[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Ülkede tek adam rejiminden kurtuluş olarak pazarlanan yüz yıllık düzeni onaylama seçimleri beklenmedik ittifaklarla gündeme gelen sorunlarla, deşifrasyonlarla devam ediyor. Gericiliğin dayandığı temellerin kapsamı ve derinliği egemen sınıfların iki kanadı etrafında cereyan eden tartışmalardan, çatışmalardan halk lehine sonuçlar çıkması için bir koşul olmadığını göstermektedir. Yüz yıllık bu kavganın kazananı her seferinde egemen sınıflar olmuştur. Padişahlık düzeni parçalanırken Kemalist Cumhuriyete evrilen rejimin tüm yurttaki aynı egemen sınıflara dayandığı gerçeğini reddedenler ekonomik ve siyasal gelişmeleri, değişim leri demokrasi yönünde bir ilerleme, bir devrim olarak yorumlarken hemen hemen bugün de duyduğumuz aynı argümanlara dayanıyorlardı. Padişahlık düzeni yerine cumhuriyet geliyor! Oysa gerçeklik bundan ibaret değil. Gerçeklik sürdürülemez noktaya gelip parçalanan bir imparatorluğun kalıntılarına dayanan bir cumhuriyetin inşa edilmesidir. Evet birinin yerini diğeri alıyor; fakat bu yıkanın kurduğu yeni bir düzen değildir; yeni sınıflar söz konusu değildir. Parçalanandan kalanlarla eski yeni biçimde inşa edilmiştir. Emperyalizmin onayının alındığı, icazetli cumhuriyet halk düşmanı bir rejim olarak kurulmuştur. Bugünkü seçim tartışmalarında da tanıklık ettiğimiz “tek adam rejimine karşı parlamenter rejim” kamplaşması aynı düzene halkın rıza vermesi içindir. Şöyle de tanımlayabiliriz bu kamplaşmanın temel sorusunu: Aynı düzen için halkın rızasını hangi kanat sağlayacaktır?
Egemen sınıfların adalet, özgürlük, demokrasi, devrim üzerine söylenmiş hiçbir sözünün, hiçbir iddiasının halk için olamayacağını ileri sürmeliyiz. Bu apaçık bir gerçekliktir. Bir ülkeyi hangi emperyalist devletin işgal edeceğine karar vermek, birini seçmek zorunda olmak nasıl ki halk için bir seçenek olmaktan tamamen uzaksa aynı şey bu seçimlerde karşı karşıya gelen esas güçlerden birini seçmek için de geçerlidir. Bu tablonun net bir biçimde ortaya konması zorunludur. Çünkü egemen sınıfların tüm kanatlarının zamanı çoktan geçmiştir.
Aynı içerikteki tartışmaların, meselelerin dünyanın gidişatı bakımından da gündemde olduğunu görüyoruz. ABD merkezli ekonomik sistem ağır bir kriz süreci içindeyken Çin devlet başkanı Şi Cinping’in Rusya ziyaretinde Putin’e ayrılırken söylediği sözler gene bir seçim arifesinde olunduğunu gösteriyor. “Yüz yıldır beklenen değişim geliyor. Bu değişikliği birlikte yürütüyoruz.” Bir sistem parçalanmakta ve kalıntılar arasından “yeni” bir düzenin yeşermekte olduğu ileri sürülüyor. Rusya ile Çin arasındaki görüşme ABD merkezli sistemin sarsıntıları karşısında bir gövde gösterisi gibi gerçekleşti. Yeni bir dünya düzeni kurulabilir mi ve kurulabilse de Çin bunu Rusya ile ne derecede birlikte gerçekleştirebilir tartışmaları bir yana şu soruyu sormak gayet mümkün ve anlaşılırdır: Dünya bu emperyalistler arasındaki kamplaşmaların sonucunda hangi kampa mahkûm olacak? Ekonomik olarak büyük ve rahatlamış bir düzen vaat edenlerden yana mı olmak gerek yoksa demokrasiyle bezeli bir sömürü ve talan düzeninde kalmaktan yana mı? Bu iki vaatten hangisini seçmek halklar için daha avantajlıdır? Birbirinden farkı olmadığı halde sadece “demokrasi” bezemesine sahip olduğu için ABD merkezli, halihazırda krizle boğuşan ve halklara sunabileceği hiçbir şeyi olmadığı çok açık sistemi seçmek akılcı olabilir mi?
