Lübnan’da gözaltına alınan ve 13 Mart 2018’den 28 Ağustos 2018’e kadar Türkiye’de işkence gören Ayten Öztürk, 6 ay boyunca yaşadıklarını ve mahkeme sürecini gazetemize anlattı.
YENİ DEMOKRASİ: GÖZALTI VE İŞKENCE SÜRECİNİ ANLATABİLİR MİSİNİZ?
Ayten Öztürk: Ben Ayten Öztürk, uzun süredir yurtdışında yaşıyordum. Geçmişte çok kez gözaltına alındım. Son süreçle beraber yaklaşık 13,5 yıl tutsaklık yaşadım. Bu süre zarfında yargılandığım çok sayıda dosya vardı. Suriye ve Lübnan’da bulundum. Lübnan’dan başka bir ülkeye geçerken gözaltına alındım. 6 gün Lübnan’da gözaltında kaldım. 6 günün sonunda Türkiye elçiliğinden bir kişi benimle görüşmek istedi. Aynı günün akşamı Lübnanlı asker ya da polisler tarafından ellerim kelepçelenip başıma çuval geçirilerek havaalanına götürüldüm. Kör bir noktada başka birilerine teslim edilip uçağa bindirildim ve Türkiye’ye getirildim.
İşkence süreci böylelikle başlamış oldu. Uçaktan indirilip bir yere götürüldüm. O yere girer girmez saldırgan tavırlar başladı, Türkçe konuşuyorlardı. İlk olarak çırılçıplak soyup hücreye attılar ve başka giysiler getirip giymemi istediler. Kısa bir süre sonra sorgu süreci başladı. İlk zamanlar psikolojik işkence yapıyorlardı. Açlık grevi yapıyordum, hiçbir şey yemedim. Bu psikolojik işkence yaklaşık 3 ay sürdü. Her gün böyle beni alıp “bizi devlet görevlendirdi, seni tanıyoruz, elimizde senle ilgili bilgiler var” diyorlardı. Oradan çıkışın olmadığını istedikleri kadar beni orada tutabileceklerini, kendilerine sınırsız yetki verildiğini söylüyorlardı. Ben her seferinde konuşmayacağımı söylediğim için geri götürüyorlardı. Yaklaşık 25 gün boyunca ellerim arkadan kelepçeli ve gözlerim bağlı şekilde bir hücrede tutuldum. Ellerim arkadan kelepçeliyken oturmak ve uzanmak mümkün değildi. Bir süre sonra orada çok uzun süre orada kalacağımı anladım. Ve buna göre kafamda bir program yaptım. Onlar bana yapacakları işkenceyi planlarken ben de günümü planlıyordum. Ne zaman ne düşüneceğimi, ne üreteceğimi, nereden güç alacağımı, bunları kafamda planladım. Bir süre sonra konuşmama kararlılığıma ikna oluyorlardı neredeyse. Ama çok hızlı zayıfladığım için zorla yemek yedirme işkencesine başladılar. “Tamam konuşma ama yemek ye” diyorlardı. İlk elektrik verdikleri anda o zaman oldu. Beni bir işkence odasında duvardaki halkalara kelepçeleyip bir yandan elektrik verip bir yandan kafamı kaldırıp ağzıma sıvı şeyler, şekerli su gibi şeyler dökmeye çalıştılar. Bu işkence uzun bir süre devam etti. Bu şekilde işkenceyle beni beslemeye çalıştılar. Bir süre sonra serumla zorla müdahaleye başladılar. Serum vermek için beni revir gibi bir yere götürüyorlardı. Beni elastik bir şeyle yatağa bağlayıp serum veriyorlardı. İlk kez o zaman gözlerimi açtılar. Gözlerim açılmadı tabi, göz kapaklarım birbirine yapışmıştı. Açılması için bir şeyler damlattılar gözlerime. Işıktan gözlerim yandı. Öyle birkaç dakikalık bir açma oldu sonra içeri götürürken tekrardan kapattılar. Hücremde de bir ara gözlerimi açtılar, hücreyi görme imkânım oldu. 2-3 adımlık bir hücre, tamamen gri renkli ve halıfleks kaplı, zemini sert süngerli. Kamera vardı hücrede, 24 saat beni izliyorlardı, kapının üstünde bir karışlık boşluk vardı oradan da ışık sızıyordu içeri. Tüm zamanım bu 2-3 adımlık hücrede geçiyordu. Çok hareket etmiyordum, orada açlıktan ya da işkenceden ölümü göze almıştım. Onlar ise ‘Alış buraya artık, başka alternatifin yok’ diyorlardı. Bu sefer iş birliği dayatmalarına da başladılar. Sırf bu dayatmayı yapmak için her gün kapı açıldığında bir seans kaba dayak yapıyorlardı. Nöbetçiler değişiyordu ama sanki bu zevk veriyormuş gibi yapıyordu.
