Aslen Polonya/Ukrayna kökenli olan Zbigniew Brzezinski, 1977-1981 yılları arasında dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı; ayrıca “Medeniyetler Çarpışması” gibi Amerikan neo-muhafazakârlarının Orta Doğu işgallerini meşrulaştırmak için kullandığı tezlerin yazarı Samuel Huntington ile de yakın çalıştı. Bu görevi sırasında bugün Amerikan emperyalizminin hâlâ dış politikada uyguladığı stratejileri teorize etti. Pentagon’un baş stratejisti oldu. 1997 yılında SSCB’nin dağılışı sonrası Amerikan jeopolitikasının temel hatlarını oluşturacak olan “Büyük Satranç Tahtası Teorisi”ni ortaya attı. Bu teoride Orta Doğu’yu bir satranç tahtasına benzetiyor ve özellikle Türkiye gibi ülkelerin İran ve Rusya gibi aktörlere karşı NATO üyesi “demokratik” koçbaşları olması gerektiğini savunuyordu. Temelde Rusya ve İran engelleri de aşılarak ABD/Avrupa hâkim sınıfları bu bölgedeki yeraltı ve yer üstü kaynaklara hâkim olacaklardı. Bu stratejinin bir diğer ayağı da Doğu Avrupa’daki eski Sovyet nüfuzu ülkelerdeki 5. Kol faaliyetleriydi.
Bugün İran’ın bölgede Proxy/vekil güçlerle oluşturduğu jeopolitik savunma hattı ABD/NATO kurmaylarının bu ve benzeri stratejileri sonucunda ortaya çıktı. İran, savunma hattını “ileriden” kurma stratejisi ile birçok iç çatışmaya çeşitli düzeylerde müdahil oldu. Lübnan’daki Hizbullah örneği bu bakımdan son derecede yoğunken, bugün Filistin direniş güçlerine verilen daha düşük yoğunluklu destek gibi müdahale pratikleri de var. Yemen’deki iç savaşta da kendi jeopolitik stratejisine en uygun aktör olan Husileri desteklemekten geri durmadı İran.
Bugün Husiler (Ensarullah Hareketi) Yemen’in büyük bir bölümünde egemen durumda. Teknik olarak üçe bölünmüş bir ülke de olsa, Yemen’in “değerli” her parçası (belki Güney kenti Aden hariç) Husiler’in kontrolünde. 1990’lı yıllarda Kuzey Yemen’deki oldukça yoksul ve dağlık bir bölge olan Saada’da kurulan Ensarullah Hareketi, Şiiliğin Zeydi koluna mensup bir tebliğ hareketi olarak başladıkları biyografilerinde bugün bölgesel bir aktör. Filistin direniş güçlerinin 7 Ekim hamlesi ile Yemen’de halihazırda Suudi-Amerikan koalisyonuna karşı soğumuş olmakla birlikte devam eden mücadelelerinin boyutunu artırdılar. Bu yeni boyut Süveyş Kanalı’na giden Bab-el-Mandeb Boğazı’nın kesilmesiydi. Dünya deniz yolu ticaretinin yüzde 10 ila yüzde 13’ü (700 milyar dolarlık bir su yolu anlamına geliyor bu) bu boğaz ve Süveyş Kanalı üzerinden gerçekleştiriliyor. Deniz ticaretinde ulaşım süresini 15-20 gün kısaltan Süveyş Kanalı, tekelci Avrupa kapitalizmi ve onun hiper-tüketici halkları için olmazsa olmaz. Bilhassa yarı-sömürge yarı-feodal Güney Doğu Asya ülkelerinde üretilen lüks tüketim ürünleri (özellikle tekstil ve kauçuk gibi hammaddelerini) bu su yolu aracılığı ile Avrupa anakarasına ulaşıyor. Ensarullah Hareketi’nin bu boğazı kapatma hamlesi ile tedarik zincirinde ciddi sıkıntılar yaşayan Avrupa tekelci kapitalizmi bölgeye hemen bir görev gücü yolladı. Bu “güç” Yemen’i bombaladı ve Filistin halkıyla dayanışma gösterdikleri için onları “cezalandırdı.” İran ve diğer “direniş ekseni” unsurlarıyla yüksek koordinasyonla hareket etse de Ensarullah Hareketi’ni Hizbullah gibi İran’a sıkı sıkıya bağlı bir yapı olarak görmemek gerekiyor. ABD silahlı kuvvetleri için araştırma ve geliştirme yapmak amacıyla 1946 yılında kurulmuş olan ve Amerika’nın güvenliği doğrultusunda “milli güvenlik stratejileri” üreten teorik yayın kuruluşu RAND’ın 2020 tarihli “Husiler Bir Sonraki Hizbullah Olabilir mi?” başlıklı raporu Husilerin, Hizbullah’tan daha özerk ve özgün olduğunu, İran ile ilişkilerinin bir “vekalet” ilişkisinden çok bir çeşit “sponsorluk” ilişkisi olduğunu vurguluyor.
Yemen’i ve Ensarullah Hareketi’ni son günlerde ABD/NATO emperyalistlerinin gerçekleştirdiği bu terör bombardımanı caydıracak gibi gözükmüyor; mevcut Filistin meselesi, Filistin sınırlarından çok daha ötesine, 50 yıllık jeopolitik çatışma hatlarına kadar uzanıyor. Bu doğrultuda İran da Yemen’e yönelik saldırılara karşılık veriyor. Bölgede çatışma düzeyi sürekli artıyor ancak “bölgesel bir savaşa” evrilme trendi devam ediyor olsa da bunun için İran’ın savaşa doğrudan katılımı gerekiyor. İran hâkim sınıfları da kendi çıkarları için çatışmanın dozunu bu düzeyde tutmaya kararlı gözüküyor.
Yemen ve İran’da bunlar olurken Türk hâkim sınıfları en kârlı ticaret ortaklarından biri olan İsrail ile ilişkileri devam ettirmek istiyor. Hem Türkiye komprador sermayesini üzmemek hem de kitle tabanını Filistin meselesinde ikna edebilmek için Erdoğan çok perdeli bir tiyatro oyunu sergiliyor. Bu çok perdeli tiyatro iyiden iyiye Türk komprador sermayesinin çürümüşlüğünü halk nezdinde afişe ediyor. Erdoğan’ın yer yer Netanyahu’ya “Hitler” demeye kadar vardığı bu kuru, kitlesinin duygularına oynayan retoriği realizm duvarına çarpıp tuzla buz oluyor. ABD, Yemen’i vurduğunda nasıl ikiyüzlü, silik açıklamalar yapıldıysa Filistin meselesindeki tavır da doğaları gereği çobanla ağlayan ama kurtla sofraya oturan bir tavır oluyor.
İsrail’in Gazze’yi işgali ve kent çarpışmaları bütün şiddetiyle sürüyor. Filistin direnişi tüm bileşenleri ve halkının her katmanıyla mücadele ediyor. Siyonist genelkurmayın Gazze’yi “insansızlaştırma” projesi şimdilik suya düşmüş görünüyor. Hizbullah da İran gibi düşük yoğunluklu bir çatışma stratejisi izlemeye devam ederken çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riski devam ediyor.