük donma, diğeri de büyük çökme olarak bilinir. Aslında birbiri ile benzer nedenlerden hareket eden bu teoriler netice konusunda uzlaşmamaktadır.
Evrenin sürekli genişlemesi ve bu genişlemenin hızının sürekli artması evrenin sıcaklığının sürekli olarak düşme eğiliminde olmasına sebep olur. Entropi gereğince evren sürekli olarak bir bozunum yaşayacak, galaksiler dağılacak, karadelikler dahi nihayetinde Hawking ışıması sebebi ile buharlaşacaklar. Büyük donma teorisine göre, trilyonlarca yıl sonra artık evren neredeyse 0 K yani -273 santigrat dereceye yakın bir dereceye kadar düşecektir ki bu da mutlak sıfır derecesidir. Bu sıcaklıkta artık atom altı parçacıkların hareketi dahi sınırlanacaktır. Isıl ölüm gerçekleşecek, yıldızlar oluşamayacak ve bildiğimiz hareket ortadan kalkacaktır. En olası senaryolardan birinin adı Büyük Donma (Big Chill) teorisidir.
Bir diğer teori olan Büyük Çöküş teorisine göre, evrenin genişlemesi yine benzer sebeplerle duracak fakat kütleçekim etkisi ile evren geri hareketine başlayarak kendi üzerine çökecektir. İlk etapta ortaya çıktığı tekilliğe dönene kadar bu devam edecektir, ardından sıkışma ve çökme sebebi ile yükselen sıcaklık ve basınç ile birlikte yeniden büyük patlama yaşanacaktır.
Bu teoriye göre evrenin bu şekilde sonsuz bir döngüsü vardır. Ancak evrenin genişlemesine sebep olduğu düşünülen karanlık enerji sorunu çözülmeden bu şekilde bir varsayıma varmak güçtür. Ayrıca evrenin soğumasına rağmen yeniden hızlanarak genişliyor oluşu, bu teorinin ciddi sorunlar ile karşılaşmasına sebep olmaktadır. Bir diğer husus da evren sürekli olarak çöküp yeniden patlıyorsa, ilk patlamaya kaynaklık eden olgu nedir sorusunun yanıtlanmamasıdır.
Büyük patlamanın öncesine dair en bilinen öngörü, zaman ve uzayın büyük patlama ile birlikte oluştuğu, büyük patlamanın ise tesadüfi sanal kuantum dalgalanmalarının ürünü olduğudur. Ancak bu teorinin aydınlatılması gereken birçok yönü vardır. Ayrıca bu teoriye göre cep evrenlerin veya sınırsız sayıda evrenin var olması da mümkündür. Yani birer çözüm olarak görülebilecek ancak tüm bunlara rağmen test alanı oldukça sınırlı olduğu için ciddi sorunlar barındıran teoriler mevcuttur.
Bu teorilerin ortaklaştığı olgu ise bilimsel bir içeriğe sahip olmaları, doğrulanma kaygısı taşımaları, bir sorunun çözümüne dair ortaya çıkmaları ve hatalı yanlarını tamir edebilme olanağına sahip olmalarıdır.
Evrenden önce de maddenin varlık koşuluna dair ciddi tartışmalar da mevcuttur. Bunlara kaynaklık eden ise kuantum alan teorisi ve Casimir Etkisini temel alan teorilerdir.
CASİMİR ETKİSİ: BOŞLUKTA NELER VAR?
Casimir Etkisi, özetle boşluk kavramına yer olmaması gerektiğini öngören teorilere dayandığı kaynak teoridir. Çok bilinen analojisi, su içerisine bırakılan iki çubuğun su titreşince izledikleri davranıştır. Sabit halde bir kova içerisine iki çubuk bırakıp suyu titreştirirseniz, iki çubuğun birbirine yaklaştıklarını göreceksiniz. Casimir Etkisi ise vakumlu ortamda iki metal levhanın aralarında örneğin bir nanometre uzaklık olacak şekilde bırakıldığı takdirde birbirine yakınlaşmasıdır. Bunun sebebi ise kuantum alanları ve bu alanların sürekli titreşmesinden ötürü bu titreşim sırasında sürekli olarak “sanal parçacıkların” oluşması ve yok olmasıdır. Dış kısımda her zaman daha fazla titreşim ve sanal parçacık oluşumu gözlemlenecektir. Bu sebeple de iki metal levha birbirine doğru itilecektir. Bu etki, Casimir Etkisidir. Yani herhangi bir dış kuvvete ihtiyaç yoktur. Ayrıca boşluğun enerjisinde sanal parçacıklardan kaynaklı bir değişim oluşmaz, her sanal parçacık karşı sanal parçacık ile oluşur ve birbirlerini hemen yok ederler. Yani enerji korunmaya devam eder. Eğer dışarıdan enerji eklerseniz ne olur? İşte o zaman gerçek bir parçacık yaratmış olursunuz. Çünkü dışarıdan müdahale ederek titreşime katkıda bulunursanız, ya da sanal parçacık ve karşı sanal parçacığın birbirini yok etmesini engellerseniz ki böylelikle sisteme enerji eklenir, sanal parçacık normal parçacığa dönüşecektir.