Orada işkence gören başka insanlar da vardı. Lavaboya gidiş saatlerimiz oluyordu. Günde 2 ya da 3 kez götürülüyorduk. O sırada özellikle bana bunu yapıyorlardı. Ben hiçbir şeyi kabul etmiyordum. Diğerlerinin seslerini duyuyordum, hepsi erkekti. İlk zamanlar bana psikolojik işkence yaptıkları sırada onlara yapılan işkencelerin sesini duyuyordum. Bazıları ağlıyordu, bazıları ‘tamam anlatacağım’ diyordu. Birkaç gün sonra işkenceciler ‘sen bize yalan söyledin, daha fazla anlat’ diyordu, bunları duyuyordum. Birisinin bacağını kırmışlardı, alçıya almışlardı. Zaten bana da ‘Bir yerin kırılsa biz tekrar tedavi ederiz, gerekirse organ nakli yaparız. Tedavi eder ayağa kaldırır tekrar işkence yaparız.’ diyorlardı. Lavabonun ortamını da su işkencesi sırasında gördüm. Aslında fiziki işkenceler son zamanlara doğru oldu. Artık hiçbir şekilde orada konuşmayacağıma ikna olduktan sonra, beni sürekli sorgulayan bir sorgucu ‘Ben aradan çekileceğim, seni bunlara teslim edeceğim’ diyordu. Daha sonra beni tuvalete götürüp getirenler işkenceye başladılar. Artık diyalog sadece ‘Düşündün mü konuşacak mısın’ ben de ‘hayır konuşmayacağım’ diyordum hemen işkencehaneye götürüyorlardı. Beni hemen askıya asıyorlardı, elektrik veriyorlardı. Parmaklarıma elektrik bağlıyorlardı, ‘konuşacak mısın’ diyorlardı ben ‘konuşmayacağım’ dedikçe elektrik veriyorlardı. Bu devam ettikçe bir süre sonra ben bayılıyordum. Bayıldıktan sonra yerde işkenceye, tacize devam ediyorlardı. Çok ahlaksızca işkenceleri oldu.