Meselenin bu boyutta sergilenmesi bize şu gerçeği öğretir: dünya büyük bir değişimin arifesindeyken zamanı geçmiş egemenlerin kanatlarından birine seçenek olarak yaklaşmak geleceği karanlığa hapsetmekten başka bir anlama gelmez. Banka iflaslarıyla gündeme gelen kriz geçici, çözülebilir, bazı başarısız veya yetersiz yetkililerin yanlış seçimlerinin ürünü bir kriz değildir. Ertelenmiş, palyatif önlemlerle geçiştirilerek daha geniş ölçekte riskler alınarak ötelenmiş bir kriz söz konusu. Bu krizden çıkacak sonuçlar Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin amacı bakımından tayin edici olacaktır. Bu süreç kuşkusuz halkların önüne konacak sandıklarla şekillenmeyecektir. Bu tür bir arenada halkların seçiminden söz edilmesi akla ziyandır. Ne var ki bugün seçimle karşımıza çıkan güçlerin halktan mecbur oldukları, bağlı oldukları ve sadece bir ölçüde nemalandıkları düzenlerine onay vermelerini istemekten başka bir şey yapmadıklarını anlamak bakımından dünya üzerindeki bu durum yeterince uyarıcıdır. Türkiye’nin bu kamplar arasındaki dalaşta “seçim” şansı yoktur. Eğer bu sistemin dışına çıkmazsa NATO üyesi olarak ya da emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olarak zaten kampını seçmiş olacaktır. Bu seçimin hangi kanatla gerçekleştiğinin bir anlamı olmayacaktır.
Bu durumda biz şu soruyu soruyoruz: dünya üzerinde, Şi Cinping’in söylediği biçimde söylersek “100 yıldır beklenen değişim gerçekleşirken bu sürecin halk lehine yürütülmesi kararı sandıklarda verilebilir mi?”
Hayır verilemez. Sandıktaki yarış halkın çıkarları, yönetimi, demokrasisi, adaleti, özgürlüğü için değildir. Sandıktaki yarış kriz içinde debelenmeye mahkûm emperyalist sistemin uşakları arasındaki bir yarıştır. Tek adam rejimi ile parlamenter rejim arasındaki fark koltuklarda oturacakların boyu, hitap yeteneği, yaşı vs.dan fazlası değildir… Kısa süreli bir “demokrasi arası” kamplardan birinin, tabii ki dün kaybetmiş ve bugün kazanan için daha güçlü olarak kutlaması olarak gerçekleşecektir. Bize “buna değmez mi” diye soruluyor bazen: Hiçbir şey yapamamaktan iyidir, deniyor. Oysa hiçbir şey yapamamaktan iyi olan şey gerçek anlamda bir şey yapabilmektir. Buna kafa yormaktır, akıntıya kapılmayıp direnmektir…
Ekonomik Kriz Gizlenemiyor
ABD’de Silicon Valley Bank’ın iflasıyla başlayan “yeni” kriz dalgası karşısında Fed merkezli faiz artırma politikasından vazgeçileceği, piyasadaki fazla parayı çekme, bu anlama gelmek üzere parasal sıkılaştırma politikasını terk etme sürecine girileceği ileri sürülmektedir. Bu gelişmeler uzun yıllara dayanan bir teranenin bir kez daha boşa düştüğünü ispatlamıştır. Bir kez daha anlaşılmıştır ki ekonomi piyasanın insafına terk edilememektedir; piyasanın düzenlenmesi kaçınılmazdır; piyasaya müdahale zorunludur ve piyasa aktörleri belli kurallara uymalıdır. Kapitalizm kapitalist devlete muhtaç, onunla korunması gereken bir sistemdir. Üstelik sadece sömürülen işçi sınıfının kendi çıkarları için mücadelesine karşı değil, kapitalizmin kaçınılmaz krizleri için de devlet müdahaleleri bir gerekliliktir… Kriz baş gösterdiğinde tekelci sermayenin tüm ana grupları devletin gücüne, olanaklarına hemen sarılmakta, düzenlemeleri gündeme getirmek üzere devleti harekete geçirmektedir. Son banka krizinde de benzerini gördük… Credit Suiss’in rakibi USB tarafından alınması nihayetinde bir devlet müdahalesidir.
