[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Büyük iki depremin ardından halkımızın yardımına koşmak kuşkusuz devrimci olmanın, devrim için olanaklar yaratma sorumluluğunun da bir gereğiydi. Binlerce gönüllü deprem bölgesine doğrudan veya salt yardım amacıyla gitti. Çok değerli bu eylemin bizim açımızdan eksik bir eylem olduğu veya olacağı açıktı. Çünkü bizim için depremle gündemleşen bir halka yardım sorunu yoktu; sadece depremle daha yalın, çıplak, reddedilemez bir duruma gelmiş yardım olgusundan bahsedebilirdik. Depremden önce de halkımızın en temel çıkarlarının ve haklarının baskı altında tutulduğunu, en gerici sınıfların ve üretim ilişkilerinin altında ezildiğini, en gerici yönetim aygıtlarıyla ve uygulamalarıyla yönetildiğini biliyorduk. Depremler sonrasında bu gerçeklerin birer tokat gibi bunları inkâr edenlerin yüzünde patlaması bizi şaşırtmadı. Bu koşullarda nasıl düşündüğümüz ve davrandığımız, nasıl hareket ettiğimiz özel bir tartışmaya değerdir.
Öncelikle çok zorlu koşulların etkisine dikkat çekmeliyiz. Zor koşullar genellikle en temel özelliklerimizi, karakterimizi ele verir. Kuşkusuz sadece bizim değil, tüm öznelerin temel özellikleri, karakteri zor koşullarda belirginleşir.
ZOR KOŞULLARDA SORUMLULUK BİLİNCİ
Halkımız yaşanan büyük depremlerin ardından bugün çok daha büyük zorluklarla karşı karşıyadır. Ekonomik krizin yarattığı pahalılık iğneden ipliğe her şeyin fiyatının artmasına, iaşeden barınmaya her alanda yaşamın zorlaşmasına neden olmuşken depremlerle oluşan yeni durum halkımızı daha büyük açmazlara sürüklemiş durumdadır. Bu sorun egemen sınıfları da kuşkusuz zorlayacak bir sorundur. Saltanatlarını sonuç olarak halkın rıza gösterdiği koşullar altında sürdürmekte olanlar halkın rızası alınamadığı durumda saltanatlarını eskisi gibi sürdüremezler. Bu çürümüş ve zorbalığa zorunlu sınıflar her türlü aracı kullanarak ekonomik ve siyasi güçlerini korumakta ısrar edeceklerdir. Ne var ki bu gerçeklik aralarındaki güç savaşını derinleştirecek sorunların varlığını ihmale neden olmayacaktır. Depremler ekonomik koşulları her bakımdan geriletecektir. Sadece yıkımla gerçekleşen bir gerileme değil söz konusu olan, gerileme yıkımla başlamıştır ve artarak devam edecektir. Çok geniş bir bölgenin üretimi darbe yemiştir ve bu bölgenin pazar işlevi önemli derecede daralmıştır. Kimileri hatırı sayılır bir kaynakla şehirlerin yeniden kurulabileceğinden söz etmektedir. Strateji ve vizyon fukarası bu iddia sahipleri şehirleri binalardan, yollardan, köprülerden vs. ibaret gören cahillerdir. Bu şehirlerin önemli bir birikimi barındırdıklarını, en başta insan olmak üzere canlı gücünü taşıdıklarını, dolayısıyla büyük bir gelecek yükünü taşıdıklarını ihmal eden bu cahiller şehirleri var edenin insanlar, yani halk olduğunu kavramayan bir zümredir. Özetle önümüzdeki yılların zorlu yıllar olacağını uzun zamandır söylediğimizi hatırlatarak bu zorlu yılların şimdi daha da yakın olduğunu ve boyutlandığını söylüyoruz. Bütün çalışmalarımız, yaklaşımlarımız, hazırlıklarımız bu nedenle daha bir önem kazanmıştır.