‘HER ŞEYİ İŞKENCEYE DÖNÜŞTÜRÜYORLARDI’
Tam ‘bitti’ düşüncesi yaratıp su işkencesine götürüyorlardı. Lavaboya götürüyorlardı, çuvalı kafama geçirip su dolduruyorlardı. O ara gözlerimi açtılar mecburen ve kapı açıldı ilk defa birinin yüzünü gördüm. Hatta mahkeme savunmalarımda da var. Diğerleri hep maskeliydi. Daha çok erkeklere göre düzenlenmiş bir işkence merkeziydi. Zaten kendileri de ‘burası sana göre, kadınlara göre değil’ diyorlardı. Gerçekten de hiç kadın yoktu orda. Sadece bir kere ben revirdeyken bir kadın sesi duydum. Bir erkeğe ‘komisyon gelecek şunları şunları yapın’ diye talimat veriyordu. Onun bu konuşmasından ve hücrenin üstünden gelen seslerden oranın bir devlet dairesi olduğunu düşündüm. Çünkü çok düzenliydi. Geliş-gidişler düzenliydi, belli bir saatte başlayıp belli bir saatte bitiyordu. Mesela hafta sonları yoktu o sesler. Mesela sabah başlıyordu yukarıdaki sesler akşam da bitiyordu, mesai saati gibi. Bu şekilde kesintisiz işkence askı, falaka, elektrik, taciz, copla taciz, tecavüz girişimi, tırnakların altına sivri bir şey batırma, kaba dayak, suda boğmaya çalışma, penseyle parmaklarımı sıkıştırma, tabutluk şeklinde devam ediyordu.
Mesela tabutluk vardı, diklemesine içine sokuyorlardı. Hiçbir şekilde oturmak mümkün değildi. Bayılsanız da oturamıyorsun, çömelemiyorsun, tabut gibiydi. Tamamen tanınmaz hâle gelmiştim, her yerim mosmor ve şişti. Bir etkisi olacak, geri adım atar diye her türlü şeyi işkenceye çeviriyorlardı. Bana ‘bir şey istiyor musun’ diyorlardı, bir şey istememi bekliyorlardı ama ben bir şey istemiyordum. Zaten kendi kendime kararlar almıştım. Bir şey istemeyeceğim, bir şey konuşmayacağım. Sadece ‘yoruldum de’ diyorlardı. Asla demiyordum çünkü ‘yoruldum’ dediğim an daha fazla işkence yapacaklardı. Yaptığım, söylediğim her şeye kullanmaya çalışıyorlardı. Ben de hiçbir şey konuşmuyordum. Özellikle işkence sonrası aşırı derecede susama durumu oluyordu. O sırada içmemeye çalışıyordum, öleceksem o an öleyim diyordum. Bu sefer suyu da zorla işkenceyle içiriyorlardı. Askıya aldıkları yerde, duman, is vardı. Ben böyle bakarken ‘seni de yakalım mı’ dediler. Beni yakmadılar ama uzayan tırnaklarımı yaktılar. Tırnağım uzun bir süre çürük kaldı, iltihaplandı.
Orada işkencelerden sonra ayna verdiler. Tanınacak hâlde değildim, yüzüm şişmiş, saçlarım tel teldi. O gün ‘Ne yaparsanız yapın konuşmayacağım’ dememi istediler. Ben de artık normal konuşamıyordum ağır ağır ‘Ne yaparsanız yapın konuşmayacağım’ dedim. Çok sinirlendiler, beni tekrar askıya astılar. Ben artık işkencelere tepki vermiyordum. Öyle bir çaput gibi sürükleyip hücreye attılar. O gün ‘su istiyor musun’ dediler ben yine ‘istemiyorum’ dedim. ‘Geber o zaman’ dediler.
Son 20 gün tedavi süreci başladı. Revire götürüp yaralarıma merhem sürüyorlardı. Belli bir aşamadan sonra beni birilerinin önüne çıkarıp yaralarımı gösteriyorlardı. Seslerinden ve gözlerinden yaşlı, ‘tecrübeli’ işkenceciler oldukları anlaşılıyordu. ‘Biraz daha tedavi edin’ diyorlardı. Bir gün sonra beni yine işkence odasına çıkardılar. Orada yine her an işkence olacakmış hissi yarattılar. Ellerim kelepçeli gözlerim bağlı uzun süre beklettiler. Ben iyileştim ve her an işkence başlayacak hissi yaratıldı. O gün ‘seni adalete teslim edeceğiz’ dediler. O gün ilk defa elbisemi verdiler, giydim ve çıktık.
