Son zamanlarda Fransa “sarı yelekliler” isimli isyan ile sarsıldı, sarsılıyor. Kitlelerin sokakları zapt ettiği, neo-liberalizme ve yarattığı sosyal-siyasal yıkıma karşı bayrak açtığı Avrupa kıtasında gayet radikal biçimlere bürünmüş bir isyan, Avrupa’da yarattığı etki ile de tartışılıyor, tartışılacaktır da. Bu tarz kitle hareketlerine ilişkin genel yaklaşımımızı bu hareket özelinde, harekete yönelik ilk değerlendirmelere cevap olacak biçimde ortaya koyabiliriz, koymalıyız da. Zira bunlar bize önümüzdeki günlere ilişkin bir öngörü sunacak, görevlerimizi hatırlatacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemin uzunca bir dönemdir kriz içinde olduğu bilinmektedir. Krizin en önemli görünümü ise neo-liberal sermaye birikim modeli ve bunun üzerinden şekillenen “küresel düzenin” yaşadığı iflastır ki burjuva kalemşörleri bile bu iflası itiraf etmektedir. Neo-liberal modelin kendisi de esasta 70’lerle beraber, krize sürüklenen Keynesyenci modele alternatif olarak çıkmıştı. Neo-liberal model ise tüm allayıp-pullama çabalarına karşın, emperyalist sermayenin, “finansallaşma” adı ile yarı-sömürgeleri sınırsız bir emek sömürüsüne dolayısı ile işçi-emekçi kesimin sosyal haklarının tırpanlanmasına dayalı idi. Yani liberalizm, bir yanı ile Keynesyenci modelin sermayenin emperyalist metropollerde artı-değer sömürüsünün maksimalize etmesini sınırlayan kimi noktaları aşma üzerine kuruluydu. Zira Keynesyenci model, emperyalizmin, komünizme karşı “içte ve dışta” yani küresel savaşında sistemin bekasını korumak adına sömürünün özüne dokunmadan, işçi-emekçilerin yaşam standartlarını yükseltecek kısmi iyileştirmeler üzerine kuruluydu. Ancak bu “iyileştirmeler” sistemin lütfu değildi, en başta o ülkelerdeki işçi hareketlerinin gücü, sonra da o dönemde tüm görkemi ile ayakta olan sosyalist kamp karşısında sistemi korumak adına verdiği tavizlerdi. Yani emperyalistler kendi halklarının o dönemki sol rüzgara kapılmasını önlemek istediler. Ancak sosyalist bloğun yıkılıp, sol rüzgarların dinmesinin hemen ardından zaten bu modeli yürütmekte zorlanan ve tıkanan emperyalist sermaye, geçici önlemleri bir kenara attı ve daha önce vermek zorunda kaldığı tavizleri tek tek, tekrardan gasp etmeye başladı. Emeğin sınırsız-kuralsız sömürüsüne dayalı neo-liberal modele geçiş yaptı ve bu geçişle birlikte dünya çapında ezilenlere, onların öncülerine, devrimci komünistlere karşı azgın bir ideolojik-fiziki saldırı dalgası ve kuşatma gelişti. En basit hak örgütlülükleri dahi dağıtıldı. Yarı-sömürge bağımlı ülkelerde bu modele uyum içinde darbeler yapıldı vs. Kısa bir sürede sermayenin bu gözü dönmüş saldırıları ile birlikte kitleler de neye uğradığını şaşırdı. Kitlelerin isyanı; her ne kadar sistemin devrimci-komünistlere saldırarak zayıflatması ve ideolojik saldırıları ile gecikse de ellerindeki tüm kazanımların gasp edilmesi ve yaşam standartlarındaki sert düşüşün ardından başladı. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte, sistemin artık suyu, sağlığı vb. özelleştirme yolu ile sermaye için meta haline getirecek kadar gözü dönüp, aymazlaşmasına paralel öfke daha da arttı. Artık her şey “meta”, her şey sermaye için para kaynağı idi. Parası olan okur, parası olan hastaneye gidebilir. “Paran yoksa öl!” İşte neoliberalizmin vardığı nokta buydu.