Zorunlu kalınan düzenlemelerin ne olacağı, nasıl gelişeceği tartışmaları sürerken bizim üzerinde dikkat kesileceğimiz temel nokta bu krizin tüm dünya halkları için getireceği sonuçlar olacaktır.
Önce banka iflaslarına yönelik alınacak önlemlerin kökten bir çözüm getiremeyeceğini, dolayısıyla kaçınılmaz bir çöküş sürecine doğru kapitalizmin ilerlemekte olduğunu vurgulamalıyız. Önceki dönemden bildiğimiz ve bugün de olası önlemlerden biri bankaların öz sermayelerini artırmaları ya da verdikleri kredi, yatırımları öz sermayelerine oranla azaltmalarıdır. Bunun yansıyacağı ilk alan spekülatif ya da riskli yatırımlardır. Kapitalist ekonominin dinamik yapısına yönelik bu müdahalenin onun kalbine bir darbe vurmak olduğu açıktır. Bu önlemlerin 2001’deki derin banka krizinden sonra Türkiye’deki bankalar bakımından “sıkı” bir şekilde uygulandığı bilinmektedir. Bundan ötürü Türk bankalarının benzer krizlere karşı bağışıklık kazandığı da ileri sürülmektedir. Oysa Türk bankaları tekelci sermayeye göbekten bağlı bankalar olmakla bu krizlerden muaf değildir, olamaz. Kendi içinde sigortası olmakla birlikte Türk bankacılığının beslendiği ana kaynak yabancı sermayedir. ABD ve Avrupa bankalarında yaşanmaya devam edecek krizlerin Türkiye’deki dışa bağımlı bankaları sarsmaması düşünülebilir mi?
Söz konusu krizin tüm bankalar gibi kurallara uyan bankaları da etkilediğini en son Credit Suisse’te gördük. Hatta çok daha güçlü Deutche Bank’ın da bu kriz şartlarından etkilendiğini biliyoruz. Bu bankanın da hisselerinde bir düşme yaşandı, ki bu banka mudilerinin bankadan para çektikleri, güven kaybı yaşadıklarını gösteriyor. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz mudilere güvence vererek, yani bir devlet müdahalesi için güvence vererek çıkışları durdurmak yönünde davrandı. Sistemin kendi haline bırakılamayağı ve hatta bırakılmadığı bir kez daha görülmüş oldu. ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, Fed başkanı Jerome Powell açıklamalarla olumsuz gidişata, güven bunalımına önlem almaktalar. Fakat başarılı bir yönetim gösterememekle eleştirilmeleri bu sürecin kontol edilebilir olmaktan çıktığını düşündürtmektedir.
Sadece bankalar bakımından değil üretici sektörlerde de borç yükünün azaltılması, riskli yatırımlardan kaçınılması, kredi alımlarının daha az seçenek haline getirilmesi arzu edilmekte…Bu gelişmeler bize piyasa için yeni düzenlemelere geçiş yapmak biçiminde eğilimler olduğunu gösterir. Bu türden “değişim” dönemlerinde karşımıza çoğunlukla egemen güçlerce tanımlanmış, görevlendirilmiş “yeni yol”cular çıkar. Bir dönemin “üçüncü yol”cuları böyle bir değişim dönemine rastlamıştı. Genel olarak “sol” çatısı altında tanımlanan partiler eliyle neo liberal politikaların sürdürülmesi olan üçüncü yol bir değişim rüzgârı estirilerek halkların önüne serildi…
Üçüncü Yol Arayışlarının Sonu