Sadece ülkedeki şartlar ağırlaşmış değildir. Tüm dünyada koşullar büsbütün ağırlaşmış durumdadır. Yalancı baharların, ekonomide kimi zaman estirilen sıcak rüzgârların sonuna geldiğimizi hatırlatan gelişmeler yaşanmaktadır. Ukrayna işgali ile ABD’ye açık bir tavır geliştiren Rusya’dan sonra Çin de son dönemdeki kamplaşmalarda yer tutmaya başlamış görünmektedir. Çin ile ABD arasında bir süredir yaşanan gerilim farklı olaylarla birlikte sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Ukrayna’da Rusya’nın işgali ile başlayan savaş koşulları Avrupa’yı da son dönemde Çin’i de içine çekmektedir. Almanya’nın tanklarla dahil olduğu savaş koşullarına Çin de Rusya’ya sağladığı silah desteğiyle dahil edilmek istenmektedir. Şunun altını çizmek gerekir ki içinde olduğumuz koşullar hiçbir büyük gücün girmekte imtina edebileceği koşullar değildir. Çin her ne kadar “iç işlere müdahale etmeme” politikasıyla sürecin dışında kalacağını ima eder olsa da egemen devlet olma özelliğinin dünyada söz sahibi olmaktan geçtiğini bilir ve bu koşullardan imtina edemez. Rusya ile ilişkileri bunun bir sonucudur. ABD’nin dünya üzerinde belirleyici güç olma özelliğini korumak adına attığı her adım Çin için tehlikelidir ve bu tehlikeli adımlara Çin kaçınılmaz olarak hazırlanacak ve yer yer de yanıtlar verecektir. Rusya ile Çin ilişkilerinin kaynağı budur. Hakeza Çin’in Avrupa ile ilişkileri de benzer bir içeriğe sahiptir. Sonuçta Çin “devletlerin iç işlerine karışmamakla” birlikte onları kendisiyle beraber hareket etmeye zorlayacak bir politika izleyecektir. Pandemi sürecindeki “tedarik zincirlerinin kırılması”na verdiği tepkiler bunun göstergesi olmuştur. Konteynerler üzerinde yegâne söz sahibi ABD Çin’in hammadde kaynağı özelliğini sadece bir süre engelleyebildi. Bir süre sonra Çin Avrupa’nın ihtiyaçlarını daha büyük hamlelerle giderdi ve önüne konan engeli kolaylıkla aştı! Çin ve Rusya’nın ABD merkezli ekonomik sistemin çöküşüne kapsamlı bir hazırlık içinde oluğunu gösteren işaretler belirttiğimiz olaylarla sınırlı kalmadı, yeni olgular da bunu doğrulamaktadır.
Bu gelişmeler göstermektedir ki ülkemizdeki depremlerin neden olduğu yeni koşullarda halkımızın yaşamak zorunda kalacağı zorluklar uluslararası alanda tüm halklar için de mutlaka farklı biçimlerde ama gene de geçerli olacaktır.
Uluslararası durumda halklar aleyhine ciddi sorunlar, açmazlar yaratacak gelişmelere gebedir. Bu süreçte devrimci sorumluluk üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Devrimci sorumluluk gelişmelerin nesnel değerlendirmesini yapmakla ilgili olduğu kadar proletaryanın sınıf çıkarları açısından konumlanmayı ve hareket etmeyi de gerektirir. Emperyalizmin ve tüm iş birlikçilerinin kapitalizmin gelip dayandığı açmazlar içinde saldırganlaşacağı tarihsel bir gerçekliktir. Bir süredir bunların yaşandığı da bir gerçektir. Sorumluluklarımızın bilincinde olmak bu sürecin içinde olduğumuzun farkındalığıyla bire bir ilintilidir. Savaşmaya mecbur olduğumuzu fark etmekten söz ediyoruz. Egemenlerin ve kurdukları tüm sistemin sunduğu çeşitli “olanakları” sonsuz görenler için yeni koşullar meydana gelmektedir. Sorumluluklarımızın bilinci tam da bu yeni koşulların doğru biçimde izlenmesi ve değerlendirmesi ile biçimlenecektir.
