“Ayasofya Cami Olsun” kampanyası, Danıştay’a açılan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının kaldırılması davasıyla 10 Temmuz’da sonuçlandı. Devletin aslında öncesinde aldığı “kararı”, Danıştay onaylayarak Ayasofya’nın cami statüsüne dönmesi gerektiğini ilan etti.
Yaklaşık 1500 yıl önce Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da kilise olarak inşa ettiği bu yapı, Osmanlı İstanbul’u fethettikten sonra ismi değişmeden cami olarak kullanılmaya başlandı. Bizans İmparatorluğu’nun sembollerini kendi imparatorluğuna eklemleme siyaseti izleyen Osmanlı, Ayasofya gibi Ortodoks Hristiyan inancın sembolik değerlerini de bu siyasetin bir parçası haline getirdi. Bu kuşkusuz dini mekanlar ve sembollerin başkalaştırılarak benzer politik amaç için kullanılmasının ötesinde, siyasal-kültürel-ideolojik temelde Bizans mirasının sahiplenilerek, imparatorluğun sürdürülmesi ve devam ettirilmesi olarak kullanılmıştır. Tek farkla, Bizans, Ortodoks Hristiyanlığın merkezi olarak konumlanırken Osmanlı, İslam’ın merkezi olma hedefiyle hareket eden bir imparatorluk olmuştur. Bu temelde Haçlı Seferleri, zamanında nasıl talan, işgal ve istila yönelimi içinde başka inanç, topluluk ve değerleri kendi siyasetine eklemlediyse Osmanlı da aynı siyaseti izlemiş, bu bağlamda başka inançların sembolik değerleri kendi inanç sistemine bağlayacak şekilde değiştirmiştir. Bir çok inanç merkezi camiye çevrilmiş ya da kültürel yapı, devletin tabi olduğu dinin bir parçası haline getirilmiştir.
AYASOFYA VE TEPİNME SİYASETİ!
Osmanlı’nın yıkılması ve onun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı mirası faşist ideolojisine uygun bir şekilde hayata geçirmiş, bağımlı ve bağlı olduğu emperyalist sistemi dengeleyecek ve ona uyumlu olacak şekilde politik tutumunu belirlemiştir. Ayasofya’da bu gerici politikanın bir parçası olarak “tarihsel niteliği” dışında esasta politik ereklere, toplumsal gericiliği beslemeye, şovenizme payanda yapılan bir araca dönüştürülmüştür.
1934’de “Batı’ya uyum sağlama” yöneliminin bir parçası olarak Ayasofya, Bakanlar Kurulu Kararı ile “müze” statüsüne kavuşmuştur. Böylece cami-kilise denklemine bir de müze denklemi eklenmiştir. Bu durum uluslararası her gelişmede, her gerginlik döneminde, şovenizmin kabartılmak istendiği her periyotta kullanılan bir mesele olmuştur. Bu bağlamda İsrail’in Mescidi Aksa meselesine politik yaklaşımının bir benzerini TC, Ayasofya için kullanmaktadır. Mustafa Kemal’den Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’den Turgut Özal’a ve Tayyip Erdoğan’a kadar bu mesele bir “tarihsel miras”, “inanç merkezi” meselesi olmanın ötesinde doğrudan politik yönelimin parçası yapılmaktadır. Ayasofya’nın statüsü ve durumu içinden geçilen koşullar, dış politikanın seyri ile doğrudan ilintili olmuştur. Bu, 1934’de Bakanlar Kurulu tarafından müze yapılma kararı alınırken, birkaç yıl öncesine kadar “bu can bu tende olduğu sürece” sözleriyle cami yapılmayacağı söylenirken de ve evet şimdi cami olarak kullanma kararı alınırken de böyledir.
Nitekim çok uzak zamanda değil yakın tarihte “Ayasofya’nın cami olarak kullanılması” talebine karşı Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları bugünkü aldığı konumlanışının tam tersidir. Ayasofya’nın cami olması talebine karşı “Önce Sultanahmet’i doldurun sonra Ayasofya’yı konuşalım”, “Onun bizim için faturası çok daha ağırdır. Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” diyecek kadar keskindir Tayyip Erdoğan. Ancak zaman değişmiş, politik hesaplar başkalaşmış ve haliyle dün ile bugünkü söylemler de farklılaşmıştır. Tayyip Erdoğan’ın “Ayasofya Cami Olacak” müjdesine (!) ise CHP-İYİP gibi faşist “muhalif” blok en üst düzeyden destek açıklamıştır. Muharrem İnce koştura koştura Cuma namazına gideceğini, Mansur Yavaş Ayasofya özlemini, Ekrem İmamoğlu alınan karardan memnuniyet duyacaklarını, Meral Akşener ise “ibadete açın siyasete kapatın” diyerek şovenizm rantının karşı klik tarafından yenmesinden memnuniyetsizliğini de içeren destek mesajını açıklamıştır. Yine şovenizmi besleme ve büyütmede gerici klikler hızla ortaklaşmayı başarmıştır. Şovenizm rantından faydalanmaya odaklı bir mücadele Ayasofya kararının arkasında kapı gibi durarak devam etmiştir.