1970’lerin ilk yarısından başlayan krizin nihayet neoliberal politikalara geçişle geride bırakılması bugünkü gelişmelerin yönü hakkında tahminler yürütmemize olanak verebilir. Reagen ve Thatcher’da somutlaşan politikalar krize karşı tüm piyasanın “serbestleştirilmesi” oldu. 30 yıl boyunca en yoğun ve yaygın biçimde uygulanan bu politikalarla tüm düzenlemeler alt üst edildi ve kriz koşulları ertelenmek suretiyle “geçmişte” bırakıldı. 30 yıl boyunca tüm dünyaya dayatılan aynı politikaların uygulayıcıları birçok kez değişti. Türkiye’de T. Özal ile anılan neoliberal politikalar, ilerleyen zamanlarda Demirel, Tansu Çiller, Erdal İnönü, Bülent Ecevit tarafından sürdürüldü. Bu politikaların tipik önderleri arasında İşçi Parti ve Sosyal Demokrat liderleri de vardır. Örneğin Avrupa Birliği üyesi ülkelerden İngiltere’de Tony Blair tarafından, Şansöyle Gerhard Schröder tarafından temelde bu politikalar uygulandı. Bunlar İşçi Partili, Sosyal Demokrat liderler olarak Reagen’ı, Thatcher’ı takip ettiler. Aslında piyasanın ihtiyaçlarına karşılık verdiler. İngiliz ve Alman işçi sınıfı için bu liderler aynı politikaların uygulayıcılarıdırlar ve işçi sınıfı için her biri çıkmaz sokak olmuştur. Bunlar “seçilmiş” liderler olarak kendilerini fonlamış olan güçlerin çıkarları doğrultusunda halklarının aleyhine politikalar uyguladılar. Bugün Türkiye için söylediklerimizin tarihsel bir gerçeklik olduğunu bu süreçlere bakanlar rahatlıkla görebilirler. Halk sınıfları kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenmedikçe, kendi güçlerine dayanmadıkça egemen sınıflarca fonlanan karşı devrimin unsurları arasında sıkışır kalırlar. Bu süreçlerin sonu her seferinde yeni bir yıkım olur. Neoliberal politikaların genel olarak bir çıkmaz yarattığı gerçeğini en somut olarak şimdiki krizin bir başka biçimi olarak 2000’li yılların ortasında yaşadık.
2007-8 yılında yaşanan finansal çöküşle birlikte ertelenen kriz gene tekelci sermayenin gelecekten ürkmesine, sarsıntılar yaşamasına neden olacak şekilde onun karşısında dikildi. Bu kez düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır! Serbest bırakılan piyasanın kontrol altına alınmasına duyulan ihtiyaç onun kâra, bu anlamda paraya duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.
İngiltere’de, ABD’de gündeme gelen “serbestleştirme” politikalarını (neo liberalizm) uygulama görevini sosyal demokratların omuzlaması da burada dikkate değerdir. Çünkü günümüzde de benzer rol bölüşümlerine tanıklık edeceğimiz anlaşılmaktadır. “Demokrat” başkanlar Clinton, Blair, Schröder devam eden bu sürecin önemli, tarihsel şahsiyetleri oldular. Bütün bu politikaların halklar aleyhine sonuçları “demokrat” maskeli bu tekelci sermaye sözcüleri tarafından omuzlandı. Onaylanmış liderler, onaylanmış programlar, onaylanmış partiler sayesinde halklar “kendilerini cezalandırmış” sayıldılar…
Özetle dünya çapında yaşanan krizin sonuçları önümüzdeki yıllarda halklara yönelik yeni saldırı politikalarıyla biçimlendirilecektir. Bu politikaların “AKP’den, tek adam rejiminden kurtarmış” liderlerin eliyle gerçekleşecek olması bugün “seçim yaparken” aklımızda olmalıdır. Her düzen için ihtiyaç olan halk rızasına olanak verecek her çalışma, seçime katılım yönündeki her davranış söz konusu saldırılara kapı açan yaklaşımlar olarak anılacaktır.
