Emperyalist hegemonya mücadelesinin yeni merkezi Asya Pasifik’te uzun süredir hareketli olan fay hatları ABD, İngiltere ve Avusturalya arasında yapılan yeni anlaşma “AUKUS”la gerilmeye devam ediyor. AUKUS; ABD, Japonya, Hindistan ve Avusturalya’nın içinde olduğu ve 10 yıl önce imzalanan ve Trump döneminde aktifleştirilen Quad’dan sonra ikinci güvenlik anlaşması oldu. Üstelik bu anlaşma sadece bölgede hegemonya mücadelesi veren güçler arası ilişkilerde değil, müttefik devletler arası ilişkilerde de ciddi bir gerilim yarattı. Zira ABD, İngiltere ve Avusturalya arasında yapılan Avusturalya’nın nükleer enerji ile çalışan denizaltına sahip olmasını sağlayacak AUKUS anlaşmasıyla Fransa’nın Avusturalya ile 2016 yılında yapmış olduğu yaklaşık 60 milyar dolarlık Taarruz Denizaltı Programı içerikli anlaşma iptal edilmiş oldu.
Fransa devlet yetkilileri “sırtımızdan bıçaklandık” gibi açıklamalar yaptığı, Avrupa ve ABD ilişkilerinin sorgulandığı, AB ordusu tartışmalarını vb. yeniden açan özcesi diplomatik kaos yaratan bu anlaşmanın yankılarının AB-ABD ve İngiltere arasındaki ilişkilerde epeyce zaman daha süreceği görülüyor.
Fransa’nın ABD ve Avusturalya büyük elçilerini geri çağırdığı ancak ABD Başkanı Biden ve Macron görüşmesi sonrası krizin bu boyutunun ABD açısından çözüldüğü görüldü. Yine de ABD ve Fransa ilişkilerinde bir ilk olan büyükelçi krizi, Avusturalya-Fransa ilişkilerindeki seviyeyi 1995’te Avusturalya ve Fransa’nın Güney Pasifik’te yaptığı nükleer denemelerini sürdürme kararını protesto ederek büyükelçisini istişare için geri çağırdığı dönemden bu yana en düşük seviyeyi görmüş oldu.
İngiltere’nin, Fransa’nın iptal ettiği görüşmeleri, yaptığı sert açıklamalardan aldığı payı saymazsak bu krizde en hafif tepki gören imzacı devlet olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hem Karadeniz’de Rusya’ya hem de pasifikte Çin’e savaş gemileriyle yaptığı tacizler onu bu dalaşın en aktif aktörlerinden (dolaysıyla kriz odaklarından) biri olarak hem Rusya hem de Çin’le sık sık karşı karşıya getirdiğini de unutmamak gerekir.
Macron anlaşmanın duyurulmasından kısa bir süre sonra 21 Eylül’de Hindistan Başkanı Modi ile bölgesel iş birliğini geliştirmek amacıyla yaptığı telefon görüşmesi sonrası “Hint-Pasifik bölgesinde birlikte hareket etme konusunda fikir birliğine varıldığı, iki ülkenin ortak amacının her türlü hegemonyayı dışlarken bölgesel istikrarı, hukukun üstünlüğünün teşvik edilmesi” olduğu açıklamaları; 27 Eylül’de Fransa ve Yunanistan arasında Macron ve Miçotakis tarafından imzalanan stratejik savunma-güvenlik iş birliği paktı sonrası yaptığı açıklamada Macron, paktın ABD ile ittifaka alternatif olmadığını ifade etse de paktı “Avrupa’nın stratejik özerkliğine giden yolda cesur bir ilk adım” olarak nitelendirdi. Macron’un bu açıklaması, ABD’nin AB ile geliştirdiği ilişki biçiminden ve AB’nin bu ilişkilenişine karşı eleştirel yaklaşıp ve pratik adımlar atması gerektiği düşüncesiyle uyumlu bir açıklamaydı.
Bu oluşumun en fazla rahatsız ettiği ülkelerden biri de kendini direkt olarak hedef alması boyutuyla doğal olarak Çin oldu. Avusturalya, İngiltere ve ABD’nin bu anlaşmayla bölgesel barış ve istikrara ciddi şekilde zarar verdiğini, nükleer silahların yayılmasını önleme çabalarına ve silahlanma yarışını yoğunlaştırdığını ifade eden Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Zhoo Lijian, Çin’nin anlaşma karşısındaki ilk tepkisini de dillendirmiş oldu. Ancak esas dikkat çekici olanlar, anlaşma sonrası Çin’in aralarında Kanada, Avusturalya, Japonya, Meksika gibi üyelerin olduğu 11 üyeli Trans Pasifik ortaklık anlaşması CPTPP’ye üyelik başvurusunda bulunması ve 17 Eylül’de Afganistan gündemiyle toplanan Şangay İş Birliği Örgütü’ne İran’ın tam üye olarak kabul edilmesi oldu. Bu gelişmeleri Çin-Rusya blokunun karşı hamleleri olarak da değerlendirebiliriz.