Büyük patlama da benzer bir etkinin ürünü olabilir mi? Henüz çok erken olan bu soru büyük patlama öncesine dair ortaya atılan en önemli sorulardan biridir. Sanal parçacıkların oluşumu ayrıca bir başka büyük probleme de ışık tutmaktadır. Kara deliklerin, tutarlı bir evrenin parçası olarak entropik olmaları gerekmesi ve bir ısıya sahip olmalarını öngören termodinamik yasaları ile de uyumlu bir önerme yapılmasına olanak vermektedir. Eğer fotonlar dahi kara deliklerden kaçamıyorlarsa kara delikler nasıl ısıya ve ışımaya sahip olabilirler? Cevabı Casimir Etkisi ve Hawking Işıması oluşturmaktadır. Hawking’e göre kara deliklerin olay ufkunda bir çift sanal parçacık-sanal anti parçacık çifti ortaya çıkar. Olay ufkunun kuvvetli kütle çekim etkisi ile negatif yüklenen parçacık ve anti parçacık çiftinden pozitif yüklü olan kara delikten kaçar. Oluştukları alan karadeliğin içi olduğu için, kaçan parçacık kütle yitimine sebep olur, ancak içerde kalan parçacık kütleye etkide bulunmaz. Bu sebeple de kara delikler kütlesine ters orantılı olan bir ışıma gerçekleştirir, nihayetinde bu kütle yitimi sebebi ile yok olmaları gerekir. Hawking bu durumu şöyle açıklar: “Kara delikler, bir zamanlar sandığımız gibi sonsuz hapishaneler değildir. Kara deliklerin içinden bir şeyler kaçabilmektedir; hem dışarıya, hem de belki diğer evrenlere… Dolayısıyla eğer kendinizi bir kara deliğin içinde gibi hissediyorsanız, vazgeçmeyin. Bir çıkış yolu var!”
Yani sanal parçacıklar ve kuantum alan teorisi evrenin veya olası başka evrenlerin başlangıcına dair de çözüm oluşturabilir. Ancak, bu teorinin de henüz alması gereken uzun bir yol var.
Esas sorun, fiziğin alması gereken teorik yol sorunudur. En çok sancısı çekilen konu, “her şeyin teorisi” olarak çalışabilecek, kuantum fiziği ve görelilik teorisinin bir araya getirilebildiği kapsayıcı bir teorinin oluşturulma sorunudur. Ancak henüz, ayrı ayrı oldukça verimli çalışan bu iki teorinin bir araya getirilmesi sağlanamamıştır.
Ayrıca yine tüm bu sorulara cevap olabilmek adına ortaya çıkmış Sicim Teorisi gibi birçok teori mevcuttur. Şimdilik bu teorilere detaylı bir giriş yapmamıza gerek yoktur. Değindiğimiz teoriler dahi bazı çıkarımlarda bulunmamıza olanak sağlamaktadır. Tüm bu teoriler, yaratılışçı anlayışlara mahal bırakmadan inşa edilmekte ve öngörülerini doğrulayarak, hatalı oldukları alanları tamir ederek ilerlemektedir.
“FİZİK, METAFİZİKTEN KENDİNİ KORU!”
Engels, Newton’ın 17. yy. idealizmine karşı yaptığı bu belirlemeyi doğrulamakla birlikte, fiziğin kendisini Newton’ın mekanik metafiziğinden de koruması gerektiğine işaret eden şu eki yapar: “… çok doğrudur ama başka anlamda.” Tüm düşünceyi, düşünme yöntemini de metafizikten arındırmak gerektiğini içeren bu ek aslında tabiat bilimlerinin çevresinde türeyen bataklığa, felsefeyi yok sayan olguculuğa yapılan bir göndermedir. Tabiat bilimlerinin geçmişe göre “yaratıcı” fikrine varmadan veya mahal bırakmadan teorilerini inşa ettiği doğrudur. Ancak bilim ve ürünleri egemen sınıflarca öylesine hapsedilmiştir ki ezilenlere yalnızca bu bataklık içerisine saplanmak bırakılmıştır.
Belirttiğimiz gibi, bilgi-birikimin geldiği aşama, maddenin döngüsünün sınırlarının olmadığını tekrar ve tekrar açıklamaktadır. Bilinmeyenin de maddesel bir karşılığının olduğu, bilinme olasılığının da oluşu su götürmez bir gerçektir. Her ortaya çıkan maddesel doğrunun, daha derin maddesel doğrulara işaret ettiğini, bir zaman için cevap bulunamayan soruların cevaplarının bir başka zaman içerisinde saklı olduğunu bilim tekrar ve tekrar kanıtlamaktadır. Ayrıca oluşturulan hiçbir teorinin kapsayıcı olmak adına bir yaratıcıya bağlanmasına gerek yoktur. Kapsayıcı olan maddenin döngüsünün ta kendisidir.