İşte 2016’da Fransa’da başa geçen “liberallerin altın çocuğu” Macron da Avrupa mali oligarşisinin, Rothschildlerin doğrudan yetiştirmesi olarak neo-liberalizm bayrağını daha da yukarı kaldıranlardandı. Zaten Fransa da açgözlü sermayenin isteği ile uzun bir süredir neo-liberalizmin “model” ülkelerinden biri olmaya hazırlanıyordu. En son sözde “sosyalist” gerçekte burjuva partinin Hollande hükümetinde bu politikalar tam gaz sürdü ve Macron da kabinede bizzat yer alarak bu politikanın ana aktörlerinden oldu. Ancak kısa sürede halkın bu vahşi kapitalizm modelinin daha da derinleşmesine olan öfkesi sokaklara da sandığa da yansıdı. Ciddi bir siyasi geleneği olan Fransa halkı zaten sokaklarda her daim az-çok hareketliydi. Diğer ülkelere kıyasla, tüm geri ve uzlaşmacılıklarına karşın sendikalar ve hak örgütleri dağıtılamamıştı ve kitleler bu tip örgütlenmelerin ve Fransız “solu”nun üzerinde baskı kurarak sokağa mecbur kılabiliyordu. Sık sık tekrarlanan genel grevler bunun örneği idi. Sokağın öfkesi 2016’daki seçimlere de yansımıştı ve neo-liberal Hollande hükümeti ve diğer burjuva “merkez” partiler hezimeti yaşamışlardı. Aynı seçimde sol ve düzen karşıtı söylemli Melenchon ve sözde “düzen karşıtı” söylemlerde bulunan faşist parti ciddi oranlara ulaşmış hatta faşist parti 2. tura kalmıştı. Kitlelerin bu “radikal” söylemlere rağbet göstermesi ise neo-liberal politikalara olan öfkeyi bir kez daha yansıtmıştı. Ancak Fransız ve AB mali oligarşisi kurnaz bir oyuna başvurarak, faşist partinin önünü açıp onu Macron ile 2. tura kalmasını sağlayarak, kitleleri “Macron’a” mecbur etmeye çalıştı. Nihayetinde kitlelerin faşizmden korkması ve gönülsüz de olsa Macron’a yönelmesi sonucu istediğini aldı. Faşizm karşıtlığı kisvesi ile Macron başa geçirilerek ve bunu kitlelere “onaylatarak”, neo-liberal politikalara rıza üretildiği sanıldı, sermayedarlarca. Nitekim Macron da başa geçer geçmez işçi-emekçi düşmanı yasaları geçirerek, sermayenin koşulsuz uşağı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Fransız mali oligarşisinin (ve bir bütün AB oligarşisinin desteği ile) özellikle bir bütün emperyalist-kapitalist sistemin krizinin derinleştiği, emperyalistler arası rekabetin keskinleştiği bir dönemde Fransız sermayesinin rekabette elini güçlendirerek iç düzenlemeler yapan (en başta işçilerin hala sınırlı sosyal haklarını da gasp ederek sermayenin artı değer sömürüsünü maksimalize etmesini sağlama vs.) diğer yandan Alman emperyalizmi ile yakınlaşarak AB’yi güçlendirme yönlü “ev ödevini” yerine getirmek adına canhıraş bir çaba içine girdi Macron. Haliyle çıkarttığı işçi-emekçi düşmanı yasalarla halk tarafından “zenginlerin başkanı” diye anılan Macron’a halk ilk günden direnmeye başladı. Göçmen, getto eylemleri, işçi-emekçi grevleri, öğrenci-çiftçi eylemleri bir anda başlamamış, bu kitle hareketlerinin daha da genişlemesi sonucu oluşmuştur. Bugünkü eylemlerin geçmiştekilerden farkı daha önce çokta sokakla haşır neşir olmayan kitlelerin sokaklara dökülmesi ve eylemliliklerdeki kararlılık ve militan radikal biçimlerin öne çıkmasıdır. Ancak “kendiliğindencilik” karakteri daha öne çıkmaktadır. Dolayısı ile “kendiliğinden” karakteri öne çıkan her harekette olduğu üzere, bu kitle hareketinin niteliği tartışılmaktadır. Özellikle Fransız devletinin eylemleri itici göstermek adına eylemlerden “faşist parti”yi sorumlu tutması, faşistlerin sözde “destek” açıklamaları, Fransız “solu”nun başlardaki uzak tavrı bu tartışmayı alevlendirmektedir. Ancak eylemlerin içeriğine, katılan kitlelere, taleplere baktığımızda, ezilenlerin, neo-liberal politikaların yarattığı sosyal yıkıma karşı itirazını görüyoruz ki dolayısı ile şu aşamada eylemlerin meşruluğu tartışma götürmezdir. Kuşkusuz faşist partiler devlet ve sermayenin yönlendirmesi ile bu tip kitle hareketlerini saptırmak, kontrol altında tutmak adına sözde “düzen karşıtı” maskeler takıp, hareketlere katılmaya ve yön vermeye çalışabilirler. Hatırlanırsa Gezi’de de ulusalcı faşist kesimlerin (İP-CHP vb.) benzeri girişimleri olmuştur. Ancak bu durum başlıbaşına eylemlerin niteliğini değiştirmeyecektir. Faşistlerin meşru hareketleri saptırma girişimleri olsa olsa komünistlere, devrimcilere meşru kitle eylemlerinden uzak durup kendi