Ara Akımların Yanıltıcı Muhalifliği
Reformizmin belirleyici özelliği bağımsız bir sınıf tavrına, karakterine sahip olmamasıdır. Bu olmadığından egemen akımlardan etkilenmek, gerçek bir değişimden çok egemen olanın gücünden yararlanarak kısmi değişimlerle yetinmek, nihayet gerçek bir devrimle karşılaştığında elindeki ayrıcalıklardan mahrum kalacağı korkusuyla çekingen kalmak reformizmin tipik tutumudur. Bugün cumhuriyet kazanımlarına tutunmayı, şeriat korkusuyla elindekileri savunmayı daha büyük güçle hareket etmenin kaçınılmaz, doğal bir nedeni olarak ileri süren reformizm yarın beklentilerinin gerçekleşmemesinden kendi bağımlı tavrını değil, bağımlı olduğu gücün aldatıcılığını sorumlu gösterir. Dolayısıyla öğrenmeyi değil kendi dar bilincine sıkıca sarılmayı tercih eder. Bunun bir sınıf tavrı olduğunu unutmamak gerekir. Bunun bir sınıf tavrı olması sözünü ettiğimiz özelliklerin geçici değil orta burjuva veya küçük burjuva sınıflar varlığını korudukça karşılacağımız özellikler olduğunu gösterir. Bu tavra sahip kişilerin ikna edilmesi esas olarak söz konusu olmaz. Bu bir sınıf intiharı gerektirir ki bu kolay bir eylem değildir. Tam da bu nedenle reformizmle mücadele çetin bir mücadele olmak zorundadır, zira ana yolda yürüyüp yoldan sapanlardan söz etmiyoruz; basbayağı aynı yolda yürümediğimiz ve kendilerine ait yolu da olmayan bir cenahtan söz ediyoruz. Ara akımlarla mücadelenin genel olarak egemenlerin lehine sonuçlanmasının kökeninde bu gerçeklik vardır. Devrimci hareketin egemenliği yoksa ara akımlar geçici dönemlerde devrime eğilim gösterseler de nihayet karşı devrimin limanlarında demirlerler. Reformizmle devrimci hareketin ilişkisi bu nedenle genelde ve nihayette sürdürülemez bir ilişkidir.
Bu sürdürülemez ilişki bazen reformlar için mücadele etmenin gereksiz olduğu düşüncesine dayandırılır. Oysa devrimci hareket hiçbir zaman reformlar için mücadele etmenin gereksiz olduğunu ileri sürmez. Ne var ki bunu devirmci mücadelenin bir sonucu, genel olarak bu tür bir mücadelenin yan ürünü olarak değerlendirir. Bu fikrin de temelinde reformların esas olarak egemen sınıfların bir tercihi, bir eğilimi değil halkın daha büyük eylemlerinin önünü almanın bir yolu olarak gerçekleşmesi gerçekliği vardır.
Seçimler sürecinde karşılaştığımız reformist hareketlerin genel propagandalarına, tercihlerine, eğilimlerine baktığımızda gördüğümüz şey halka dayanan hareketlerin nihayet başarısız olacaklarına inanmalarıdır. Egemen sınıfların zorbalıklarına, aşırı derecedeki sömürüye, uşaklık derecesindeki işbirliğine öfke duymakla birlikte halkların bu güçlerden daha üstün olduğuna inanmazlar. Çünkü kendi gerçeklikleriyle bu özellik çelişmelidir.
Yukarıda kabaca tarif ettiğimiz şartlar reformizm için hem reform talep etmeye uygundur hem de sınırlı hareket etmeye nedendir. Büyük alt üst oluşlar için şartlar olgunlaşırken reformizm dikkatini bu noktaya vermez ve hatta dikkatlerin bu noktaya çekilmesinden endişe de duyar. Çünkü bu aynı zamanda kendi şartlarının da olumsuza doğru gitmesi, elindekileri de kaybetmesi olasılığı demektir. Reformlar yoluyla adım adım ilerlemek, güçlü olanların kendine yakın bulduğu ve “ilerici” kabul ettiği yanlarını öne çıkararak bunlara yaslanmak onun için her zaman daha gerçekçi yoldur.
Seçimlerde egemen sınıf partilerinin kamplaşmasında kendini bir kampın parçası olarak görmek bu nedenle reformizmin kaçınılmaz tercihidir. Reformlar için mücadele edildiği koşullarda reformistlerle birlikte hareket etmek, yan yana gelmek kuşkusuz reddedilebilir bir durum değildir. Bununla birlikte reformizmin halklar aleyhine büyük bir hata olduğunu unutmadan davranmak temeldir. Egemen sınıfların kanatları arasındaki mücadelenin konusu olan seçimlerde ve bu seçimlerin sonucu olan parlamenter mücadelede konum elde etmek reformlar gerçekleştirmenin bir yolu olmaktan çok uzaktır. Tarihsel deneyimler göstermiştir ki reformlar esas olarak devrimci hareketin geliştiği, egemen sınıfların üstünlük kaybettiği şartlarda gündeme gelmektedir. Buna yakın tarihten verilecek örnek AKP reformlarıdır.