KADER DEĞİL, DEVLET GERÇEKLİĞİ
Zorlu koşullarda nasıl davranacağımızın önemli olduğunu bu deprem şartlarında deneyimledik. Bu deneyimin tartışılması sürecinde en dikkat çeken husus inisiyatif ve esneklik konularındaki problemlerdir. Öncelikle şunu unutmamalıyız: bu konular bilimsel bir yöntemle değerlendirilmelidir. Bilimsel yöntemden mahrum değerlendirmelerin ilkelere dayalı tartışmaları olanaksızlaştıracağı açıktır. Temel konusu, taşıdığı somut sorunlar ve içerdiği olgular açık olan bir konuda her şeyi “önemli” kılarak tartışmak süreçte ne yaptığını bilmemekle ilgilidir. Devlet nezdinde yapılan tartışmaların ve hatta müdahalelerin bu içerikte olduğunu görüyoruz. İktidardaki güçler başarısızlıklarını “kader planı” kavramı içinde tartışmak isterken bunun uç bir biçimini gösterdiler. Bu düzenin muhalefeti olmaktan ibaret güçler de “iktidardakilerin plansızlığı” kavramına kilitlendiler. Biliyoruz ki bu iki yaklaşım da sahiplerinin durduğu noktanın, sınıf mücadelesindeki yerlerinin, halkla olan ilişkilerinin doğal sonucudur. “Kader planı” denen şeyin insanın doğa karşısında, toplumun yaşadığı koşullar karşısında biçare, zavallı olduğu inancını içerir. İnsanın tüm yaratıcı ve dönüştürücü yeteneklerini doğaüstü bir kaynağa bağlayan bu anlayış somut gerçekliğin tasavvur edilmiş gerçeklik olduğuna inanır ve insanı gelişen, ilerleyen, tüm doğayı ve evreni her seferinde bir adım daha ileride kavrayan bir özne olarak değil zaten bilineni, sınırları çizilmiş, ölçülmüş biçilmiş olanı anlamakla sınırlı bir belirlenmiş bir özne olarak kavrar. Bu yaklaşım iktidar yeteneğini insanda değil doğaüstü güçte kabul eder ve insanı da ancak bu gücün kontrolüne tabi olduğunda olumlar. Aksi durumda iktidarın başıboş bırakılmış bir alan olduğuna inanır ve bu başıboşluğa şiddetle karşı çıkar. Günümüz iktidarlarının hemen hepsinde bu anlayışın etkin olduğunu görebiliriz. Kuşkusuz bu anlayış her devlette açıktan savunulmaz veya dile getirilmez. Bu anlayış çok farklı biçimlerde gerçekleşir. Hepsinin birleştiği nokta iktidarın halkın elinde olması düşünülemez bir güç odağı olduğudur. Hepsinde halkın bu gücü ele geçirmesinin önünde çok ciddi engeller vardır. Devletin kendisi, tüm aygıtlarıyla bu gücün halkın eline geçmesine engel olmak üzere konumlanmıştır. Depremlerde yaşanan çok ciddi problemlere ve çözümsüzlüğe halkın verdiği tepkinin iktidarda hiçbir karşılık bulmamasında bu anlayış belirleyicidir. Devlete yönelik “ciddi” derecelerde dile gelen hoşnutsuzluk onun yerine başka bir şey koymaya heves içerdiği için uyarıcı olmuştur. Devletler zor anlarda kaçınılmaz olarak bu tepkileri defalarca vermişlerdir ve bundan sonra da vereceklerdir. Dolayısıyla bu anlayışın burjuva devlet aygıtının, halk düşmanı tüm iktidar aygıtlarının özündeki anlayış olduğunu bilmek gerekir.
Muhalefette somutlaşan anlayış bu özden azade olmamakla birlikte andaki iktidarla olan çıkar çatışmalarından ötürü bir nebze farklıdır. Muhalefetten gelen iktidar eleştirisinin somutlaştığı aynı sistem içinde onun yerinde kendini görmek istemesinden ibarettir. Düzenin esasen korunmasıyla birlikte halkı gene aynı çıkarlar etrafında yönetmeye istekli bu tür muhalefetin halkın öfkelenmesini, örgütlenmesini, kendinde bir iktidar gücü görmesine vesile olan plansızlığı sorun etmesinin temelinde bu vardır. Muhalefet sözcülerinin açıklamaları bu gözle incelendiğinde önümüze çıkanın halkın iradesinden duyulan endişe olduğu görülecektir. Kılıçdaroğlu, Akşener, Babacan iktidara halkın çıkarları açısından seslenmiyorlar, bunun tam aksine ona gene egemenlerin çıkarları açısından sesleniyorlar. En zorlu koşullarda, çok ciddi saldırılarda, en temel hakların savunulmasında veya kullanılmasında halkın aktif rol almasına ısrarla karşı çıkmaları, mücadeleyi kendi sözlerinden ibaret kılan politikalarıyla onlar egemen sınıfların çıkarlarına tam biat eder durumdalar. Birbirleriyle olan çatışmalarından hareketle iktidara karşı muhalefete küçük bir yönelim içinde olmak dahi halkın çıkarlarına sırtını dönmektir.
