20 yıllık AKP hükümetinin egemenler açısından, TC tarihinin en başarılı hükümetlerinden birisi olduğu ortadadır. Geride kalan 20 yılda tüm olanaklarıyla demokratik mücadeleyi önemli ölçüde bastıran AKP’nin aynı zamanda neo-liberal ekonomi politikalarını en hızlı hayata geçiren hükümet olduğu da açıktır. Bahsi geçen dönemde TC tarihinin en büyük özelleştirmelerini yapan, 4857 Sayılı İş Kanunu ile esnek istihdam biçimlerini yasalaştıran ve hem kamu sektöründe hem de özel sektörde bu istihdam biçimlerini uygulamaya başlayan, SSGSS yasası ile mezarda emeklilik uygulamasını yasalaştıran, yap-işlet-devret projeleriyle kamu kaynaklarını, yasal düzenlemelerle kamu arazilerini hızla sermayeye peşkeş çeken, sendikal örgütlülükleri parça parça tasfiye eden, özetle yoğun baskı ve tutuklamalarla tüm muhalif kesimleri sindirmeye çalışan ve geniş kitlelerle sınıf mücadelesinin bağını koparma konusunda azımsanmayacak bir başarı da elde eden AKP hükümetinin son dönemde ciddi bir sınav verdiği de ortadadır. Göreli ekonomik istikrar söyleminin altının en fazla boşaldığı bu dönemde, AKP hükümetinin ciddi bir kaynak arayışında olduğu da açıktır.
Son dönemde bu kaynak sıkıntısı nedeniyle Erdoğan’ın daha önce “katil” sözü ile eleştirdiği Suudi Arabistan’la SWAP anlaşması peşinde koştuğu, bu kapsamda da Kaşıkçı Davası’nı ülke içinde kapatması oldukça dikkat çekti. Daha öncesinde benzer bir durumu Birleşik Arap Emirlikleri ile de yaşayan Erdoğan hükümetinin ilkesel (!) bazı politik söylemlerinden vazgeçmesinin arkasında bu ekonomik çıkmaz olduğu açıktır.
Gelirler politikasında neo-liberal ilkelerden asla taviz verilmeyen bu dönemde para politikasının bunun aksine uygulanması, popülist bir siyasal politikanın ötesinde, kriz döneminde enflasyonun sabit gelirlilerin aleyhinde kullanarak aslında gelirin yeniden paylaşılması amacını da taşımaktadır.
Ekonomik alanda bir ülkenin dış ilişkilerini gösteren ödemeler bilançosunun, dış ticaret performansını ölçen cari işlemler hesabının, bu yıl başı itibariyle son 4 yılın zirvesi olarak 7,11 milyar dolarla rekor seviyelerde açık vermesi özellikle dış kaynak ihtiyacının boyutunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Dış açık verisinde önemli olan diğer konu da dövizin aşırı değerlendiği bu son dönemde yüksek kur politikasının dahi ihracatı istendiği kadar artırmadığı ve dış açığı kapatmak bir yana rekor düzeyde açık verilmesini engelleyemediğidir. Buradan çıkan temel sonuç, enerji başta olmak üzere birçok sektörde dış kaynak bağımlılığı yaşayan Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu krizin artık yönetilemeyecek derecede kritik bir noktaya geldiğidir.
TCMB’NİN CILIZ HAMLELERİ
Dünya genelinde enflasyonla mücadele kapsamında merkez bankaları faiz artışlarına giderken 2021 yılında faiz indirimleri yapan TCMB, bu sene daha çok politika faizini sabit tutma şeklinde bir yaklaşım benimsemektedir. Yüksek enflasyona karşı sözde düşük faiz uygulaması ise sadece mevduatlarla sınırlı kalan, yanılsama içeren bir parasal politika enstrümanı olarak tek başına döviz kurunun değerlenmesine yol açıyorken kredi faizlerinin oldukça yüksek seyretmesi, düşük faiz söyleminin aslında gerçek olmadığını göstermektedir. Öte yandan bu yüksek faiz gerçeği, kredi ihtiyacı altında ciddi gelir sıkıntısı yaşayan halkın ödediği bedeli önemli ölçüde artırmaktadır. Yani mevduatlar için düşük, negatif faiz (enflasyon oranının çok altında) uygulanırken kredi faizlerinde böylesi bir düşüklük yaşanmamakta hatta ciddi artışlar gözlemlenmektedir. Uygulamada iki faiz oranı arasındaki makasın açılması ise banka sermayesinin daha da şişmesine neden olmaktadır.