AKP’nin ilk dönemlerinde reformcu bir çizgi izlediği bilinir. Bunun hangi şartlarda olduğuna baktığımızda egemen sınıf partilerinin tümünün güç yitirdiği, ciddi bir ekonomik kriz yaşandıktan sonra, lideri esir alınmasına rağmen ciddi güçte bir gerilla ordusuna sahip ulusal hareketin reformlar için kapıları zorladığı şartları görürüz. AKP güçlenmek için yanına olabildiğince güç çekmek için çabalıyordu. Bunun sadece bir parti olarak AKP’nin politikası olduğunu düşünmemek gerekir. Belirttiğimiz gibi tüm egemen sınıf partileri o süreçte halkın rızasını almakta başarısızdılar. AKP’de somutlaşan “yeni iktidar” egemen sınıfların halkın rızasını almaları bakımından zorunlu bir seçenekti ve bu nedenle AKP egemen sınıfların tercih ettiği, kurulması için fonladıkları, yol verdikleri partiydi. AKP’nin reformist niteliğinin onun Anadolu sermayesine dayanan, buradan hareketle de İstanbul sermayesine muhalif olan özelliğinden kaynaklandığı iddiaları görüneni yorumlamakla yetinenlerin, kendilerine gösterilenle yetinenlerin iddiaları olarak kaldı. Zaman geçtikçe AKP’nin İstanbul sermayesi denen kesimin çıkarlarına tamamen uygun davrandığı görüldü. Aynı şekilde ABD, Almanya, İsrail ile güçlü ve sağlam ilişkilerini hemen hiçbir zaman gerçek anlamda bozmadı. İstanbul sermayesi denen kesimin bu ülkelerle olan ilişkilerinin gereklerini özellikle ticari bakımdan harfiyen yerine getirdi. AKP’nin reformcu parti gibi hareket etmesi birçok liberal ve reformist kesimin ona yönelmesini ya da ona karşı hareket etmemesini sağladı. Bugün tamamen gerici ve faşist bir parti olarak lanetlenmesi kuşkusuz doğrudur. Ne var ki bu özelliklerin ona has olmadığı gibi onun bugününe ait olmadığı da bu doğru tanıma eklenmelidir. Reformların şartları bakımından AKP’nin konu ettiğimiz ilk dönemi iyi bir örnek olarak değerlendirilebilir. Eklemek gerekir ki bu dönemde özel bir “reform için mücadele” yolu izlenmemiştir: reform yoluna sokan koşullar yukarıda belirttiğimiz koşullardır. AKP’yi destekleyenlerin neden olduğu reformlardan söz etmek neredeyse mümkün değildir…
Bugünkü seçim koşullarında egemenleri halkın çıkarları doğrultusunda reform yoluna sokacak koşullardan pek söz edemeyiz. AKP’nin kaybetmesiyle birlikte kısa bir demokrasi havası esecektir kuşkusuz. Buna karşın süreç egemenleri sıkı önlemler almaya iteklemektedir. Reformların bir restorasyon anlayışıyla ve dünya çapında yaşanan kriz koşullarında gerçekleşeceği açıktır. Fransa’daki emeklilik reformuna benzer biçimde reformlar için olasılıklar daha fazladır. AKP’nin son on yılına denk gelen yoğun borçlanma ve spekülatif yatırımlara harcanan kredilerin yarattığı tablonun halk lehine atılacak adımlarla karşılanabileceğini varsaymak egemen sınıf temsilcilerine taşımadıkları bir rol vermek anlamına gelir.
Bu nedenle reformizm sadece teorik olarak yenilmeye mahkûm bir akım olmayacaktır. Günümüzde onu pratik olarak da bir yenilgi beklemektedir.