Bunun en büyük kanıtı, evrenin ötesinde ne olduğu sorusuna dahi teorik de olsa artık verilebilecek tutarlı cevapların varlığıdır. Kuşkusuz kanıtlama çabası olmalıdır ve olacaktır, ne var ki bir önermenin kanıtlanması önerme için elzem değildir. Akılda tutulması gereken şudur: “… insanlık kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki sorunun kendisi ancak çözüme bağlayacak plan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.” (Marks). Gerçek insan bilinci dışında hareketine devam etmektedir ve ilerleme, ancak maddenin hareket yasalarının ön kabulü ile mümkündür. Bunun dışındaki her yol bataklığa götüren yoldur.
Tabiatın donuk ve hareketsiz, aniden ortaya çıkmış veya yaratılmış olduğu fikrinin, elimizdeki bulgular ile hiçbir tutarlılığı yoktur. Aksine bugün gördüğümüz evren milyarlarca yıllık bir arada olma ve çarpışma faaliyetlerinin sonucudur. Bilim, tüm bu tarihsel süreci ortaya çıkarmak adına evrende çelişkilerin izini sürer. Bulduğu izler üzerinden de tutarlı teoriler oluşturmaya gayret eder. Ayrıca tüm çürümüş iddialara da darbe vurarak ilerler. Eski Ahit’te yazıldığı gibi, “Tanrı ışık olsun dedi, her yer ışık oldu” şeklinde bir önermeye ihtiyaç yoktur. İlk oluşan ışık paketçiklerinin yüz binlerce yıl serbest hareket edemediklerini dahi bilmekteyiz. Yahut evrenin 6 günde bugünkü haline gelmesini bir kenara bırakalım, ilk yıldızın ortaya çıkması için dahi yüz milyonlarca yıl geçmesi gerektiğini bilmekteyiz. Ancak eski dünyacıların bilimin ürünlerini aşırarak yaratılış kozmolojilerine alet etmeleri de iddialarını destekleyememektedir, çünkü milyarlarca yıllık bu değişim, büyük tesadüflerin sonucudur. Yani, evrenin ilk saniyelerinde madde ve anti maddenin oluşması hiçbir anlam ifade etmez, bunların arasında tesadüfi olarak simetrinin de kırılması gerekir. Aksi halde parçacık ve anti parçacık birbirini yok eder ve evren de oluşamaz. Evren bir tasarım olamayacak derecede çelişiktir. Gelişimin kendisi ise entropiktir, sürekli olarak dağılma ve bozulma halindedir. Her çözülen çelişki, yeni çelişkilere kapı aralar, bu ise evreni sürekli olarak düzensizliğe iter. Bu düzensizlik ve çelişik hal hareketi doğurur. Evrende hareket ve değişim, maddenin tekrar ve tekrar dönüşümünden başka bir şey değildir.
Tabiatta mükemmel dizayn ya da yaratım söz konusu değildir, kaotik ve rastlantısal bir ilerleme süreci mevcuttur. İlk “dürtüye” dahi kuantum enerji alanlarında sanal parçacıkların tesadüfi bir çakışmasının ve süper simetri kırılmasının değil de “bir yaratıcının elinin” değmiş olması varsayılsa bile, bu parçacık simetri kırılması bugün için laboratuvarlarda bizzat insan eli ile de yapılabilmektedir. Ayrıca sonrası için belirsizlik ilkesi söz konusudur, yaratıcı ilk müdahale ile zar atmış ve kendisini “işsiz” bırakmış olacaktır. Bir yaratıcının büyüklüğü, teorideki açıklardan faydalanabilse dahi ancak bu kadar olabilmektedir. Bir sonsuzluk fikri ise yaratıcı fikrinden bağımsız olarak da pekâlâ inşa edilebilmektedir. Elbette maddenin dönüşümünün sonsuzluğu, sürekli birbirini tekrar eden “aynı” süreçler içermez.
Bilgi bilimsel sonuçları halka ve sınıf mücadelesine kazandırmak, onu egemenlerin boyunduruğundan ve çarpıtmalarından temizlemek, iki temel akım arasındaki mücadelenin devam eden görevlerindendir. Bunun bir yanını da tüm idealist önermeleri teşhir etmek, geniş kitlelerde karşılık bulan zehirli, gerici ideolojiden beslenen akımlar ile mücadele etmek, gerçeğe olabildiğince sıkı bir şekilde bağlı kalmak oluşturur.
“Bir şeyi bilmek için, bütün yanlarını, bütün bağlantılarını ve ara bağlantılarını iyice kavramamız, incelememiz gerekir. Bunu tam olarak asla başaramayacaksak da çok yanlılık, yanılgılara ve katılığa karşı en iyi güvencedir.” (Lenin, Seçme Eserler)