ABD’nin Çin karşıtı stratejik bir yönelime mesafeli duran bir ülke olmasıyla bilinen, uzak olmayan bir döneme kadar da Çin’le yakın ekonomik ilişkileri olan ve bu yanıyla Çin ekonomisindeki büyüme ve daralmalardan direkt etkilenen bir ülke olarak Avusturalya’nın böyle bir güvenlik anlaşmasına imza atması, tutum değişikliğine giderek farklı bir stratejik yönelime girdiğine işaret ediyor. Avusturalya’nın AUKUS anlaşmasının ilanı sonrası yaşanan gelişmelere verdiği tepkiler ve bizzat Başbakan Morrison’un “şüphesiz yeni bir döneme girdik; Hint-Pasifik’in geleceği tüm geleceğimizi etkileyecek” sözlerini de göz önünde bulundurduğumuzda Hint-Pasifik dalaşında taraf olma anlamıyla Avusturalya’nın bu yönelimini doğruluyor.
ABD’nin, Avusturalya’nın bu anlaşma içinde yer almasını, onun “on yıllardır yaptığı en önemli stratejik hamle” olarak değerlendirmesi ABD’nin Avusturalya nezdinde bu anlaşmaya biçtiği değeri ortaya koyarken, Çin’i çevreleme siyasetinde de bölgede önemli bir ortak kazanmış oluyor. Sonuç itibariyle söz konusu coğrafya Doğu Pasifik’ten başlayıp Afrika’nın doğu sahillerine dek uzanan oldukça geniş bir alanı kapsıyor ve bu alanda edinilen her ortaklık, tarafların elini daha da güçlendirmesi anlamına geliyor.
AUKUS anlaşması Avusturalya’nın nükleer enerjisiyle çalışan daha sessiz ve daha uzun süreli görevlere çıkabilen daha güçlü denizaltılara sahip olan 7. ülke olacak olmasından ya da anlaşmaya taraf ülkeler arasında siber savunma, kuantum teknolojisi, yapay zekâ vb. gibi birçok alanda iş birliğini güçlendirmeyi içeriyor olmasından çok daha fazla anlam ifade etmektedir. AUKUS’un siyasi ve ekonomik boyutu askeri boyutunu aşan, ona yön verecek bir yerde durmaktadır. Avusturalya yönetimi siyasi ve ekonomik yönelimlerini başta ABD olmak üzere bu yeni ittifakın yönelimleriyle uyumlu hale getirdiği oranda Çin ile olan ilişkiler giderek daha fazla gerilecek, savaş davulları daha hızlı vurulacaktır. Bu da en başta Avusturalya ve Çin halkını tehlike altına sokacaktır. Ayrıca Avusturalya muhalefetinin de pek çok şekilde vurguladığı, Çin’in de anlaşmaya verdiği tepkilerde dillendirdiği, nükleer silahlanmanın artacağı uyarısı Asya-Pasifik’teki olası çatışmaların alabileceği boyutu ortaya koymaktadır. Nitekim Avusturalya Savunma Bakanı Peter Duffon’un anlaşma sonrası yaptığı açıklamada Çin’le savaşın mümkün olduğunu ve ülkesinin hazırlık yapması gerektiğini söylemesi Avusturalya hükümetinin anlaşmadan geri adım atma gibi bir niyetinin olmadığını ve savaş ihtimalinin de yadsınmadığını gösteriyor.
Anlaşmanın imzacısı olan taraflar her ne kadar Avusturalya’nın nükleer silah edinmek gibi bir düşüncesinin olmadığını söyleseler de denizaltılarının nükleer itiş sisteminin kullanılması için Avusturalya’nın kimi nükleer kapasitelerde kavuşması gerektiğini de belirtmeleri önemli bir soru işaretidir.
Bilindiği gibi nükleer enerjiyle çalışan denizaltılarında kullanılan reaktör teknolojisi %95 oranında zenginleştirilmiş uranyumla çalışan oldukça pahalı bir teknolojidir. Avusturalya henüz bu teknolojiye sahip bir ülke değildir ve var olan koşullarda ancak satın alabilir. Fakat AUKUS anlaşmasıyla Avusturalya’ya ABD ve İngiltere’nin 1958’de yaptığı ve her on yılda bir güncellenen karşılıklı savunma anlaşması kapsamında paylaştıkları nükleer teknolojiyi Avusturalya ile de paylaşmayı öngörüyor. Dolayısıyla kısa vadede olmasa da orta vadede Avusturalya var olan siyasal hattının eğilimi bu teknolojiyi kendi ülkesine taşıyıp hem bu güce sahip olmak hem de dışa bağımlılıktan kurtulmak şeklindedir. Bu da bize açıklamalarının aksine AUKUS anlaşmasının bölge açısından yarattığı tehlikelerden birinin nükleer tehdit olduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinin bir parçası olan emperyalist hegemonya mücadelesinde AUKUS, Asya-Pasifik’e gömülen ve tüm dünya halklarının geleceğini etkileyecek yeni bir mayın olarak karşımızda duruyor. Asya-Pasifik’in geleceğini, gelecekleri olarak gören ve bu uğurda bölge halkını kurban etmekten çekinmeyeceğini bildiğimiz emperyalizm ve bölgedeki iş birlikçisi egemen sınıfları tarihin çöplüğüne göndermediğimiz koşullarda daha onlarca mayının üstüne basarak yaşamayı sürdüreceğimizi de unutmamak gerekir.