6 ay sonra beni karanlık bir dağ başında bıraktılar. O an birileri geldi ve ‘Ankara Siyasi Şube’den geliyoruz hakkında ihbar var’ denilerek gözaltına alındım.
YD: NEREDEN GÜÇ ALDINIZ, DİRENİŞİNİZİ OLUŞTURAN ŞEYLER NELER?
Ayten Öztürk: Şehitlerimizi hayal ediyordum, okuduğum kitapları düşünüyordum. Benim abim, ablam ve yengem de şehit. Onlarla sohbet eder gibi yanımda konumlandırıyordum, böyle bir ortam oluşturmuştum kafamda. Abim defalarca kez işkenceden geçmiş birisi, Ahmet Öztürk. O, bu işkenceleri yaşadığında ben küçüktüm, bedenindeki o izleri görürdük. Kendisi her zaman işkenceden coşkulu ve moralli çıkıyordu. Ben bunu çok düşündüm, o, bunca acıya dayandıysa, katlandıysa ben de direnirim diye düşündüm. Ben daha önce de işkenceden geçtim ama hiç elektrik işkencesine maruz kalmamıştım, abim görmüştü ama. Onu düşünüyordum, mesela her işkence türü için birisini düşünüyordum. Kendini yakan, feda eden devrimciler olmuştu hapishanelerde, onları düşünüyordum. Daha önce tecavüze uğrayan arkadaşlarımız da vardı, şunu düşünüyordum namus beyindedir, iki bacak arasında değil. Ben halkıma, yoldaşlarıma ihanet edersem namussuzluk o zaman olur. Bunlardan güç alıyordum.
‘İŞKENCELERDEN ZAFERLE ÇIKTIM’
Düşüneceğim ve düşünmeyeceğim konuları ikiye ayırmıştım. Duygusallık ya da çok fazla özlemek, bunları yasaklamıştım kendime. Direnme ruhu veren, coşkulu marşları kafamdan söylüyordum. Mesela Tanya’yı düşünmüştüm. Bugüne kadar güç aldığımız bir kahraman. Tanya ile ilgili izlediğim bir film vardı onu düşünüyordum. Onlar bana orada yaşayacağım işkenceleri, ahlaksızlıkları düşündürtmeye çalışıyorlardı. Bense belli saatlere bölerek kendi düşünmek istediklerimi düşünüyordum. Orda bilincimi kaybetme ihtimalim çok yüksekti. Resmen insanlıktan çıkarmaya çalıştıkları bir ortamdı. Böyle bir ortamda üretimin önemli olduğunu biliyordum. Beynimi diri tutmak için kelime oyunu yapıyordum, hesap yapıyordum, felsefi konuları gözden geçiriyordum. Kafamda çizimler yapıyordum, şehitlerimizin yüzlerini çiziyordum kafamda ama bunları programlı yapıyordum. Günün sonunda ne yaptığımız gözden geçiriyordum, mektup bile yazıyordum kafamdan. O kapanışı yaptıktan sonra belirlediğim sloganları atıp yatıyordum, sabah yine aynı bu şekilde devam ediyordum. Bedenim tanınmayacak haldeydi ama işkencelerden zaferle çıktım.
Ankara Emniyeti’nde 3 gün kadar gözaltında kaldım. Sağlık kontrolüne götürüldüğümde polisler vücudumdaki işkence izlerini yazmamaları için doktorlarla görüşüyordu, eski izler diye yazılıyordu raporlara. Emniyet’te işkence görmediğime dair rapor tutturuyorlardı. Tutuklandıktan sonra gardiyanlar beni hapishaneye almadı. Polisler tarafından hastaneye götürülüp rapor yazılmasını istediler. Hastaneye götürüldüm tekrar, kısmen de olsa bir rapor aldım aslında. Hapishane doktoru bedenimdeki izleri tek tek rapor etti ve bir tedavi süreci başladı. Yaklaşık 1 yıldan fazla sürdü, hapishane koşullarında ağır aksak tabi. Tedavinin engellenmesi yanıyla bu da bir işkenceydi.