“Kader planı” ya da “iktidardakilerin plansızlığı” ikisi de özde halkın dışlandığı iktidar bilincinin ürünüdürler. Oysa çok zorlu koşullarda reddedilemeyecek yegâne şey halkın gücüdür. Devlet varlığını hissettiremediği anda halk zor koşullarda en büyük dayanışmayı, fedakârlığı, örgütlenme becerisini göstererek bunu ispatladı. Bunu halklar tarih boyunca ispatladılar. İktidar gücünü halka layık görmeyenlerin ihmal ettiği en temel gerçeklik tarihteki tüm yöneticilerin nihayet halkın rızasını almış olmalarıdır. Sorun bu ilişkinin aldığı biçimdir. Halkı ikna etmemiş hiçbir iktidar egemenlik kurmakta başarılı olamamıştır. Bununla birlikte halklar iktidar biçimlerinin her ilerlemesinde, gelişmesinde yönetimde daha fazla roller de almışlardır ve bu süreç ve halkı rolü de gelişmektedir. Bu bilimin halkın bilincinde yer etmesi, halkla bilim arasındaki bağın sınıf mücadelesinin her ileri aşamasında güçlenmesi olarak kavrayabileceğimiz bir süreçtir. Nihayetinde proletaryada somutlaşan halk kesimi bilimle tam uyumludur. Bilim geliştikçe halkın da onunla uyumu artmıştır. Bugün MLM olarak tanımlanan bilim tam da halkların çıkarlarının gerçekleştirilmesinin aracıdır. Bilimsel olanla halkın çıkarlarının uyumu insanlığın sınıf mücadelesindeki bu son safhasının ürünüdür. Geçmişte bilimin yetersizliği ve halklarda somutlaşan “dar çıkarlar” bu ikisi arasındaki uyumsuzluğun nedenidir. Bugün zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların zorunlu oldukları bilimsel hareketten, proletaryanın sonuna kadar devrimci hareketinden söz etmemizin nedeni de bu uyumdur. Proletaryada somutlaşan sınıf çıkarları tüm insanlığın, insanın gelecek dünyasının çıkarlarıdır. Bundan ötürü egemen burjuva sınıfların devletlerinde somutlaşan kader planı veya iktidardakilerin plansızlığı kavramları proletarya iktidarında yönetim biçimlerini belirleyen kavramlar olamazlar. Burada temel alınacak kavramlar inisiyatif ve esnekliktir. Proletaryanın çıkarları inisiyatifin halkta olduğu ya da halkın çıkarları içinde belirlendiği ve esnekliğin de belirleyici rol aldığı yönetim biçimidir. İktidarın plansızlığı da kader planı için de burada bir yer yoktur.
Çalışmalarımızda, devrim hareketimizde de bu iki kavramın yeri çok önemlidir. Kendimizi değerlendirirken inisiyatife ve esnekliğe özel bir önem vermemiz gerekir.
KOŞULLARIN BİLGİSİYLE İNİSİYATİF
“Genel sorunlarda yani strateji sorunlarında, faaliyetlerin uyum içinde yürütülmesini sağlamak için alt kademeler üst kademeler rapor vermeli ve onların talimatlarına uymalıdırlar. Bununla birlikte merkezileşme bu noktada durmalıdır. Bu sınırları aşmak ve bir harekât ya da muharebe için alınacak özel önlemler gibi ayrıntılarda alt kademelere müdahale etmek aynı şekilde zararlıdır. Çünkü böyle ayrıntılar, zamana ve yere göre değişen ve daha üst düzeydeki komutanlığın bilgisi dışında olan özel koşulların ışığında çözülmelidir. Harekât ve muharebelerde ademi merkezileştirilmiş komuta ilkesi ile kastedilen budur.” (Mao Zedung, Cilt 2, s. 111)
Merkezi olmanın, merkezileşmenin proletaryanın devrimci hareketindeki önemine yaptığımız vurgular hatırlanıyordur. Komünist partisinin rolünü açıklarken yoğunlaştığımız merkezileşme veya merkezi olma kavramlarının önemine Mao yoldaştan yaptığımız alıntıdaki ilk cümlede dikkat çekiliyor. Bunun hemen devamında Başkan Mao onun sınırını da belirtiyor. Neden bir sınır koyduğunu da hemen devamında açıklıyor. Çünkü, merkezi olanın bilemeyeceği, onun bilgisi dışında kalan özel koşullar da söz konusudur. Bu özel koşullar hakkında bilgili olanın ya da bilgilenme olanağına sahip olanın söz hakkı olmalıdır. Esneklik bu koşulların varlığını temel alır. Bu noktada inisiyatif veya merkezi irade esneklik biçiminde gerçekleşme olanağı bulur. Ne yapacağını bilmek, hedefi belirlemiş olmak, yönteme uymak, bütünün çıkarlarına tabi olmak esnekliğimizin kıstaslarıdır. İnisiyatif kazanmanın temel koşullarından biri bunun somut koşullarda gerçekleştirilmesidir; yani esnek olunmasıdır.