Enflasyonun rekor seviyelerde seyrettiği gerçeğine karşı para politikasının, neo-liberal makro iktisadi anlayışın dışında “irrasyonel” olarak kurulması karşımıza sürekli para arzı yoluyla da artık dizginlenmesinin pek mümkün olmadığı bir ekonomik süreç çıkarmaktadır. Fiyatların neredeyse günlük-haftalık artış gösterdiği bu süreçte sabit gelirlilerin aynı oranda yoksullaşması kaçınılmaz olmaktadır. Temel gıda, enerji ve konut sektörü başta olmak üzere yaşanan fiyat artışları, sabit gelirlilerinin yıl başında aldıkları rekor (!) zamların da erimesine neden olmuştur.
Krizin kendi seyri içerisinde Merkez Bankası rezervlerinin hızla tükenmesi, son yıllardaki en düşük seviyelere düşmüş olması ve süreklileşen SWAP arayışları, durumun aslında bir iflas olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak bu iflasın ertelenmesi prensibine dayalı olarak alınan geçici önlemler ve daha sonra bedeli ödenecek anlaşmaların dayandığı “tükürdüğünü yalama” manevraları egemenler cephesindeki panik havasını da yansıtmaktadır.
Panik havasının boyutunu gösteren iki iddia ise dikkat çekicidir. Bunlardan ilki, Merkez Bankası’nın çeşitli işletmeleri arayarak döviz satmaları talebinde bulunmasıdır. Bu çaresizlik, aslında döviz kurundaki aşırı değerlenmenin artık hiçbir şekilde kontrol edilemediğini göstermektedir. Geçtiğimiz haftalarda halka sürekli dolar satma çağrısında bulunan egemenler cephesi döviz kıtlığı nedeniyle artık her yola başvurmaktadır. Öte yandan bankanın en önemli kaynakları arasında yer alan altın rezervlerinin bir kısmının da İngiltere’de satıldığı iddiası panik havasını yansıtan tüm gelişmelerle paraleldir, uyumludur. Bu iddianın doğruluğu konusunda genel bir hemfikirlik olduğunu söylemek mümkün. Merkez Bankası’nın rezervlerinin son iki yıldır önemli ölçüde eridiği artık toplumun tüm kesimleri tarafından duyulan ve bilinen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. TCMB’nin altın rezervlerinin bir kısmına ev sahipliği yapan İngiltere Merkez Bankası’ndan yabancı bir bankanın, düşük seviyeden altın sattığı iddiası, bu bankanın TCMB olduğu iddiasını akıllara getirmektedir. Kaynak ihtiyacı açısından ciddi açmazda olan TCMB’nin rezerv altınlarını satmış olması ihtimali, krizin boyutunu göstermesi açısından kritik bir gelişmedir.
TURİZM YİNE HEYECANLANDIRIYOR!
Türkiye ekonomisi açısından özelde bir diğer sıkıntı da önemli bir gelir kaynağı olan turizm sektörünün reel durumu ve beklentilerde ortaya çıkan karamsarlıktır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi ödemeler bilançosunda ortaya çıkan rekor açığın kapatılması açısından döviz girdisi stratejik bir yerde durmaktadır. Dış açığın büyümesi Merkez Bankası rezervlerinin hızla erimesine ve dış kaynak ihtiyacının artmasına neden olmaktadır. Bu ihtiyaç geçtiğimiz yıllarda, SWAP anlaşmaları dışında turizm sektörü aracılığıyla karşılanıyordu. Ancak Covid-19 salgını ve sonrasında yaşanan ekonomik dalgalanmaya ek olarak Rusya’nın Ukrayna işgali ile turizm sektörü açısından da senaryonun değişmesi kaçınılmaz oldu.
2021 yılında 4,5 milyonun üzerinde bir sayıyla Türkiye’ye en çok turist gönderen ülke olan Rusya’dan beklentilerini karşılamakta zorlanan Türkiye’nin, sektörün geleceğinden çok döviz kaynağı açısından sorun yaşayacağını söyleyebiliriz. Burjuva-feodal medya ise Rusya cephesindeki her gelişmeyi büyük bir umutla servis ederek beklentiyi yükseltmeye çalışmaktadır. Son dönemde Rusya’nın kendi halkına rubleye yönelme tavsiyesinde bulunmasını Rus turist geleceği iyimserliğiyle değerlendiren yaklaşımın arkasında, aslında ciddi bir mali açmazın yaşandığının itirafı olduğu açıktır.
DÜNYA ÇAPINDA TEDARİK ZİNCİRİ KRİZİ
Türkiye ekonomisinin yaşadığı sıkıntılı süreç, dünya genelinde de fazlasıyla kendisini hissettirmektedir. Global düzeyde enflasyonun önemli bir sorun olarak kendisini hissettirmesi, ABD’de yüksek enflasyona karşı Amerika Merkez Bankası olan FED’in faiz artışları aracılığıyla sıkı para politikası önlemlerini uygulamaya başlaması, endişenin de yayılmasına neden olmaktadır. Bu karar, dünya genelinde doların değer kazanmasını ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin ithalat yapmakta zorlanmalarını beraberinde getirmektedir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonucunda NATO ile yaşadığı gerilim, Rusya’nın doğal gaz ihracatını kısıtlamasına neden olmuştu. Geçtiğimiz haftalarda doğal gaz arzında yaşanan sıkıntı ile doğal gaz fiyatlarında ve domino etkisi ile enerji sektöründeki diğer fiyatlarda da önemli artışlar yaşandı. Çok boyutlu bir krizin ortasında reel sektör açısından stratejik bir yerde duran enerji sektöründe yaşanan bu darboğaz kolay kolay geçecek gibi görünmüyor.