kabuğuna çekilmesini değil, eylemlere daha güçlü katılıp, faşsitlerin niyetlerinin, kitlelere daha güçlü teşhir etmesini getirecektir. Aksi yönde davranmak tarihi bir hata olacaktır, kitleleri kendi ellerimizle faşist partilerin eline itmiş oluruz. Zira unutulmamalı ki Avrupa gibi emperyalist-kapitalist ülkelerde, yani faşizmin değil, oligarşinin iktidarda olduğu ülkelerde, hakim sınıflar faşist hareketler her an elinin altında bulunsun “gerektiğinde” iktidara getirebilsin diye, bu hareketlere kitle tabanı yaratmak ister. Bunun yolu da faşist hareketlerin sözde düzen karşıtı maske takması ve o yönde söylemleri benimsemesidir. Bu şekilde hem faşist partiler iktidar alternatifi haline getirilir, hem de düzenden memnuniyetsiz kitleler faşsit partiye kanalize edilerek düzen içinde tutulmak istenir. Dolayısı ile kitlelerin düzene olan öfkelerinin arttığı, yeni arayışlara girdiği bir yerde, komünistlerin, devrimcilerin bir alternatif olarak duramaması, sosyalizmi güçlü bir seçenek olarak öne çıkaramaması, demogojilere aldanıp faşistlerin peşine takılmasına yol açar. Bu açıdan da baktığımızda Fransa komünist ve devrimcilerinin bu kitle hareketinden uzak durmamaları, faşistler ile Macron’un aynı sınıfın hizmetinde olduğunu teşhir etmeleri ve sosyalizm propagandası yapmaları gerekir. Yine benzer şekilde bu kitle hareketini Fransa-ABD gerilimine paralel olarak ABD’nin tetiklediği yönünde paranoyakça, kitleleri hiçbir zaman özne olarak görmeyen anlayışlar, görüşler de mevcuttur. Oysa devrimci-kitle hareketlerinden ödü kopar ABD’nin. Fransa gibi tüm Avrupa’yı etkileyebilecek bir ülkede, “istikrarsızlaştıracağı” bir harekete girişmeyeceğini tahmin etmek zor değildir. Kaldı ki Fransa’da bu isyanın temeli güçlüdür, halkın 4’te 3’ü desteklemektedir. Fransa’da kitlelerin sokağa çıkma yönlü güçlü bir geleneği de vardır. Dolayısıyla ABD’nin bir müdahalesi hiç gözükmemektedir. Şunu da genel bir anlayış olarak ortaya koymak gerekir ki kuşkusuz emperyalistler rekabet ettiği güçleri veya hedef aldığı bir rejimi zayıflatmak adına iç çelişkileri kaşıyabilir ya da ortaya çıkan kitle hareketlerinden faydalanmaya çalışabilir. Ancak burada da komünistlere-devrimcilere düşen görev, kitllerden uzak durmak değil, o kitle hareketlerinin önderliğini ele geçirmeye çalışmak olmalıdır. Ancak bu şekilde kitlelere diğer emperyalistlerin niyetleri teşhir edilebilir ve kitleler eğitilebilir. Paranoyak yorumlarla kitlelerden uzak kalmak ise ancak emperyalistlerin ve kitlelerin öfkesini kendine kaldıraç olarak kullanmak isteyen iç burjuva kliklerin işine yarar.
Son olarak kimi “liberal solcu”ların, reformistlerin, eylemlerin radikal biçimlerinden şikayet ettiğini görüyoruz. Öyle ki eylemlerdeki “şiddet eğilimini”, “eylemlerin sol tınıdan uzak olduğunun göstergesi” sayan aymazlar dahi vardır. Bu tipler ülke içinde de devrimci-komünist şiddetten “yakınmakta”, hatta düşmanlık gütmektedir. Ancak Fransa’da da diğer ülkelerde de ezilenlerin, sisteme, devlete dönük yıkıcı şiddeti, soylu ve meşrudur. Hatta Fransa’da burjuvazinin, kitle eylemlerinin aldığı radikal biçimden ürkerek geri adım atması, “devrimci yıkıcı şiddetin” önemini bir kez daha herkese göstermiştir.
Neticede Fransız burjuvazisi geri adım atmış, zamları geri çekerek uzlaşı aramaya başlamıştır. Ancak halk kırıntılarla yetinmeyeceğini ilan etmiş ve sokakları terk etmeyerek kibirli Macron ve Fransız hakim sınıfların kök söktürmeye devam etmektedir. Devrimci-komünistlerin önderlik etmediği her halk hareketi gibi sönümlenmeye mahkumdur. Ancak bu eylemlilik kitleleri eğitecektir. Öte yandan bizlere “tarihin sonunun” gelmediğini, sınıfların mücadelesinin olanca şiddeti ile sürdüğünü bir kez daha, bu sefer emperyalist metropollerin göbeğinden bir kez daha haykırmıştır.
Unutmayalım ki bu eylemliliğin Avrupa çapına yayılma ihtimali ve emareleri mevcuttur. Ayrıca önümüzdeki dönemde, sistemin kriznin derinleşmesine paralel bu tip eylemliliklerle sık sık karşılaşabiliriz. Onun için bizler de bu deneyimden öğrenmeliyiz, onun için bu tip eylemliliklere, kitle hareketlerine yol açan dinamikleri bu tip hareketlere yaklaşım tarzımızı, Fransa özgülündeki eylemleri inceleyerek ortaya koymak, bizleri önümüzdeki sürece daha hazırlıklı kılacaktır.