Seçim Aldatmacasının Büyüklüğü
Egemen sınıf partilerinin iktidar olmak yarışındaki payandaları olmaktan fazla ileri gidemeyecek birçok küçük, ihmal edilebilir parti veya grup vardır. Bunlardan bazıları geçici de olsa yaygınlaşma özelliği gösterse akıbetleri esas olarak değişmemektedir. Seçim süreçlerinde bu parti veya grupların fazlasıyla öne çıktıklarına tanık oluruz. Bu sadece güçlü veya karizmatik liderlerin varlığından, etkin propaganda olanaklarının etkin bir biçimde kullanılmasından kaynaklanmaz. Bunun birincil nedeni seçimlerle amaçlanan aldatmacadır. İktidar olma eğilimini güçlendiren, “çalışırsam başarırım” hırsını uyandıran, sınıf savaşımına dayanan iktidar olgusunu kendinden menkul bir makam olarak kavramayı öğreten seçim koşullarının kendisi de buna neden olur. Seçilebilir olmak kendi başına bir aldatma pratiğidir. Seçmek de hakeza aynı özelliğe sahiptir. Çevremizdeki tartışmalarda, medyaya yansıyan söyleşilerde, röportajlarda, konuşmalarda özellikle seçmen kitlesinin politika yapmak konusunda olabildiğince ateşli, etkili olduğunu görürüz. Seçecek kişi olmanın içerdiği duygunun seçilecek kişi olmakla birlikte daha da büyüdüğünü söz konusu adaylara bakarak görebiliriz. Seçilmek ve seçmek belirleyen güç olmak duygusunu içerdikleri oranda yönlendirici eylemlerdir. Burjuva devlet organlarında, özellikle parlamentolarda bu eylemlerin etkisi olağandışıdır. R. T. Erdoğan’ın tüm yetmezliklerine, geriliğine, eğitimsizliğine karşı seçilmiş kişi olarak kendini üstün görmesi ve aynı zamanda üstün görülmesi bu aldatıcı pratikle doğrudan ilgilidir. Bunu hemen her seçilmiş milletvekili için ve seçim zamanlarında da seçmenler için söylemek mümkündür. Bu nedenle seçimler bizim gibi ülkelerde olağanüstü süreçler biçiminde gerçekleşir. Gelişmiş ülkelerde, demokrasinin görece halk kitlelerine yayıldığı şartlarda ve refahın görece gerçekleştiği koşullarda seçimlerin etkisi çok daha zayıftır. Çünkü buralarda kitlelerin seçmek eylemi milletvekili seçmek ile, hatta partisini iktidara getirmekle sınırlı bir içeriği yoktur. Buralarda kitlelerin seçmek eylemi görece daha yaygın ve çeşitlidir. Bu olanaklar sınırlı oldukça seçmek eylemine biçilen rol de büyümektedir. Türkiye’de seçim süreçlerinin aşırı yoğunluğu ve beklentilerin büyüklüğü bu durumla yakından ilgilidir. Reformizmin bizim gibi ülkelerde seçim yoluna olmadık payeler biçmesi, demokrasinin son derecede sınırlı olmasından da ileri gelmektedir. Eleştirilerimizi bu darlığa, aldatıcı koşul ve pratiğe de yöneltmemiz gerekir. Gerçeklerle örtüşmeyen beklentilerin hüsranla sonuçlanacağını bilerek seçim aldatmacasının yanıltıcı etkileri karşısında uyarıcı olmak gerekir.
Devrimci demokrasi için verdiğimiz mücadele halkın seçme ve seçilme hakkını parlamento gibi çok genel ve pratik süreçle ilişkisi çok zayıf kurumlarla sınırlamaya tam olarak karşıdır. Kitleler yöneten bir konuma gelmek üzere demokrasi hakkından yararlanmalıdır. Sanıldığının aksine kitleler yönetmeyi öğrenemeyecek kesimlerden meydana gelmez; aksine onlar yönetmekten uzaklaştırılmış, uzak tutulan, yönetilmeye muhtaç kılınmış kesimlerdir. Bundan kurtuluş için gerekli ilk şart egemen sınıfların arenalarındaki sandıkların halkın yönetme umudunun kilitlendiği sandıklardan ibaret olduğunu anlatmak, bu gerçekliği deşifre etmektir. Bunun için yapılması gereken de halkın iktidarlaşacağı alanlar, üsler, koşullar, örgütlenmeler yaratmaktır. Sandıklara kilitlenen kitlelerin yönetme eylemi bu şekilde gerçekleşme fırsatı yakalayacaktır. Mücadeleyi bu içerikte güçlendirmek üzere boykot tavrını ve hareketini geliştirelim…