TÜRK DEVLETİNİN YÖNELİMİ VE KÖRÜKLENEN ŞOVENİZM!
Ayasofya meselesi, bugün Türk devletinin Ortadoğu politikasından, İslam topluluğunun merkezi olma çabasından bağımsız değildir. Bu anlamda Osmanlı esintisi yaratacak, onun İslam toplumunda olumlu karşılığı olacak her türlü söylemi, ilişkilenmeyi ve yönelimi kullanma peşindedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da güttüğü her politik hesabı Osmanlı’dan gelen tarihsel hakka bağlama peşindedir. Bu yönelim sadece söylem olmanın ötesinde bir örgütlenmeye, askeri müdahaleye ve Doğu ve Batı’da tüm komşularla kapsamlı bir gerginliğe evrilmektedir.
Osmanlı esintisi yönelimi, kuşkusuz belli oranda İslam argümantasyonunun daha baskın kullanılmasını getirmektedir. Bu durum çağımızda dini inançların ulus bilincinin sıkı bir parçası haline geldiği dönemde “birleştirici” bir faktör değil düşmanlaştırmayı körükleyen bir etken olmaktadır. Farklı uluslardan İslam toplumlarına Türk devletinin verdiği her mesaj, Osmanlı’nın yağmacı, talancı ve çağın özelliklerine uymayan çağrışımlar yapmakta ve doğal olarak şovenist ve gerici temelde halklar arasına düşmanlık tohumları ekilmektedir. Aynı şekilde “tarihsel hak” meselelerinin kaşındığı her durum, meseleyle ilgili olan devletler tarafından şovenizme çarpan etkisi olarak kullanılmakta, çatışma ve gerginliği tırmandırmaktadır.
Ayasofya kararı, Türk devletinin şovenizme yaslanarak tüm bölgede etkin olma siyasetinin bir parçasıdır. Bu eksende Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik hesaplarının ucuz bir malzemesi durumuna getirilmiştir. İslam inancına sahip devletlere ve uluslara bu eksende verilen mesaj, sempati değil kaygı ve düşmanlaşma zemini yaratmaktadır. Zaten Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya askeri müdahale ve işgal politikasıyla tüm komşuları ile gırtlak gırtlağa gelen, istikrarlı bir şekilde gerginliği tırmandıran ve çatışmanın merkezine oturan Türk hakim sınıfları bu adımlarıyla kendisine tarihsel ve ideolojik moral oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak bu girişimlerin saldırganlık ve bölgesel güç olma hevesinden daha çok zayıflatan ve gerek devletler arası gerekse de halklar arası gerginliği boyutlandırarak tırmandırdığı açıktır.
Ayasofya’yı ulusal kimliğinin ve Hristiyan dininin tarihsel bir değeri gören diğer gerici devletler de bu durumu hem kendi ülkelerinde şovenist bir histeriye hem de var olan gerginliği tırmandırarak düşmanlaşmayı körükleyen politik hesaplara dönüştürmektedir. Ancak emperyalist devletlerin bu tür kararları uşağı TC’nin bölgede kendi istediği rolü üstlendiği sürece tehlikeli görmediği, diplomatik alt düzey eleştirilerin ötesine geçmediği görülmektedir. Ayasofya kararının da emperyalist güçlere rağmen alınamayacağı en azından onların yönetemeyeceği çelişkilere yol verecek bir biçime bürünmeyeceği açıktır. Fakat her durumda toplumlar, halklar, farklı inançlar arasında keskinleşen bir düşmanlık ve şovenizmi kabartma argümanına dönüşmesi kaçınılmazdır. Var olan durumda bu yönelimlerin emperyalistlerin çıkarlarına hizmet ettiği, her bir uşağın kendisine bu şekilde daha fazla yaslanmasına ve siyasal olarak bağlanmasına hizmet için kullanıldığı açıktır.
Bu bağlamda Ayasofya’nın cami-kilise-müze denklemi içinde adeta uluslararası ilişkilerde, iç ve dış politikada siyasallaştırılmış bir araca dönüşmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım bölge ölçeğinde var olan gerginliği tırmandırmakta, halkları inanç ve ulusal temelde daha fazla düşmanlaştırmaya yol açmaktadır.