Son süreçte Hindistan’ın buğday ihracatına yasak getirmesi ve önemli buğday ihracatçısı konumunda olan Ukrayna’nın işgal edilmesi, diğer ihracatçı ülke olan Rusya ile Batı arasında da gerilim yaşanması, buğday fiyatların da tıpkı enerji sektöründe olduğu gibi rekor düzeyde artış göstermesine neden oldu. Mali oynaklığa ek olarak tüm dünyada ciddi bir kıtlık tehlikesi korkusu yaşatan bu gelişmeler, yukarıda bahsetmeye çalıştığımız endişenin boyutunu göstermektedir.
Bu korkuyu derinleştiren diğer bir gelişme ise Çin’in Covid-19 salgını kapsamında “sıfır vaka” politikası ile hayata geçirdiği karantina önlemleri sonucunda tedarik zincirinde yaşanan ciddi aksamadır. Karantina önlemleri sonucu Şanghay limanına yaklaşmak isteyen gemilerin oluşturduğu sıra, rekor düzeylere ulaşmakta ve küresel düzeyde önemli aksamaları tetiklemektedir.
Birbiri üzerine eklenerek yaşanan krizin etkisini daha da artıran bu gelişmeler, özellikle ekonomik kırılganlıklarıyla dikkat çeken ülkelerde tsunamiye yol açmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Sri Lanka özgülünde krizin yarattığı tahribat halkın ödediği faturanın giderek artmasına sebebiyet verdi. Tarihinde ilk kez vadesi gelen 78 milyon dolarlık borcunu ödeyemeyen ve temerrüde düşen ülkede, temel gıda maddelerine ve enerjiye ulaşmak giderek zorlaşmakta. Yüzde 30 enflasyonla ve fiyat artışlarıyla başa çıkamayan halkın özellikle elektrik kesintileriyle zorlu günler geçirdiği görülüyor. Krizin tavan yapması ile birlikte mart ayının son günlerinden bu yana artan protestolara karşılık ordunun göreve çağrılması ve halka ateş etme emri verilmesi de ayrıca dikkat çeken gelişmeler oldu.
Ülke genelinde yaşanan kıtlık, sadece gösterilerde değil; gıda ve yakıt kuyruklarında dahi insanların öldüğü bir tabloyu karşımıza çıkarmış durumda. Ülkenin ekonomik kırılganlığı ise küresel düzeyde emperyalist güçler arasında gerilimlere de neden olmaktadır. Örneğin, Sri Lanka’nın Çin’e olan borçlarının yeniden yapılandırılması talebi Çin hükümeti tarafından muallakta bırakıldı. Bu gelişmenin arkasında ise Çin’in yayılma planlarının olduğu iddiaları öne sürülmektedir. Öte yandan Hindistan ve Dünya Bankası ülkeye kredi vermeyi kabul ederek adeta ellerini ovuşturmaktadır.
Dünya genelinde yaşanan ağır krizin derinleşmesi, tüm bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere kaçınılmaz görünüyor. Küresel krizin kontrol edilmesi, mevcut ekonomi politikalarıyla ve neo-liberal yaklaşımla elbette ki çözülemeyecektir. Bu kaotik durumun ortasında dünya genelinde emekçilerin ödeyeceği bedelin de artacağı açıktır. Ülkemizde de görüldüğü gibi geniş emekçi kesimlerin toplam gelirden aldıkları pay hızla erimekte, alım güçleri görülmedik oranda düşmektedir. Her bir ülkenin özgün koşullarına bağlı olarak bu durumun emekçiler cephesinde kimi tepkilere dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Emeğin siyasal bilinci ve örgütlülük düzeyi, bu her bir gelişmenin gelecekteki rotasını da belirleyecektir. Egemenler özellikle ülkemizde her şeye rağmen bu düzeydeki bir sömürü ve yoksulluğu yönetebilmekte ve tepkileri baskılayabilmektedir. Bunu, egemenlerin başarısından ziyade emeğin örgütsüzlüğüne ve siyasal bilinç düzeyindeki geriliğe bağlamak yerinde olacaktır. Bu bilinç ve örgütlüğü artırmak, kitle çalışmalarını yoğunlaştırmak günümüzün yakıcı ihtiyacını oluşturmaktadır. Zira bu, kitle hareketlerini inşa etmenin de ona hazırlanmanın da temel kuralıdır.