YD: MAHKEME SÜRECİNDE NELER YAŞADINIZ?
Ayten Öztürk: Mahkeme süreci de bu işkencelerin devamıydı. Beni gözaltına alan polisler ‘ihbar nedeniyle’ gözaltına aldıklarını söylemişti. Buna dair somut hiçbir şey yok. Ben kayıpken bana sahip çıkanların eylemleri var ama 6 ay nerede olduğuma dair hiçbir şey yok. Ankara’da bir arazide bulunmuşum, orada ne yaptığıma dair hiçbir soru yok. Sadece beni sahiplenenlerin eylemleri ve yurt dışında faaliyet yürüttüğüme dair sorular vardı. Somut hiçbir şey yok aslında. Ben işkenceyi anlatıyorum polis ‘bizim konumuz değil’ diyor. 6 ay işkence gördükten sonra tutuklandım ama somut tek delil yok. Psikolojisi bozuk bir itirafçının ifadesi nedeniyle beni eklemişler dosyaya.
Ankara ve İstanbul’dan açılmış iki dosyam vardı. Ankara dosyası İstanbul dosyasının aynısı olduğu için iptal edildi. Aslında buradaki amaç işkenceyi kapatmaktı, üstünü örtmekti. İstanbul’dan da örgüt üyeliğinden açılan bir davam vardı. Bu dosyadaki ana şey de, mahallede bir sapığın linç edilmesi söz konusu, bu olayda dosyaya göre psikolojik rahatsızlığı olan bu itirafçı kenarda durup izleyen bir kadından bahsediyor ama isim vermiyor. Sonrasında ise polis ‘bu Ayten’dir’ deyip ismimi söyletiyor. Olayla hiç alakam yok orda bile değilim. Kamera kayıtları istedik mahkemeden, bakmadılar kamera kayıtlarına. Ona rağmen ömrüme bir ceza biçildi. Sadece işkencenin üstü örtülsün, yaralarım iyileşsin diye 3,5 yıl tutsak kaldım. Ev hapsiyle tahliye edildim fakat hakkımda 2 ağırlaştırılmış müebbet hapis cezam var.
Ev hapsi işkencenin devamı, özgürlüğümün kısıtlanması. Markete bile gidemiyorum. Sadece hastaneye gitmek için çıkabiliyorum. Onun için de önce denetimli serbestliği arıyorum, avukatlarım dilekçe hazırlıyor. İki yerden hem mahkemeden hem denetimli serbestlikten izin alıyorum. Ayrıca doktordan da rapor alıp denetimli serbestlik bürosuna göndermem gerekiyor. Bir buçuk ayda en az 70 kez hastane izni aldım. Ben ev hapsindeyken de gözaltına alınan başka insanlara benle ilgili sorular soruluyor, yani bir komplo hazırlığı söz konusu. Her anlamda, ‘seni hapiste ya da işkencehanede kontrol ediyorsak burada da edeceğiz’ mesajı vermeye çalışıyorlar.
İlk defa böyle bir karara tanık oldum. Aslında davamda yargılanmamı gerektirecek en ufak bir şey yok. Bu davada beraat etmem gerekiyor. Mahkeme çelişkiye düşecek hiç ceza vermeseler niye 3,5 yıl tuttunuz o zaman. Tamamen işkence konuşulmasın istendiği için tam olarak beraat de ettirmiyorlar cezayı da veremiyorlar.
İşkencecinin kendisi, Mehmet Eymür, itiraf ediyor, Adalet Bakanı ‘ülkemizin gündeminde işkence yok’ diyor. Ben 3,5 yıldır anlatıyorum, dünyanın öteki ucundakiler duydu, Adalet Bakanı duymadı. İşkencecilerin itirafları ortadayken, işkenceciler dışardayken ben ev hapsindeyim.