Elimizdeki temel olanağın, yöntemin ve örgütlenmek için gerekli politikanın varlığı inisiyatifimizin özüdür. Doğru bir politika halk içinde başarılı biçimde hareket etmemizin olanağını veren politikadır. Halkın çıkarlarını içeren, bunları gerçekleştirme olanağı sunan politikalar halk içinde hareket ederken bize çok yönlü olanaklar ve fırsat sunar. Genel bir politika belirledikten sonra bunun yerel alanlarda alacağı biçimleri belirlemek tamamen yerelin koşullarında olasıdır. Bu nedenle yereldeki çalışmalar genel politikanın bir tezahürü olmakla birlikte kendine has olacaktır. Yerelle sınırlı, bütüne tabi olmayan, bütüne hizmeti içermeyen bir yerel çalışmanın asla sınıfın inisiyatifini karşılamayacağını da unutmamalıyız. Sınıfın inisiyatifi yukarıda değindiğimiz gibi bilimle uyumludur ve bilim evrenseldir. Yerele sıkışmış, bilimi yerelin çıkarına indirgemiş bir yaklaşımın sınıf çıkarına hizmet edemeyeceği açık olmalıdır. Halk içinde hareket etme olanağı veren politikanın esnekliği aynı politikanın yerele göre biçimlenmesidir. Dolayısıyla yereldeki hareket biçiminin genel hareket biçimiyle uyumsuzluğu oradaki esneklikte somutlaşan inisiyatifin doğru bir inisiyatif olmadığını gösterir.
Depremin sonuçlarına karşı yürüttüğümüz çalışmalarda inisiyatifin kısa zamanda oluştuğu ama bunun yerelde alacağı biçimler konusunda bir derecede zorlandığımız bir gerçektir. Bu zorlanma kaçınılmazdır. Öncelikle “kendi politikamız” çerçevesinde hareket ettik. Tabi olmayı esasen reddettik. Bu da daha dar olanaklarla ama daha serbest hareket etmenin yolunu açtı. Bunun doğru bir yaklaşım olduğu su götürmezdir. Kaçınılmaz zorlanma burada kendini gösterdi. İçine girdiğimiz koşullar birçok bakımdan özeldi ve özel bilgi gerektirirdi. Bilindik veya genel politika ile sınırlı kalınamazdı. Öyle davranılsaydı hareket edemez duruma gelinirdi. Özel koşulların bilgisi geliştikçe inisiyatif için olanaklar da oluşmaya başladı. Bir süre sonra esnekliğin ödülü olan inisiyatifli hareketin ayrıcalığı elde edildi. Pasif olmayan, olabildiğince kitlelere giden ve kendini anlatabilen bir gelişme sağlandı. Bu tarzın Mao yoldaşın sözünü ettiği tarz olduğu açıktır. Bunun doğru teori temelinde açıklanması ve geliştirilmesi gerekir.
Çalışmalarımızı bu gözle, en ayrıntısına kadar değerlendirmek, eleştirmek özel önem vereceğimiz işlerden olmalıdır.
Önümüzdeki yılların içerdiği sorunların devasa büyüklükte olduğu artık bir sır olmaktan çıkmalıdır. Birey ya da grup temelindeki sorunlarımızın, açmazlarımızın, beklentilerimizin yerini sınıfın karşı karşıya bulunduğu bu devasa sorunlar almalıdır. Çünkü ancak bu yer değişikliği kişiliğimizi, sorunlarımızı hatta açmazlarımızı doğru tanımlamamıza olanak verecektir. Doğru tanımlar yapmak doğru bir çizgide ilerlemek, devletlerin neden olacağı zorluklara rağmen aynı doğru çizgide sebat etmek etmek için ilk adımdır. Devrim için yürümenin şartlarından biri budur. Devletlerin karakterinin zorlu koşullarda en açık biçimde açığa çıkacağı ortadadır. Özelde yaşadığımız deprem felaketinde faşist devletin kimin için devlet olduğu nasıl açığa çıktıysa uluslararası düzeydeki zorlu koşullarda devletlerin de kimlerin devleti olduğu yüzlerindeki çeşitli türden maskeleri düştükçe göreceğiz. Bu koşullara daha güçlü biçimde hazır olmak için devlet hakkındaki Marksist teorinin kavranması ve proleter hareketin büyük zaferler için dayanmak zorunda olduğu ilkelerin içselleştirilmesi zorunludur. Çalışmalarımızda beliren doğru ilkeleri, doğru çalışma tarzını sağlamlaştırmak için daha sıkı tartışalım ve daha sıkı örgütlenelim…