GERİCİLİĞİN TARİHSEL GELENEĞİ!
Sınıflı toplumlarda gerici sınıflar tarihte işgal, istila politikalarını yürütürken bir önceki toplumun tüm değerlerini, inanç sistemini de parçalamayı hedefler. Buna ibadethaneler, kültürel miraslar ve inanç merkezleri de dahildir. İspanyol ve İngiliz sömürgeciliği Amerika ve Hindistan’da halkların tüm birikimini ve değerini parçalayıp kendi medeniyetine ve çıkarlarına uyumlu hale getirmiştir. Endülüs medeniyetinin inşa ettiği yapıları Hristiyan Kastilya medeniyeti tarumar etmiş, Haçlılar yine yakıp yıkarak bir önceki medeniyetin değerlerini aşağılamış, Doğu ve Batı Roma benzer bir yol izlemiş, Osmanlı İmparatorluğu da Hristiyan ve diğer inançlara benzer muameleyi yapmıştır. Ortadoğu’da bugün cihadist örgütlerde ilk elden farklı inançlara sahip toplulukları kıyımdan geçirirken, onlara ait tarihsel izleri de yakıp-yıkıp yok eden bir siyaset izlemektedir. Aynı siyaset emperyalist barbarlık tarafından da hayata geçmektedir. Çağımızda Emevi Camisi’nden, Cordoba Katedrali’ne, Mescid-i Aksa’dan Aziz Attarin Kilisesi’ne, Ayasofya’ya kadar birçok tarihsel mirasın egemen olan inanca göre başkalaşmasına, değişimine hala tanıklık etmekteyiz.
Gerici sınıflar, bu temelde düşmanlaştırma, uluslararası politik çelişkilerde meseleyi araçsallaştırma ve şovenizmi körüklemede bu tarihsel olguları kullanmaktadır. Türk devleti Ayasofya üzerinde şimdi bu yönelimle tepinerek, izlediği saldırganlık politikasına daha güçlü bir nefes verme peşindedir. Türk devleti, geldiği aşamada kendisi için kullanışlı olacak her şeyin üzerinde tepinmektedir. Sürekli ve durmaksızın şovenizmi körüklemekte, ona sürekli ve daha boyutlu halkalar eklemektedir. Kürt düşmanlığını diri tutmakla kalmamakta, her gelişmede “milli ve yerli” üretime geçtiği yalanı ile şovenizm kemikleştirilmekte, uluslararası düzeyde tüm diğer uluslara karşı açık ya da sinsi bir düşmanlık yaratılmaktadır.
Türk hakim sınıfları bölgesel politikalarında çaresizliğin de getirdiği kimi sonuçlarla sürekli bir tek yanlılık hali içinde hareket etmektedir. Tayyip Erdoğan bir yıl önceye kadar “Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” dedirten şey bir yıl sonra değişime uğrayabilmektedir. Faşizmin, kurduğu oyun hayata geçmediği noktada yeni oyun planları ve hamlelerle ilerleyen bir gerçekliği vardır. Hiç kuşkusuz bu adımları ideolojik körlük (İslami heves ve arzu) olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Bu adımların her biri belli bir temkinlilik içinde ve çoğu zaman sunulduğu biçimle hayata geçmediği bilinmektedir. Alınan kararın esasında sulandırılarak hayata geçtiği bilinmez değildir. Ayasofya kararında da ibadete açılması meselesinin kısmı olacağı açıktır. Fakat asıl mesele değişimin hızı ve seyrini görmek, Türk devletinin sıkışmışlığını tespit etmektir. Bu çaresizlik ve tıkanma hali onları “çılgınlık” düzeyinde girişimlerin ve hamlelerin atılmasına iteleyecek, hiçbir maceradan ve çatışmadan kaçınmayacak politik bir hatta doğru sürüklemektedir. Bu tablo gerek egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkilerde, gerekse dış politikanın yarattığı uluslararası çelişkilerde gerekse de halk ile olan çelişkilerde yönetme zorluğuna sürekli sürüklemektedir. Bu durum devrimci durumu daha fazla olgunlaştırmakta, aynı zamanda şovenizmle kesintisiz ve daha etkili bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Bunun için de örgütlenme ağını genişletmek, silahların eleştirel gücüne daha fazla güvenmek gerekmektedir. Proletarya Partisi savaş stratejisi olan Halk Savaşı’nda sebat ve kararlılık karşımıza çıkan bu çelişkilere karşı iktidar perspektifli şekillenişi ve konumlanışı sağlayabilecektir. Bu hayatidir, zorunludur ve doğru temelde politik iktidar mücadelesi için kaçınılmazdır.